30 Mart 2013 Cumartesi

Türklerin Devlet Kurmasında ve Yüceltmesindeki Anlayış

Türklerin Devlet Kurmasında ve Yüceltmesindeki Anlayış

CİHANGİRLİK :
Bir milletin devlet kurma ve bu devleti yaşatma yeteneği hiç şüphesiz, o milletin kendisine has
değerlere sahip olmasıyla ilgilidir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Türkler'in tarih boyunca kurmuş
oldukları devletlerin çokluğu, Türklerin teşkilâtçı bir millet olduklarını gösterir. Türklerin devlet kurma
ve yaşatmasındaki anlayışı izah edebilmek için Türk kültürünü, vatan ve millet anlayışını, hâkimiyet
telâkkisini ve idarî ve askerî yapılanmasını anlamak gereklidir.
Türk Kültürü
Bir milletin tarih boyunca meydana getirdiği maddî ve manevî unsurların bütünü, o milletin kendine
has "değerleri"dir. Gündelik hayattan devlet hayatına kadar bütün bir yaşayışı içine alan bu değerler
manzumesi "kültür"ün konusunu teşkil eder. Dolayısıyla, dil, edebiyat, sanat, içtimaî ve iktisâdî
hayat vs. hep bir kültürün ortaya çıkardığı ve şekillendirdiği veyahut bir kültürü şekillendiren ve
yaşatan unsurlardır. İlk bakışta girift görülebilen bu izah aslında gayet basittir. Nitekim bazı
sosyologlara göre kültür; her şey unutulduktan sonra akılda kalandır.
Yani hayatın tabiî akışı içerisinde aile ve çevreden kazanılan âdeta şuuraltında mevcut bir davranış
biçimidir. Ferde münhasır gibi görülen bu davranış biçimi, topluma şamil olduğu zaman "millî kültür"
adını alır. Dolayısıyla millî kültür, bir topluluğu "millet" haline getirebilir. Fakat her kültür, her toplumu
millet yapmaya da yetmez. Nitekim Afrika veya Avustralya'daki ilkel kabileler, eski ve farklı bir
kültüre sahip oldukları hâlde, günümüzde dahi, millet kavramından bihaber yaşamaktadırlar. Ancak
kendini geliştirebilen, özünü bozmadan kendini yenileyebilen kültürler güçlü bir millet ve devlet
geleneğine sahip olabilir.
Milleti yaşayan bir varlık olarak düşünecek olursak, onu hayatta tutan yegâne gıdanın kültür
olduğunu görürüz. İşte bu sebeple, millî kültür ile beslenen ve mücehhez kılınan halkın "organize"
olmuş biçimine "millet" denilmektedir. Milletin oluşturduğu yüce organizasyon ise "devlet"i ortaya
çıkarır. Bazı ilim adamları bu tanımları kültür ve medeniyetle karşılaştırarak bir sonuca varırlar.
Onlara göre millet veya milliyet, "millî kültür" ile "medeniyet" ise "devlet" ile irtibatlıdır. Irk, dil, din ve
coğrafya kültür ve medeniyetin müşterek unsurlarıdır. Bu unsurlardan birkaçına sahip olabilen
medeniyeti, kültürden ayıran en önemli husus ise, medeniyetin "beynelmilel" olabilmesidir. Özellikle
din ve coğrafya birliğinden kaynaklanan medeniyetlerde bu durum daha açık bir biçimde görülebilir.
Bu açıdan ele aldığımızda, medeniyet tek bir kültürden oluşmaz. Meselâ İslâm medeniyeti Arap,
Fars ve Türk kültürlerinin bir sentezi durumundadır.
Bozkır medeniyeti olarak adlanan aynı coğrafya ve yaşayıştan beslenen medeniyette ise aslî unsur
"Türk kültürü" olmuştur. Çünkü Türk millî kültürü, tekamül edebilme özelliği ile Orta Asya
coğrafyasında baskın bir kültürdür ve kısa zamanda milletleşmeden devletleşmeye
sıçrayabilmektedir.
Hâkimiyet Telâkkisi
Türklerin en erken devirlerden beri oluşturdukları devlet anlayışı, diğer milletlerden ayrılır. "Türk Cihan
Hâkimiyeti", "Nizam-ı âlem ülküsü" gibi anlayışlarla ifade edilen "üniversel" yani "cihanşümul" devlet
fikrinin temelinde elbette Türklerin üzerinde bulunduğu coğrafyanın, yaşayış ve inanç tarzının etkisi
büyüktür. Bunları bilmeden Türk milleti ve devletini izah edebilmek, Türklerin imparatorluklar kurma
ve yaşatma başarısını anlayabilmek oldukça güçtür.
Devlet bir anlamda milletin en üst seviyede organize olmuş şeklidir ve bu anlamıyla günümüzde
hemen her devletin yapılanması birbirine benzer. Ancak devlet anlayışı, milletlerin tarih ve kültürü ile
doğrudan ilişkilidir. Bu sebeple Türk devlet anlayışı kendine mahsus özelliklere sahiptir. Devleti
tanımlayan veya devletin unsurlarını oluşturan kavramlar dahi, Türklerin köklü ve kendine has bir
devlet fikrine sahip olduklarını gösterir. Daha önce de belirtildiği gibi Türk devletleri "cihanşümul" bir
anlayış ile oluşturulmuştur.
Yani cihana hâkim olma ve yönetme düşüncesi tarihte kurulan Türk devletlerinin ortak hususiyetidir.
Bu düşüncenin oluşmasında elbette eski Gök Tanrı inancının izleri görülür. Nitekim Göktürk
Kitabelerinde bu anlayış açık bir şekilde dile getirilmiştir:
Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisin arasında kişioğlu (insanoğlu) yaratılmış ve
kişioğlunun başına babam, amcam Bumin ve İstemi kağanlar Tanrı tarafından oturtulmuştur".
Bu ifadeden de anlaşılacağı gibi, Türk kağanı ilâhî bir menşeden yani Tanrıdan devlet kurma ve
yönetme yetkisini (kut) almaktadır. Kut sahibi kağan, dünyayı yönetme gibi ağır bir mesuliyeti
üslenirken, insanoğlunun huzur ve refahını ön plânda tutmak zorundadır. Dolayısıyla, batıdaki
"imperium=imparatorluk" kavramı ile Türklerdeki devlet kavramı özünde birbirinden farklıdır. Batıda
imperium anlayışı her hâl ve şartta ceberut bir "hükmetme" ve "kazanma" esasına dayanır. Bu
anlayış, çok uluslu bir imparatorluğun zaman içerisinde, diğer milletleri "sömürge" olarak görmesine
yol açmıştır. Türk tarihinde ise bu anlamda hiçbir "imparatorluk" yoktur. Çünkü Türk devletinin temel
felsefesinde, "almak" değil "vermek" esastır. Devlet kelimesinin "saadet, huzur" anlamında
kullanılması dahi bunu gösterir. Türk devleti adalet içerisinde, töreye bağlı olarak bütün zenginliğini
halkına dağıtır. İşte bu sebepledir ki Türklerde zengin yani "bay" kişi, malı mülkü çok olan kişi değil,
onu halkıyla paylaşan kişidir. Bey olmanın gereği budur. Türklerin kısa zamanda devlet kurmalarının
ve başka milletlerin de bu devlete itaat etmelerinin özünde bu anlayış yatar.
Devleti Oluşturan Unsurlar
Günümüz devlet kavramına göre devletin oluşabilmesi için şu unsurların bir arada bulunması
gerekmektedir; ülke, millet, siyasi hâkimiyet ve teşkilâtlanma. Türkler en eski çağlardan beri bu
unsurları esas alan pek çok devlet kurmuş ve yaşatmıştır. Gerek İslâm öncesi olsun, gerek İslâmî
dönemde olsun kurulan her Türk devleti birbirinin devamı niteliğindedir. Çünkü, devletlerin adı veya
coğrafyası farklı da olsa, Türk devlet anlayışı umumî hatlarıyla hep aynı kalmıştır.
Vatan ve Millet Anlayışı
Üzerinde yaşanılan coğrafya, milletlerin kültüründe, dolayısıyla yaşayış ve inançlarında önemli bir
yer tutar. Ancak coğrafyayla bütünleşebilen bir millette vatan ve devlet anlayışı gelişebilir. Günümüz
Türk dünyasını da göz önünde bulundurduğumuzda aynı sonuca varılabilir ki, Türklerin eskiden beri
yaşadıkları topraklar, nispeten yüksek plâtolarla çevrili, su kaynaklarına sahip, yaylak ve kışlak
alanlarının bulunduğu, uçsuz bucaksız bozkırlardır. Bu özellikleriyle Türk coğrafyası daha çok
hayvancılığa müsait bir hayat tarzını ifade eder. Ancak kendine ve hayvanlarına yetecek ölçüde
ziraat da yapılır. Atın bu geniş coğrafyada ayrı bir önemi vardır. Yaylak ve kışlak hayatının
vazgeçilmez unsuru olan "konargöçer"lik, Türklere has bir yaşayış biçimidir. Konargöçerlik, ilkel
göçebelik ile karıştırılır.
Halbuki bu tip hayat tarzında, iki menzil arasında (yaylak ve kışlak) töre yani hukuk ile sınırları
çizilmiş bir gidip gelme söz konusudur. Yani göçebelikte olduğu gibi herhangi bir hukuka bağlı
olmayan, gelişigüzel bir göç söz konusu değildir. Dolayısıyla "karnının doyduğu her yeri" makbul
gören göçebelikte vatan mefhumu gelişmezken, Türk konargöçerliğinde, yer ve sub (su) "ıduk" yani
mukaddes addedilir ve bu inanış, güçlü bir vatan anlayışını ifade eder. Büyük oranlarda hayvan
sürülerine sahip olan Türk boyları, bir taraftan kutlu saydıkları coğrafya ile uyum içerisinde hayatlarını
idame ettirirken, diğer yandan öteki boylar ile "töre" gereği münasebetlerini geliştirirler. Çünkü aynı
tarz yaşayışa sahip olan boylar, gerektiğinde sürülerini birleştirerek, tabiî afetler, kuraklık, otlak
darlığı vs. gibi durumlarda ya da düşmanlarının saldırıları karşısında, iş birliği yapmak zorundadır. Bu
ve benzer sebepler Türk konargöçerlerini birlikte yaşamaya tasa ve sevinçte birliğe kısacası "millet"
olma şuuruna götürür. Sınırları belirli bir coğrafya üzerinde siyasî örgütlenmeye giden milletin ortaya
çıkardığı hükmî kişilik ise devlet olarak nitelendirilir.
Bugün yanlış olarak doğrudan doğruya milletin karşılığı olarak kullanılan "ulus", aslında üzerinde
halkın yaşadığı belirli bir idarî taksimata ayrılmış toprak parçasıdır. Bu anlamıyla Türkler "ulus" veya
"uluş" sözünü, eyalet anlamında kullanmışlardır. Ancak bu kavram dahi vatan ile milletin birbirinden
ayrılmaz olduğunu göstermektedir. Türklerin devlet için "il" sözünü kullanması da bu anlayışı
doğrular. Göktürk, Uygur ve Karahanlı çağında il kavramı doğrudan devlet sözünü karşılamıştır. Bu
devlet, belirli sınırları olan, üzerinde halkın yaşadığı bir devlettir.
Teşkilât
Türkler yukarıda da belirttiğimiz gibi, en eski çağlardan beri güçlü bir millet anlayışına sahiptir. Millet
için Göktürk Kitabelerinde "bodun" veya "budun" ifadesi kullanılmıştır. Bodun sözü, bod veya boy
olarak günümüze kadar gelen ve insan vücudunu karşılayan bir kelimedir. Dolayısıyla, ahenk
içerisinde birbirini tamamlayan bir işleyiş yapısına dayanan sosyal birlik veya kabileler için de aynı
kullanılmıştır. Ancak daha çok milletin temelini teşkil eden güçlü sosyal birlikler bodun olarak
nitelenir ve "bağımsız, illi ve kağanlı" Türk milletini ifade eder. Göktürk Kitabelerinde, devleti kuran
boylar için Türk budun tabiri kullanılır. Bu anlamda Türgeşler, Oğuzlar için "Türküm budunum"
denilmektedir. Dolayısıyla kitabelerde geçen Türk budun siyasî bir birlik içerisinde yaşayan hür,
müstakil bir ve beraber olan boyları kucaklayan geniş ve gelişmiş bir kavramdır. "Türk Sir Budun"
tabiri de bu anlamda birleşik Türk boylarını karşılar. Bir araya gelememiş, dağınık boylara ise
kitabelerde "Tölös (Töles)" denir. Kısacası budun veya milletin, devlet ve kağana sahip, siyasî bir
birlik oluşturmaları şarttır. Nitekim boyları ifade eden "ok" tabiri de bu açıdan değerlendirilmelidir. On-
ok, Üç,ok, Boz-ok gibi Oğuz kollarının adında görülen "ok", sosyal ve siyasî açıdan belirli bir birliğe
bağlı olan boy anlamına gelir. "Ok"suz olan boy, hiçbir otoriteyi tanımayan, asi grup demektir. Bu
sebepten dolayı Türklerde ok tâbiliğin sembolüdür.
Oğuz Kağan Destanı'nda, Oğuz Han, üç küçük oğlunu temsil eden Üç-Ok'lara sembol olarak ok, üç
büyük oğlunu temsil eden Boz-oklara ise sembol olarak yay verir ve şöyle der; "Nasıl ki ok, yay
kendisini nereye çevirirse oraya gitmek zorunda ise, küçük oğul da (hâkim olan) büyük oğula öyle
tâbi olmak zorundadır". Bugün Anadolu'nun bazı bölgelerinde, düğün merasimlerine davet edilmek
üzere düğün sahibinin, yakınlarına "okuntu" yollaması da bu anlayışın değişik bir ifadesidir.
Kısacası, Türklerde bodun veya millet, birlikte yaşama arzusu gösteren, siyasî bir teşkilâtlanmaya
sahip hür ve müstakil topluluktur. Ortak hedef ve gayeleri olan insanlar, elbette aynı tarih, kültür ve
yaşayışa sahip olurlarsa, bir ve beraber olurlar. Milliyet duygusunun gelişmesinde ortak değerleri
benimseme ve onlara sahip çıkma bu açıdan önemlidir. Nazizm ve faşizm'de görülen üstün ırk
anlayışı veya komünizmde ütopya olarak kalan işçi sınıfının hâkimiyetine dayalı "proletarya
diktatörlüğü" düşüncesinde, bütün bir milleti ve insanlığı kucaklayan ortak değerlerin olamayacağı
açıktır. Türk tarihinde bizi komplekse düşürecek bu tür en ufak bir örnek dahi yoktur. Aksine
Türklerde millet telâkkisi, ayırıcı değil birleştirici bir unsur olarak düşünülmüştür. Meselâ Mete, Hun
devletini kurduktan hemen sonra Çin hükümdarına yazdığı mektupta "Eli ok ve yay tutan herkes Hun
oldu" der. Eğer dar anlamda kabileci bir anlayış Türklerde olsa idi, Selçuklu devletinin hanedanı
oluşturan Kınık boyunu; Osmanlıların Kayı'yı devletlerine isim olarak seçmeleri gerekirdi.
Aksine Osmanlılarda millet kavramı yalnız Türkleri kapsamıyor, devlet içindeki tüm insanları içine
alıyordu. Atatürk'ün "Ne mutlu Türküm diyene" sözü ve "Türkiye Cumhuriyetini kuranlara ve burada
yaşayanlara Türk denir" tanımlaması da, bütünleştirici bir anlayışın ifadesidir. Osmanlının bir cihan
devleti hâline geleceğini kerametiyle önceden bildiren Şeyh Edebalı'nın Osman Bey'e vasiyeti
Türklerin ne kadar ulvî bir anlayışa sahip olduklarını göstermesi açısından çok anlamlıdır;
"Ey oğul! Beğsin, bundan sonra öfke bize uysallık sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Acizlik-
yanılgı bize, hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize,
adalet sana. Kem göz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlama sana. Ey oğul bundan sonra
bölmek bize, bütünlemek sana."
Böyle bir örnek başka hiçbir millet ve devlete nasip olmamıştır. Türk devlet anlayışının temellerine
inecek olursak, Şeyh Edebalı'nın sözlerini daha iyi anlayabiliriz.
Devlet Anlayışı ve Hükümdar
Daha önce de belirttiğimiz gibi Türk devlet anlayışı cihan hâkimiyetini esas alan ilâhî kaynaklı bir
hâkimiyet esasına dayanır. Tanrı yönetme yetki ve gücünü Türk kağanına vermiştir. Kitabelerde bu
durum; "kutum var olduğu için, tanrı yarlıgadığı için özüm kağan oldu." şeklinde sık sık geçmektedir.
Tanrı, Türk'ün yeri suyu ıssız kalmasın diye kağanlık görevini tevdi etmektedir. Hâkimiyetin ilâhî
menşeli olduğu bu anlayış, İslâmî döneme girildiğinde de nispeten devam etmiştir. İslâmî dönemde
de aleme nizam verme ülküsü "gaza ve cihat" yoluyla sürdürülmüştür.
Türk devlet anlayışına göre devlet hanedanın ortak malıdır ve sonuçlarına katlanmak şartıyla hanedan
azaları taht üzerinde hak iddia edebilirler. Bu anlayış da Osmanlı tarihine kadar bütün Türk devletleri
tarafından korunmuştur. Ancak batıda olduğu gibi yönetme yetki ve kudreti babadan oğula süren ve
soy asaletine bağlı olan bir anlayışla açıklanamaz. Aksine Türklerde hükümdarlık "liyakat" ile
kazanılır. Kutadgu Bilig'de devlet yönetiminin esasları açık bir şekilde ortaya konmuştur. Buna göre
bir kişinin kağan olabilmesi için şu üç özelliğin tanrı tarafından kendisine bahşedilmesi gerekir; 1-
Kut, 2-Ülüg, 3-Yarlık.
Kut, doğrudan doğruya tanrının bir kişiye devlet yönetme güç ve yetkisini vermesidir. Zaman
içerisinde bu kavram doğrudan doğruya devletin kendisini ifade eder olmuştur. Yarlıg da umumiyetle
kut kavramı ile beraber kullanılmıştır. Kelime anlamıyla bu söz, tanrının emir ve bağışlamasını ifade
eder. Tanrının devlet yönetme yetkisini vermesi, bu görevi bahşetmesi de yeterli değildir. Bu
özelliklerin yanı sıra kağanın iyi talih ve kadere sahip olması yani ülüg'ünün de bulunması gereklidir.
Bütün bu özellikleri şahsında toplayan kağan kül yani şan ve şöhret sahibi olabilir.
Kutadgu Bilig'de devlet idaresi şahıslarla sembolize edilmektedir. Eserde Gündoğdu adlı şahıs,
hâkimiyeti yani hükümdarı; vezir Aydoğdu, devlet anlamında kut'u ve vezirin oğlu Öğdülmüş ise aklı
temsil eder. Hükümdar devlet yönetiminde Aydoğdu ve Öğdülmüş tarafından frenlenir. Aslında bu
şahıslar kağana Türk töresini hatırlatır. Çünkü Türklerde "İl gider töre kalır" felsefesi esastır. Devletin
bekası ancak töreye bağlı olmasına bağlıdır. Türk töresi üç saç ayağından oluşmaktadır; könilik,
uzluk ve tüzlük.
Könilik, adaletin karşılığı olarak kullanılır. Hükümdarın ve dolayısıyla devletin adil olması, adalet
dağıtması şarttır. Kamu vicdanının sağlanması Türk töresinin en önemli özelliğidir. Uzluk ise akıl ve
mantık demektir. Türk töresi us yani aklı ön plânda tutar. Zaten törenin kendisi de Türklerin uzun
geçmişi içerisinde akıl ve irade ile şekillenen davranış biçimlerinin kurallara bağlanmış bir ifadesidir.
Türkçemizde yer alan uzlaşma da insan ilişkilerinde veya devlet ile halk arasındaki münasebetlerde
aklı ön plâna alarak ortak bir noktada buluşmayı anlatır. Könilik ve uzluk'un tamamlayıcısı
durumunda olan tüzlük ancak adalet içerisinde uzlaşmış toplumlarda görülür. Çünkü tüzlük, eşitlik
içerisinde sağlanan nizam demektir. Türk toplum ve devlet anlayışında insanlar hak ve
yükümlülükleri bakımından eşittir. Düzen ve tüzük sözlerinin içerisinde aslında bu kavram vardır.
Asayiş ve düzen ancak, törenin gereği olan "tüzlük" ile sağlanır. Eşitlik sözü bazı dış ideolojik
akımlarda sınıf çatışmaları ve yöneten- yönetilen ya da ezen-ezilen ikilikleri üzerine kurulmuştur.
Halbuki Türk devlet anlayışı ve toplum yapılanması bu ikiliklere yabancıdır. Türk devleti sadece
kendi milleti için değil, hâkimiyetine aldığı başka milletler için de Türk töresine uygun hareket
etmiştir. Osmanlı Devleti'nin bugün üç kıt'aya yayılmış, üzerinde 35 devletin kurulduğu büyük bir
coğrafyayı ve değişik milletleri barış içerisinde, 600 yılı aşan bir süre bir arada tutmasının özünde bu
gerçek yatar.
Her şeyden evvel Türklerde kan asaletine dayanan asillik, aralarında uçurumlar bulunan kast veya
sınıflar yoktur. Türklerde millet devletin devlet de milletin hizmetindedir. Soy asaletinin yerine liyakat
esas alınmıştır. Meselâ Oğuz töresine göre 24 Oğuz boyu aynı atanın soyundan gelir. Dolayısıyla bir
boyun ötekinden asil olması mümkün değildir. Ancak Oğuz töresi ile belirlenen ve temelde liyakatını
ispat etmiş olan boylar, Oğuz yaşayışında ve teşkilâtında sivrilebilmişlerdir. Aksi olsaydı, Oğuz'un
en büyük oğlu olan ve Osmanlı devletini kuran Kayı'dan başka bir boyun devlet kuramaması
gerekirdi. Halbuki Oğuz teşkilât yapısında en küçük yani 24. boy olan Kınıklar Selçuklu devletini
kurmuşlardır.
Nasıl ki Türk devletiyle milleti arasındaki münasebetler, könilik, uzluk ve tüzlük gibi üç temel unsura
dayanan Töre ile tespit edilmişse, Eski Türk toplumunda boylar arasındaki münasebetler de ongun,
orun ve ülüş gibi yine töreye dayanan üç temel kavram ile tanzim edilmiştir. Türk sosyal hayatındaki
nizam aslında devlet anlayışına olduğu gibi aksetmektedir. Dolayısıyla bir boyun içtimaî hayattaki
yeri aynı zamanda onun devlet içerisindeki hatta askerî teşkilâttaki mevkiini de belirler. Çünkü
yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi, devlet, millet ve ordu Türklerde iç içe girmiş unsurlardır.
Hunlardan Osmanlılara uzanan büyük tarihi çizgide, Oğuzlar, bizim de içerisinde bulunduğumuz,
Batı Türklüğünün ana gövdesini oluşturmaktadır. 24 Oğuz boyundan ibaret Oğuz içtimaî teşkilâtı,
Hun, Göktürk, Uygur, Selçuklu, Osmanlı devlet ve askerî teşkilâtlanmasından örnek alınmıştır.
Oğuznamelerde edebi biçimde ifade edilen bu yapılanmada Oğuzlar iki ana gruba ayrılır; Sağ kolda
bulunan ve hâkim olan Boz-oklar (Gün, Ay ve Yıldız), sol kolda bulunan ve tâbi olan Üç-oklar (Kök,
Dağ ve Deniz). Dede Korkut Oğuzlarında İç-oğuz (Üç-ok) ve Dış-oğuz (Boz-ok) biçiminde anılan bu
ikili teşkilât Hunlarda Kuzey-Güney, Göktürklerde Doğu - Batı şeklinde yaşatılmıştır. Selçuklu ve
Osmanlılarda ise sağ ve sol Beylerbeyiliği, Anadolu ve Rumeli kadıaskerliği vb. biçimde ifade
edilmiştir. Bu ikili yapının içerisinde yer alan üç kol ve bu kollara ait dörder oğul, 24'lü sistemi
tamamlarlar. Hunlardan Osmanlılara kadar, özellikle askerî yapılanmada bu 24'lü sistem az çok
muhafaza edilmiştir.
Oğuz teşkilât yapısında her boyun mevkii, sahip olduğu ongun, orun ve ülüş ile belirlenir. Meselâ
Günhan oğullarının ongunu, yani onların sembolü şahindir. Ayrıca 24 boyun her birine ait bir damgası
bulunmaktadır. Teşkilât düzeninde her boyun nerede oturacağı yani orun'u da tespit edilmiştir.
Büyük oğulu ve hâkimiyeti temsil eden Boz-oklar toyda veya divanda sağ tarafta yer alırken, küçük
oğul durumundaki Üç-oklar solda bulunurlar.
Boylar teşkilât içinde sahip oldukları mevkiye göre, bir toy esnasında kesilen bir koyunun neresinin
kendi hisselerine düşeceğini (ülüş) dahi bilmektedirler. Hâkimiyeti elinde bulunduran kağan, koyunun
baş kısmını kendi hissesi olarak ayırırken, en büyük boy olan Kayılar, koyunun "sağ karı yağrın"ını
alır. İlk bakışta katı bir kural gibi görülen bu teşrifat, protokol kuralları, aslında tamamen "liyakat"a
dayanan bir uzlaşmanın sonucunda doğmuştur. Fatih Kanunnamesinde dahi, Osmanlılarda
uygulanacak teşrifat kuralları, Oğuzlarda olduğu gibi kesin çizgilerle tespit edilmiştir. Dede Korkut
hikâyelerinde boyların veya beylerin teşkilât içerisindeki yerlerinin nasıl tespit edildiği sarih bir
şekilde açıklanmaktadır. Bir Oğuz kahramanın Oğuz beylerinin omuzlarına basa basa ön tarafa
geçmeye çalışması üzerine ona; "Mere sen kan mı döktün, baş mı kestin, aç mı doyurdun, yalınçak
mı donattın" ki öne geçersin diye ikaz edilir. Bu ifadede bey olmanın veya protokolde yer almanın
nelere bağlı olduğu güzel bir şekilde ifade edilir.
Askerî ve İdarî Yapı
Türk devletlerinin kuruluş ve gelişmesinde etkili olan diğer bir unsur, hiç şüphesiz askerî
teşkilâtlanmadır. Tarih boyunca Türk ordusu diğer millet ve devletlerin gıpta ettiği, öykündüğü bir ordu
olmuştur. Türk askeri düşmana korku, dostuna ise büyük bir güven vermiştir. Türk ordusu hem
teşkilâtlanma hem de savaş düzeni açısından kendine has özelliklere sahip olmuştur.
Türkler askerlik alanında birçok kavim ve devleti etkilemiş, savaş gereçleri, giyim kuşam ve askerî
nizam gibi konularda pek çok yenilikler getirmişlerdir. Atı bir savaş aracı olarak da ilk kez kullanan
Türkler, bu sayede büyük bir hız ve manevra kabiliyeti elde etmişler, kısa zamanda geniş
coğrafyalara hâkim olmayı başarabilmişlerdir. Türk silâhları da ordunun hareket kabiliyetine uygun
olarak hafif ve etkili silâhlardan oluşmuştur. Özellikle Türk okları, kılıçları ve zırhları hafif fakat etkili
vasıflarıyla, Türk askerînin vazgeçilmez silâhları olmuştur. Türkler, at üzerinde hareket hâlindeyken
bile bu silahları büyük bir ustalıkla kullanabilmişlerdir. Türk silâhları çeşit ve nitelik bakımından,
zaman içerisinde gelişip çoğalmış, ancak askerî teşkilât ve savaş taktiği, temel özelliklerini, bütün
Türk devletlerinde muhafaza etmiştir. Merkez, sağ ve sol kollardan oluşan ordu, savaş düzeninde
kendine has taktiklere başvurarak, kendinden çok daha büyük orduları dahi bozguna uğratmayı
bilmiştir. Düşmanın imhası ile kesin sonuç alınan bu savaş taktiği "bozkır taktiği", "turan taktiği" ve
"bozkurt taktiği" gibi çeşitli adlarla tarihe geçmiştir. Sahte ricat ile düşman ordusunu merkezden
uzaklaştırıp, pusuya düşürmeyi esas alan bu taktikte, sağ ve sol kollar düşman ordusunu bir hilâl
içerisine alarak, imha eder. Bu taktik İslâm öncesinde olduğu gibi, İslâmî dönemde de başarıyla
uygulanmıştır. Dandanakan Savaşında, Malazgirt Meydan Muharebesinde, Miryakefalon'da,
Mohaç'ta ve hatta Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nde bu taktik başarıyla tatbik edilmiştir. Türk
devletlerinin kuruluşu ya da kurtuluşunda bu savaşların bir dönüm noktası olduğu gözden uzak
tutulmamalıdır.
Yukarıda belirtildiği üzere Türk devletlerinde belirli devlet ve askerlik düzeninin pek fazla değişmediği
görülür. Bir devlet yıkıldıktan sonra yerine kurulan devlet hemen hemen aynı teşkilâtı devam
ettirmiştir. Çünkü Türklerde halk ile ordu düzeni aynı idi. Özellikle barış zamanında sivil ve askerî
diye bir ayırım yapılmamaktaydı. Bu sebepten ünlü kültür tarihçimiz Bahaeddin Ögel haklı olarak
Türklerde "halk ordu, ordu da halktır" demiştir. Dolayısıyla aynı halka, yani aynı kültür ve geleneğe
dayanan yeni Türk devletinde teşkilât özelliklerinin devam etmesi tabiîdir. Bütün Türk devletlerinde
ordu, halk ile iç içe girmiştir. Bir bölgeye sefer yapılacağı zaman sadece eli silâh tutan kişiler değil,
onların aileleri de sefere iştirak ederlerdi. Bu sebeple Göktürkler, kitabelerde yazdığı şekliyle,
fethedecekleri topraklara "süleyip konarlardı". Yani sadece "sü" (asker) göndermekle kalmazlar,
bunun yanında halkı o bölgeye "iskân" ederlerdi. Türk fetihlerinin kalıcı olması ve fethedilen
bölgelerin "Türkleşmesi" bu şekilde gerçekleşirdi. Yurt tutmayı amaçlayan "sülemek" ve
"kondurmak" siyaseti İslâmî dönemde de devam ettirilmiştir. "Gaza ve cihat" aşkıyla XI. yüzyıldan
itibaren Azerbaycan, Suriye ve Anadolu'ya giren Türkler, kendinden önceki bazı kavimler gibi, bu
bölgeleri işgal ve istilâ edip geri çekilmemişler, aksine kendileri için yeni bir yurt olduğu şuuruyla,
girdikleri toprakları mamur hâle getirmeyi hedeflemişlerdir.
Çadırlarıyla, arabalarıyla, çifti-çubuğuyla bütün bir millet, Anadolu'ya yerleşmiş, buraya kendi
kültürünün damgasını vurmuştur. Fethedilen bölgelerde uygulanan toprak sistemi, askerî olduğu
kadar, idarî ve sosyal bakımlardan da devlet ve milletin gelişip, güçlenmesine imkân sağlamıştır.
Türklerin İslâmî dönemde de büyük ve kalıcı imparatorluklar oluşturabilmesinde uygulanan toprak
sisteminin büyük önemi vardır. Selçuklu ve Osmanlı toprak sisteminin genel özelliklerini ortaya
koymak, bu devletlerin sosyal, idarî ve askerî yapısındaki değişme ve gelişmeleri takip edebilmemiz
açısından da oldukça önemlidir. Selçuklularda miri toprakların "ikta" yoluyla hizmet ehline verilmesi,
İslâm devletlerinde görülen bir uygulama olmakla birlikte, yukarıda belirtildiği gibi, Türklerin yaşayış
ve teşkilâtı göz önüne alındığında bu sistemde İslâm öncesi uygulamaların izleri de görülebilir.
Konargöçer Türk yaşayışında belirli yaylak ve kışlaklarda "yurt" tutan halk, Selçuklularda ve
Osmanlılarda görülen "ikta", "tımar" veya "yurtluk-ocaklık" sistemine pek de yabancı değildir. Bu
uygulamalar arasındaki farklar ise daha çok sosyal yaşantıdaki değişme ve gelişmelerle izah
edilebilir. Selçuklu "ikta" sisteminde hizmetleri karşılığında askerî ve sivil görevlilere verilen topraklar
oldukça büyük iken, feodal yapıyı kırmaya çalışan Osmanlılar "dirlik"leri küçük tutarak merkezi
yapıyı kuvvetlendirmişlerdir. Askerî sistemde de benzer değişiklikler, sosyal ve idarî yapının
gelişmesiyle izlenebilir. Haşer-kaşer sisteminden yaya-müsellem'e geçiş, yaya-müsellemden
"kapıkulu" ve timarlı sipahi'ye geçiş aslında bu açıdan ele alınmalıdır.
Selçuklular, hizmetleri karşılığı belirli toprakların gelirlerini alan ikta sahibi askerlerin yetersiz kaldığı
hâllerde, taşrada oturan veya konargöçer yaşayan kimseler arasından askerlik hizmeti için
yararlanmışlardır. Kimine göre "haşer-kaşer" denilen ve sultanın hassa askerî sayılan bu zümre,
"ulufe" alan maaşlı askerlerdir. Ancak bunların bütün zamanlarını askerliğe ayırmamaları, onları
profesyonel askerlerden ayırır. "Haşer ve kaşer"ler, taşrada tarım ve hayvancılıkla uğraşmakta,
ancak savaş zamanı seferlere katılmaktadır. Dolayısıyla, profesyonel olmayan bu sınıf, sefere
gitmedikleri zaman, "elli başı" veya "bölükbaşı" denilen görevliler tarafından belirli bir süre
eğitilmektedir. Neticede "haşer-kaşer", her ne kadar sultanın hassa birliği olarak taltif edilmişlerse
de, hizmetleri açısından "gönüllü asker" sayılmalıdır. Anadolu Beylikleri döneminde, hükümdarın atlı-
yaya kuvvetleri, beylerin sahip oldukları ikta dolayısıyla beslemek zorunda oldukları askerler, dirlik
sahibi sipahlar ve "çerik" denilen aşiret kuvvetleri, orduyu oluşturan belli başlı unsurlardı. Savaş
zamanında "gönüllü" adı ile birtakım kuvvetler de orduya katılmaktaydı ki, bunlar Anadolu
Selçuklularındaki "haşer-kaşer"lerle aynı statüye sahipti. Zaman içerisinde çerik denilen aşiret
kuvvetleri ve haşer kaşer denilen gönüllüler askerî sistem içerisinde güç kazanmışlardır. Osmanlı
Devletinin kuruluşunda "yaya-müsellem" adıyla daha da gelişen sistem, bu açıdan köklerini
Selçuklular ve beyliklerden alır.
Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey, Bizans'a ucunda giriştiği gaza ve cihatlarda, fetih sonrası
tımar tevcih edeceği Türkmen kuvvetleri ile Anadolu Selçuklularında haşer kaşer diye bilinen çift
çubuk sahipleri ve ahi gençleri (feteyan) gibi gönüllülerden faydalanmıştır. Söğüt, Bilecik,
Karacahisar, Eskişehir civarındaki köy ve çiftliklerde tarım ve hayvancılıkla uğraşan kır kesimi yoğun
biçimde savaşlarda ve fetihlerde rol almıştır. Dolayısıyla bunlar bir nev'i hükümdarın hassa ordusu
görevini görmüş ve bu görevleri karşılığında ise belirli gelirlere sahip olmuşlardır. Orhan Bey
zamanında fetihlerin artması, idarî, malî ve askerî düzenlemeleri zorunlu hale getirmiştir. Savaş
zamanında Orhan Bey'in yanında yer alan bu gönüllü gençler, o sırada vezir olan Alaaddin Paşa'nın
önerisiyle tanzim edilir. Sivillerden ayrılabilmesi için, bunlar başlarına "ak börk" giyerler. Fetihlerden
sonra tımar alanlar ise "kırmızı börk" giymeye başlarlar.
Köylü çiftçi gönüllülerin ve Türkmen kuvvetlerinin sürekli askerliğe geçişleri için, onların gönüllü
olmaktan çıkarılması ve verdikleri hizmete karşılık belirli vergilerden muaf tutulmaları gerekli idi.
Çandarlı Halil Paşa, kendilerine "çiftlik" verilmeleri karşılığında, bu grubu düzenli asker statüsüne
sokmayı başarmıştır. Nitekim bu düzenlemeden sonra pek çok kişi "yaya" yazılmak üzere
başvurmuştur. İdris-i Bitlisi'ye göre yayalar 10, 100 ve 1000 kişiye göre tanzim edilip, başlarına bir
görevli getirilmiştir. Yayalar piyade olarak, müsellemler ise atlı olarak hizmet görmüşlerdir.
Çiflik gelirlerinin büyüklüğüne göre yayanın dışında, umumiyetle kendi ailesinden olan "yamak"
beslemek yolu ile sefere eşmişlerdir. Batı Anadolu ve Rumeli'nin fethinde önemli roller oynayan yaya
ve müsellemler zaman içerisinde önemlerini kaybedeceklerdir. Çünkü çiftini çubuğunu bırakarak,
uzun seferlere çıkmak, hem kendileri için hem de devletin fetih siyaseti için uygun düşmemektedir.
Nitekim padişahın hassa ordusu içerisinde müsellemlerin yerini "sipah" zümresi, yayaların yerini ise
"azab" zümresi alarak, kapıkulu askerlerinin temeli atılacaktır. Bu zümrelerin güçlenmesi yaya ve
müsellemlerin fonksiyonlarını ikinci plâna atmış, Osmanlı devletinin fetih amaçlı savaşlarında,
belirleyici bir unsur olma özelliklerini kaybetmelerine yol açmıştır.
Görüldüğü gibi, Selçuklu devrinden, Osmanlı kuruluş dönemine kadar, Anadolu ve Rumeli'nin
Türkleşmesinde gönüllü diyebileceğimiz "haşer-kaşer" veya "yaya-müsellem"ler, Göktürklerdeki
"sülemek-kondurmak" siyasetini, bu devirlerde de uygulamışlardır. Osmanlı Devleti'nin bir cihan
imparatorluğu hâline geldiği yıllarda ise, Selçuklu "ikta"sının daha gelişmiş şekli olan "dirlik" (tımar)
uygulaması ön plâna çıkacaktır. Savaş ve fetihlerde yararlık gösteren sipahilere, belirli toprakların
gelirinin verilmesini esas alan "dirlik"ler, XVII. yüzyıla kadar, Osmanlı idarî, mali ve askerî yapısının
temelini oluşturmuştur. Dirlikler, liyakat ve görev esasına göre üç kısma ayrılırdı.
20 bin akçaya kadar olan vergi gelirleri "tımar", 100 bin akçaya kadar ki gelirler "zeamet" ve 100
binden fazlası ise "has" adıyla kaydedilirdi. Dirlik sahipleri umumiyetle her 5 bin akça için bir
"cebelü", yani donanımlı asker beslemek ve savaş zamanı onlarla birlikte sefere "eşmek"
zorundaydı. Fethedilen topraklar büyüdükçe, yeni tımar tevcihleri yapılarak, asker sayısı hızla artıyor
ve böylece, hem askerî hem malî hem de idarî açıdan Osmanlı devleti güçleniyordu. Osmanlı
ülkesinin büyük bir bölümü tımar sistemi içinde yer aldığından, idarî yapının esasında da toprak
tasarruf şekilleri belirleyici unsur olmuştur.
Osmanlı Devleti esas olarak güçlü bir merkezi yapıya sahip olmakla birlikte, yerinde yönetim güzel
bir şekilde uygulanmıştır. Tabandan tavana yükselen bir piramit oluşturan taşra teşkilâtında
köylerden eyaletlere uzanan bir idarî bütünlük görülür. Aynı zamanda müstakil vergi birimleri olan
mezraa ve köyler bir araya gelerek "nahiye"yi, nahiyeler "kaza"yı, kazalar ise "sancak"ı oluşturur.
Sancaklar ise "beylerbeyilik" veya "eyalet" denilen üst idarî yapılara bağlanır. Başlangıçta sadece
askerî görevli olarak görülen fakat daha sonra hem askerî hem de idarî açıdan görevler üstlenen dirlik
sahipleri, bu idarî ünitelerin yöneticileridir. Timar sistemine göre "ehl-i seyf" (askerî kesim)
umumiyetle nahiye ve kazalarda "sübaşı", sancaklarda "sancak beyi" ve eyaletlerde "beylerbeyi"
adıyla liyakat ve vazifelerine göre dirlik alırlar.
Ehl-i ilm (ilim sahibi) olanlar ise kaza ve sancak merkezlerinde "kadılık" görevini üstlenirler.
Anadolu ve Rumeli kadılıklarına bağlı olan kadılar, Osmanlı hukukunu bulundukları bölgede
uygulamakla yükümlü en üst sivil görevlilerdir. Onlar da rütbe ve derecelerine göre "yevmiye" alırlar.
Burada Osmanlı askerî ve idarî yapısının tamamını değil sadece bir bölümünü ele aldık. Çünkü
Osmanlı Devleti'nin bir cihan devleti hâline gelmesinde bu sistem hayatî bir rol oynamıştır. XVI.
yüzyıldan sonra fetihlerin durması, dirlik sisteminin bozulmaya başlaması, devleti sarsmaya başlar.
Buna rağmen Osmanlı Devleti üç yüzyıl daha iyi kötü varlığını devam ettirir. Şüphesiz devleti uzun
müddet ayakta tutmaya yeten gücün ardında, köklü Türk kültürü ve devlet anlayışı yatar. Osmanlı
Devleti, uzun müddet Türk töresini ve anlayışını, çağının şartlarına uygun olarak geliştirerek
korumasını bilmiştir. Bu anlayıştan uzaklaşılması ve kurtuluş çarelerinin yanlış yerlerde aranması
devletin sonu olmuştur.


KAYNAK:http://www.zafersen.com/

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder