29 Mart 2015 Pazar

İlk denizaltı tahtelbahir

İlk denizaltı tahtelbahir


Dünyadaki ilk denizaltı, 1719 yılında Osmanlı Devleti'nde yapıldı. Mimar İbrahim Efendi tarafından yapılan yaklaşık 15 metre uzunluğundaki bu denizaltının ismi 'Tahtelbahir'di. İlk defa bir sünnet şöleni sırasında halka sergilendi.


İlk denizaltı tahtelbahir
Ağız kısımlarından birleştirilmiş kayıklardan oluşan denizaltı, su geçirmemesi için katranla kaplanmıştı. Batıp tekrar su yüzüne çıkmasını sağlayan sistem ise halatlarla tekneye bağlanan ağırlıkların bırakılıp tekrar toplanmasıyla sağlanıyordu. Teknenin dış tarafındaysa yelpazeye benzer uçlar, su altında içeridekilerin nefes almasını sağlamak amacıyla bir havalandırma sistemi oluşturuyor.

Mimar İbrahim Efendi, bu sistemin gövde üzerinde çirkin gözükmesini önlemek için dışarıdaki uçların gövdeye konan kuş görünümü almasını sağlamıştı.

Seyyid Vehbi'nin Sürname-i Hümayun'da anlattığı bu mucize buluş bize Osmanlılarda denizaltıların ilk denemelerinin başarıyla gerçekleştiğini göstermektedir. Dünyanın ilk denizaltısı olan Tahtelbahir,  bilim ve medeniyet konusunda Türklerin Batı'dan çok zaman önce uzun yollar katettiğinin de bir resmidir.

Bu buluştan bir asır sonraysa dünya tarihi yine bir ilke sahne olacak ve Sultan İkinci Abdülhamid'in direktifleriyle dünyanın torpil atabilen ilk denizaltısı donanmamıza kazandırılacaktı. 6 eylül 1886 yılında suya indirilen ve Abdülhamid adı verilen denizaltı dünya tarihinin savaşçı özellikleri taşıyan ilk denizaltısıdır.

27 Mart 2015 Cuma

Paralel Evrenin Kapısı

Paralel Evrenin Kapısı Gelecek Hafta CERN'de Aralanıyor

Paralel Evrenin Kapısı Gelecek Hafta Aralanıyor
Büyük Hadron Çarpıştırıcısını denemeye devam eden bilim adamları, gelecek hafta yapacakları deneyde paralel evrenlerle iletişim kurabileceklerini ifade ettiler. Aklımıza hemen Half Life geliyor nedense?
LHC’nin (Büyük Hadron Çarpıştırıcısı) gelecek hafta yapılacak olan deneyi sessiz sedasız yaklaşıyor. Ancak CERN laboratuvarlarında herkes o kadar sakin değil. Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC İngilizcesi Large Hadron Collider), İsviçre'de Cenova CERN laboratuvarlarında 2008 yılında devreye girdi ve yüksek enerjili parçacık fiziği deneyleri yapılmasına imkân veren bir proje olarak tanındı.
Büyük Hadron Çarpıştırıcısı
İsviçre - Fransa sınırında, daha önce İkinci Dünya Savaşı’nda kullanılmış olan ve yerin 100 metre altında, 27 km uzunluğunda olan LEP tünelinde kurulmuş olan Büyük Hadron Çarpıştırıcısı, protonlara ilave olarak da kurşun iyonlarını ışık hızına çok yakın bir hıza ulaştırarak çarpıştırabiliyor.
Çarpışmalarda ortaya çıkması beklenen mikro kara deliklerin ve gizemli cisimlerin dünyayı yok edeceğine inanılıyor ve solucan deliklerinin oluşarak zamanda yolculuğun mümkün olabileceği söyleniyordu.
Paralel Evrenin Kapısı Gelecek Hafta Aralanıyor
Bunların hiçbiri olmadı ancak, önümüzdeki hafta denenecek olan yeni bir girişim paralel evrenin kapılarını aralayabilecek. Yapılacak olan deney sadece fizik kurallarına değil felsefe kuramlarında da gerçekleşmesi muhtemel sonuçlar oluşturacak diye düşünülüyor.
Kuantum mekaniğinin yorumlarından biri olan Paralel Evren kuramı; gerçekliğin kendisi olarak tüm evren için tek ve evrensel bir dalgalanma fonksiyonunu anlatır. Bu evrensel dalga fonksiyonu, dünyadaki bütün olasılıkları ve hatta bunun dışında olası bütün dünyaları kapsıyor. Yani yaptığımız her şeyin evrende bir etki yarattığı kuramı olarak da biliniyor.
LHC bilim adamları bir arada
Gelecek hafta yapılacak olan deneyde, CERN bilim adamları paralel dünyalardan çok başka boyutlardaki evrenleri bulabileceklerine inanıyorlar. Yapılacak olan deneyin bir küçük kara delik oluşturacağı ve bu deliğin başka boyutlardaki evrenlere açılacak bir kapı olabileceği savunuluyor. Bunun için LHC 11 trilyon tera elektron volt şiddetinde parçacık çarpıştıracak.
Tesis ve LHC ile lgili küçük bir belgeseli videomuzdan izleyebilirsiniz.


13 Mart 2015 Cuma

Evren: Dev Zaman Makinesi

Evren: Dev Zaman Makinesi
Zamanda yolculuk yapmak insanoğlunun en büyük hayallerinden. Ancak bırakın zamanda yolculuk yapmayı, henüz zamanı tanımlamayı bile başarabilmiş değiliz.


Yine de bir zaman makinesinin içinde yaşadığımızı söyleyebiliriz. Evren, Büyük Patlama’dan bugüne kadar geçen süreyi adeta gözlerimizin önüne seriyor.
Isaac Newton’ın mutlak zaman ve mekân kavramları, Newton mekaniğinin temel yapı taşlarını oluşturur. Newton’a göre zaman mutlaktır ve uzayın her noktasında aynı hızla akar. Basitçe söylemek gerekirse bizim 1 saniyemiz ile başkalarının 1 saniyesi arasında fark yoktur.
Einstein ise özel görelilik kuramı ile ışık hızına yakın hızlarda hareket eden nesneler için zamanın daha yavaş ilerlediğini ortaya koymuş, ardından genel görelilik kuramı ile kütleçekimini yeniden tanımlamıştır. Einstein’a göre kütleçekiminin kaynağı, kütlelerin uzay-zamanın dokusunda sebep olduğu eğilmelerdir. Buradan da, kütlenin zamanın akış hızını etkilediği sonucuna ulaşılır.
Konumumuzu belirlememizi sağlayan GPS uyduları, Dünya’nın etrafında, yeryüzündeki insanlara oranla daha hızlı hareket eder. Uyduların göreceli hızından ötürü, zaman uydular için farklı akar. Bu fark herhangi bir sinyal kaymasından ya da saatlerin bozuk olmasından kaynaklanmaz. Einstein’ın genel görelilik kuramı tarafından çok büyük bir kesinlikle tahmin edilebilir. Uyduların bize göre daha hızlı hareket etmesi uydulardaki saatlerin daha yavaş çalışmasına ve her gün yeryüzündeki saatlere göre 7 mikrosaniye (0,000007 saniye) geri kalmasına neden olur. Diğer yandan Dünya’nın kütleçekiminin etkisi uydulardaki saatlerin daha hızlı çalışmasına ve her gün yeryüzündeki saatlerden 45 mikrosaniye ileri gitmesine neden olur. Sonuç olarak uydulardaki saatler her gün yeryüzündeki saatlerden 45-7=38 mikrosaniye ileri gider. Dikkate değer gibi görünmese de, eğer bu fark giderilmeseydi GPS sistemi hiçbir işe yaramazdı. Örneğin 24 uydunun tümündeki saatleri, Dünya’daki saatlere göre ayarladığınızı ama görelilik kuramlarını hesaba katmadığınızı düşünün. Bunun sonucunda uydular konumlandırma yaparken 1 gün için 10 km hata vermeye başlayacak ve bu hata katlanarak büyümeye devam edecektir. Benzer şekilde, kozmonot Sergei Avdeyev, uzayda geçirdiği 747 günün sonunda yeryüzündeki insanlardan 0,02 saniye daha az yaşlanmıştır. Bütün bunlar zamanda yolculuk anlamına mı geliyor?
Gökyüzüne baktığımız her an aslında geçmişi seyrediyoruz. Bize en yakın yıldız olan Güneş, Dünya’dan 150 milyon km uzakta. Güneş ışınları ışık hızı nedeniyle yeryüzüne 8,4 dakikada ulaştığı için Güneş’in şu anki konumunu değil 8,4 dakika önceki konumunu görürüz. Güneş Sistemi’ne en yakın yıldız Proksima Erboğa ise 4,24 ışık yılı uzakta. Eğer bu yıldızı 2015 yılının Mart ayında gökyüzünde görebilirsek, aslında onun ancak Ekim 2010’daki halini görmüş olacağız.
Güneş Sistemi, Samanyolu Gökadası’nın bir üyesidir. Samanyolu’nun en yakın komşusu ise 3,75 milyar yıl sonra çarpışacağımız Andromeda Gökadası. Andromeda, ay ışığının ve yapay ışıkların olmadığı bir gecede çıplak gözle görülebiliyor. Bizden tam 2,5 milyon ışık yılı uzakta, yaklaşık 1 trilyon yıldıza ev sahipliği yapan bir gökadayı seyredebilmek büyüleyici değil mi? Peki Andromeda’nın, çok detaylı olmasa da, 2,5 milyon yıl önceki halini izlemek bir nevi zamanda yolculuk sayılmaz mı?
Hawking’in dediği gibi “Eğer zamanda yolculuk mümkünse, gelecekten gelen misafirlerimiz nerede?”
Kaynak
Uğur ÇONTU
http://www.bilimgenc.tubitak.gov.tr/makale/evren-dev-zaman-makinesi#sthash.QPt6SLLz.dpuf

8 Mart 2015 Pazar

Dev karadelik

Evrenin 'şafağında' dev karadelik
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Gökbilimciler, Evren'deki en eski ve en büyük süper dev karadeliği bulmuş olabileceklerini açıkladı. Karadeliğin kütlesi Güneş'in yaklaşık 12 milyar katı.
 
Büyük Patlama'dan sadece 900 milyon oluşan ve kütlesi Güneş'in tam 12 milyar katına denk gelen süper dev karadelik keşfedildi. Gökbilimciler, karadeliklerin 'anası' olabileceğini belirttikleri dev kozmik yapının Güneş'in bir milyar katı daha fazla enerji saçtığını açıkladı.
Derin uzaydaki en yüksek enerji ve parlaklığa sahip kozmik yapıları temsil eden bir kuasarın merkezinde yer alan süper dev karadelik, Samanyolu'nun merkezinde yatan karadeliği de yanında cüce bırakıyor. Samanyolu'nun merkezindeki karadeliğin kütlesinin, Güneş'in yaklaşık 3 milyon katı olduğu düşünüldüğünde yeni keşfedilen karadeliğin büyüklüğü daha iyi anlaşılıyor.
Araştırmada yer alan Arizona Üniversitesi'nden Xiaohui Fan, 'birçok gökbilimcinin evrenin erken döneminde bu kadar büyük bir kozmik yapının var olduğuna şaşırdığını' belirtti. Steward Gözlemevi'nde görev alan Fan, CBS News'a yaptığı açıklamada, "Karadeliklerin büyümesi için zaman gerekiyor... Bir tohumdan büyüme başlıyor ve zaman içinde daha fazla materyal toplayarak büyümeye devam ediyor. Keşfedilen karadelik bebekliğinde devasa bir boyut kazanmış" ifadesini kullandı.
Almanya'nın Max Planck Astronomi Enstitüsü'nden Bram Venemas ise karadeliğin büyüklüğü karşısında şaşkına döndüğünü söyledi. Venemas, "Teorik olarak Güneş'in kütlesinin 10 milyar katından fazlasına sahip bir karadeliğin Büyük Patlama'nın üzerinden 1 milyar yıl geçmeden bulmak akıl almaz bir durum... Yine de Evren'in bu kadar erken zamanına ait bir sırrı ortaya çıkarmak şaşırtıcı" yorumunu yaptı.
Derin uzayı aydınlatıyor
Nature dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, süper dev karadeliğin merkezinde yer aldığı SDSS J0100+2802 kuasarı, Güneş'ten yaklaşık 420 trilyon kat daha parlak. Makalenin yazarlarından Pekin Üniversitesi öğretim üyesi Xue-Bing Wu, "Bu kadar parlak ve büyük olması karadeliği gibi kuasarı da nadir kılıyor... En uzak galaksideki deniz feneri gibi bizim için Evren'in erken zamanlarını aydınlatıyor" dedi.
Samanyolu'nun ötesindeki en güçlü kozmik yapılar olarak kabul edilen kuasarların ilki, 1963 yılında keşfedilmişti. Gökbilimciler o tarihten bu yana 0.7 milyar yıl ve sonrasında oluşmuş yaklaşık 200 bin kuasar keşfetti.
Fan, parlaklıkları sayesinde tespit edilmeleri çok daha kolay olan kuasarların derin uzay keşiflerini kolaylaştırdığını, Evren'in evrimine uzanan sinyallere benzediklerini ifade etti.
Kaynak: Al Jazeera Türk

1 Mart 2015 Pazar

ATEŞİ YALITAN MUCİZE: AEROJEL

ATEŞİ YALITAN MUCİZE: AEROJEL Doğa Ve Teknoloji


AerojelUzay teknolojisinde kullanılan aerojel, silika esaslı bir katı malzemedir. Milyonlarca ufak delikten oluşan yüzeyi, süngeri andırır. %99.8'i havadan oluşmaktadır. Işığı geçirgen narin yapısı, ona “donmuş duman” adı verilmesine sebep olmuştur.
En gelişmiş fiber-glas yalıtım malzemesinden 39 kat daha fazla yalıtım kabiliyetine sahiptir.
Aerojeller, bir başka silika (kum) esaslı madde olan camla kıyaslandığında 1000 kat daha az yoğunluğa ve delikli bir yapıya sahiptir. Büyüklüğü milimetrenin milyarda biri kadar olan delikler, bir ağ gibi malzemenin içini kuşatır ve deliklerin etrafı da başka bir malzeme ile kaplıdır.
Uzayda dolaşan toz zerrelerini yakalayabilmek amacıyla gönderilecek olan Spacedust (uzay tozu) Gemisi’ne aerojelden oluşan bir panel eklendi. Uzayda yüksek hızla dolaşan toz zerreleri, bu panel sayesinde hiçbir hasara uğramadan dünyaya getirilebilecek.
Aerojel, bilinen köpüklerden ve diğer yalıtım maddelerinden çok daha üstün özelliklere sahiptir. Öyle ki, oksijen kaynağıyla direkt verilen ateşi bile yalıtabilmektedir (solda).(1)
Aerojel
Aerojel Nasıl Elde Edilir?
Aerojeller, silika esaslı sıvı bir jelin yüksek ısı ve basınç altında daha önceden belirlenmiş kritik bir noktaya kadar kurutulması ile elde ediliyor. NASA’ya ait Jet Propulsion Laboratuarları’nda üretilen aerojeller, neredeyse havanın yoğunluğuna yaklaşmış durumda...
“…yakın geçmişte NASA tarafından rafine edilerek dünyanın en hafif katı maddesi olarak onaylandı. Evet, bu madde Guinness Rekorlar Kitabı’na bilinen en hafif katı madde olarak girdi. Özgül ağırlığı 0.00011 olan (havanınki 0.0004) aerojelin görüntüsü, bir alanda toplanarak dondurulmuş şeffaf ve ağırlıksız bir dumana benziyor; ancak bu görüntünün ardında oldukça sert bir madde yatıyor.”(2)
Kaya Bloğu
Küçük bir parça aeorjel büyük bir kaya bloğunu hiçbir deformasyona uğramadan taşıyabilmektedir.
Aerojellerle ilgili olarak , masrafları Amerikan hükümeti tarafından karşılanan bir proje yürütülmektedir. Berkeley Laboratuarları’nda devam etmekte olan bu projede, aerojelleri günlük kullanıma sunmaya yönelik araştırma faaliyetleri yürütülmektedir. Aerojelin doğaya zarar vermeyen yapısı, bu konuda cesaretlendirici bir rol oynamaktadır. Parçalanan bir aerojel parçasından geriye sadece doğada her an bulunabilen % 100 doğal bir malzeme kalmaktadır: Kum…
Kurşunu Bile Durduran Güç
Aerojellerin kinetik enerjiyi emen yapısı, bu maddenin, önümüzdeki yıllarda güvenlik ve yalıtım alanlarında kullanılacağına dair güçlü sinyaller vermektedir. Geleceğin arabalarında, kazaların etkilerini önleyici aerojelleri görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Yakın bir gelecekte, diz üstü bilgisayarlar ya da elektronik uçak kontrol mekanizmaları gibi değerli malzemelerin yapımında aerojeller önemli yer tutacaktır.
Bugün pek çok bilim adamı, doğadaki muhteşem yapının farkına varmış ve bu tasarımları rehber edinmiştir. Bu sayede, bundan 50 yıl önce ancak bilim kurgu filmlerinde görülebilecek malzemeler, bugün günlük yaşamda yerlerini almaktadırlar.
Yüce Rabbimiz, yeryüzünü sonsuz sanatının örnekleriyle donatmıştır. Görmesini bilen bir göz için, her yer Rabbimiz'in sonsuz aklının, sonsuz bilgisinin delilleri ile doludur.
 
Alıntılar
(1) www.jpl.nasa.gov/technology/features/aerogel.html
(2) http://www.ntv.com.tr/news/195126.asp?cp1=1
 
 
http://www.evrenvebilim.com/aerojel.html

EĞER YILDIZLAR BİRBİRLERİNE BİRAZ DAHA YAKIN OLSALARDI

EĞER YILDIZLAR BİRBİRLERİNE BİRAZ DAHA YAKIN OLSALARDI Uzay


 
Guy Murchie, Amerikalı bilim yazarı (1)
YıldızMilattan sonra 1054 yılının 4 Temmuz gecesi, Çin İmparatorluğu'nun astronomları, gökyüzünde çok dikkat çekici bir olayın gerçekleştiğini gözlemlediler. Gökyüzündeki boğa burcunun yakınlarında, aniden çok parlak bir yıldız ortaya çıktı. Yıldız o kadar parlaktı ki, ışığı gündüzleri bile kolaylıkla farkedilebiliyor, gece ise neredeyse Ay'dan daha parlak görünüyordu.
Çinli astronomların gördükleri ve kaydettikleri bu olay, evrendeki en ilginç astronomik oluşumlardan biriydi aslında. Bu bir "süpernova"ydı.
Süpernova deyimi, astronomlar tarafından bir yıldızın patlayarak dağılmasını isimlendirmek için kullanılır. Dev bir yıldız, korkunç bir patlama ile kendisini yok eder ve içindeki madde de yine korkunç bir hızla dört bir yana dağılır. Bu patlama sırasında yayılan ışık, yıldızın normal ışımasından binlerce kat daha kuvvetlidir.
Astronomlar süpernovaların evrenin oluşumunda çok önemli bir rol oynadığını düşünürler. Bu patlamalar, astronomların tahminine göre, maddenin evrende bir noktadan başka noktalara taşınması işine yarar. Patlama sonucunda dağılan yıldız artıklarının, evrenin başka köşelerinde birikerek yeniden yıldızlar ya da yıldız sistemleri oluşturduğu varsayılmaktadır. Bu varsayıma göre, Güneş, Güneş Sistemi içindeki gezegenler ve bu arada elbette bizim Dünyamız da, çok eski zamanlarda gerçekleşmiş bir süpernova patlamasının sonucunda ortaya çıkmıştır.
Ancak işin ilginç yanı, ilk bakışta basit birer patlama gibi durabilecek olan süpernovaların, gerçekte çok hassas bazı dengeler üzerine kurulmuş olmalarıdır. Michael Denton, Nature's Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında şöyle yazar:
Süpernova
Hubble uzay teleskopu tarafından görüntülenen 1987A isimli süpernova.
Süpernovalar ve aslında bütün yıldızlar arasındaki mesafeler çok kritik bir konudur. Galaksimizde yıldızların birbirlerine ortalama uzaklıkları 30 milyon mildir. Eğer bu mesafe biraz daha az olsaydı, gezegenlerin yörüngeleri istikrarsız hale gelirdi. Eğer biraz daha fazla olsaydı, bir süpernova tarafından dağıtılan madde o kadar dağınık hale gelecekti ki, bizimkine benzer gezegen sistemleri büyük olasılıkla asla oluşamayacaktı. Eğer evren yaşam için uygun bir mekan olacaksa, süpernova patlamaları çok belirli bir oranda gerçekleşmeli ve bu patlamalar ile diğer tüm yıldızlar arasındaki uzaklık, çok belirli bir uzaklık olmalıdır. Bu uzaklık, şu an zaten var olan uzaklıktır.(2)
Süpernovaların oranları ve yıldızların mesafeleri, aslında evrenin sahip olduğu büyük düzenin çok küçük iki ayrıntısıdır. Evreni biraz daha detaylı olarak incelediğimizde ise, karşılaştığımız düzen olağanüstüdür. Bunlardan bir tanesi de yıldızlar arasındaki mesafedir.


Boşluklar Niçin Var?
Big Bang'den sonra ortaya çıkan evren, öncelikle sadece hidrojen ve helyumdan ibaret bir gaz yığını olmuş, sonra ise bu gaz yığını, özellikle tasarlanmış olduğu açık olan nükleer reaksiyonlarla daha ağır elementleri meydana getirmiştir. Ama evrenin yaşam için uygun bir yer haline dönüşmesi, sadece ağır elementlerin varlığıyla mümkün olmaz. Bundan da önemli olan bir nokta, evrenin nasıl bir şekil ve düzen aldığıdır.
Bu incelemeye, önce evrenin ne kadar büyük olduğuna bakarak başlayalım.
Dünya gezegeni, bildiğimiz gibi Güneş Sistemi'nin bir parçasıdır. Bu sistem, evrenin içindeki diğer yıldızlara göre orta-küçük bir yıldız olan Güneş'in etrafında dönmekte olan dokuz gezegenden ve onların elli dört uydusundan oluşur. Dünya, sistemde Güneş'e en yakın üçüncü gezegendir.
YıldızlarÖnce bu sistemin büyüklüğünü kavramaya çalışalım. Güneş'in çapı, Dünya'nın çapının 103 katı kadardır. Bunu bir benzetmeyle açıklayalım; eğer çapı 12.200 km. olan Dünya'yı bir misket büyüklüğüne getirirsek, Güneş de bildiğimiz futbol toplarının iki katı kadar büyüklükte yuvarlak bir küre haline gelir. Ama asıl ilginç olan, aradaki mesafedir. Gerçeklere uygun bir model kurmamız için, misket büyüklüğündeki Dünya ile top büyüklüğündeki Güneş'in arasını yaklaşık 280 metre yapmamız gerekir. Güneş Sistemi'nin en dışında bulunan gezegenleri ise kilometrelerce öteye taşımamız gerekecektir.
Ancak bu kadar dev bir boyuta sahip olan Güneş Sistemi, içinde bulunduğu Samanyolu galaksisine oranla oldukça mütevazidir. Çünkü Samanyolu galaksisinin içinde, Güneş gibi ve çoğu ondan daha büyük olmak üzere yaklaşık 250 milyar yıldız vardır. Bu yıldızların içinde Güneş'e en yakın olanı Alpha Centauri'dir. Eğer Alpha Centauri'yi az önce yaptığımız ölçeğe, yani Dünya'nın misket büyüklüğünde olduğu ve Güneş ile Dünya'nın arasının 280 metre tuttuğu ölçeğe yerleştirirsek, onu Güneş'in 78 bin kilometre uzağına koymamız gerekir!
Evren
Modeli biraz daha küçültelim. Dünya'yı gözle zor görülen bir toz zerresi kadar yapalım. O zaman Güneş ceviz büyüklüğünde olacak ve Dünya'ya üç metre mesafede yer alacaktır. Bu ölçek içinde Alpha Centauri'yi ise Güneş'ten 640 kilometre uzağa koymamız gerekir.
Samanyolu galaksisi, işte aralarında bu denli inanılmaz mesafeler bulunan 250 milyar yıldızı barındırır. Spiral şeklindeki bu galaksinin kollarının birisinde, bizim Güneşimiz yer almaktadır.
Ancak ilginç olan, Samanyolu galaksisinin de uzayın geneli düşünüldüğünde çok "küçük" bir yer oluşudur. Çünkü uzayda başka galaksiler de vardır, hem de tahminlere göre, yaklaşık 300 milyar kadar!... Bu galaksilerin arasındaki boşluklar ise, Güneş ile Alpha Centauri arasındaki boşluğun milyonlarca katı kadardır.
George Greenstein, bu akıl almaz büyüklükle ilgili, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında şöyle yazar:
Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda ve diğer gök cisimlerinde süregiden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim gökyüzünde çok daha fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama pardon, evet; bir fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan "ben" olmazdım... Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır.(3)
Greenstein, bunun nedenini de açıklar; uzaydaki büyük boşluklar, bazı fiziksel değişkenlerin tam insan yaşamına uygun biçimde şekillenmesini sağlamaktadır. Ayrıca Dünya'nın, uzay boşluğunda gezinen dev gök cisimleriyle çarpışmasını engelleyen etken de, evrendeki gök cisimlerinin arasının bu denli büyük boşluklarla dolu oluşudur.
Kısacası evrendeki gök cisimlerinin dağılımı, insanın yaşamı için tam olması gereken yapıdadır. Dev boşluklar, amaçsız yere ortaya çıkmamışlardır; amaçlı bir yaratılışın sonucudurlar.
 
Alıntılar
(1) Guy Murchie, The Seven Mysteries of Life, Boston: The Houghton Mifflin Company, 1978, s. 598
(2) Michael Denton, Nature's Destiny, s. 11
(3) George Greenstein, The Symbiotic Universe, s. 21
 
http://www.evrenvebilim.com/bosluklar.html
 

20 MİLYON YILLIK ÖRÜMCEK FOSİLİ

20 MİLYON YILLIK ÖRÜMCEK FOSİLİBİZE NE ANLATIYOR?
Evrim Yanılgısı


Karıncalardan ağaçlara, yarasalardan köpek balıklarına kadar çok çeşitli türlere ait yaşayan fosiller mevcuttur. Bu durum, doğa tarihi boyunca hiçbir evrimleşme yaşanmadığının kesin bir belgesidir. Manchester Üniversitesi'nde bir araştırmacı olan Dr. David Penney tarafından bulunan, kan içeren ilk örnek olma özelliğindeki örümcek fosili de son dönemlerde "yaşayan fosiller" listesine eklenen ve tarih boyunca evrim yaşanmadığını kanıtlayan açık örneklerden yalnızca biridir.
Reçine İçinde 20 Milyon Yıl Gizlenen Mucize
"Yaklaşık yirmi milyon yıl önce ağaçtan yukarı tırmanmakta olan bir örümcek, üzerine aniden akan reçinenin içinde hapsoldu ve öldü."
Manchester Üniversitesi'nden Dr. David Penney, reçine içinde bulduğu örümcek fosilini böyle açıklamaktadır. Araştırmacı, fosili, Dominik Cumhuriyeti'ne 2003 yılında yaptığı bir ziyaret sırasında buldu. Fosil üzerinde daha sonra gerçekleştirdiği araştırmalar ise şaşırtıcı bir bulgu ortaya koydu. Örümcekten iki minik damla kan yirmi milyon yıl boyunca bozulmadan kalmış, günümüze ulaşabilmişti. Böylece Penney'nin fosili, kan içeren ilk örnek olarak literatüre geçti.
Bilim çevrelerinde heyecan uyandıran fosil... Bilim adamları daha ileri araştırmalar için örümcek fosilinin kanından DNA elde edebilmeyi umduklarını açıklamışlardır. İçindeki kan örneğiyle bir ilk olan örümcek fosilinin bilim çevrelerinde ne denli büyük bir heyecana sebep olduğu, fosili bulan Dr. Penney'nin ifadelerinden de açıkça anlaşılmaktadır:
 "İçinde tek bir örümcek barındıran bir tutam reçinenin günümüzden yirmi milyon yıl öncesine bir pencere açabilecek olması harika... Örümceğin bedeninin reçinedeki kana göre pozisyonunu analiz ederek nasıl öldüğünü, o anda hangi yöne gitmekte olduğunu ve hatta hangi hızda hareket ettiğini dahi bulmamız mümkün olabilecek".
Örümcek Fosili
Evrimci Bir Bilim Adamının İtirafı
David Raup"Bazı insanlar fosillerin, Darwin'in hayatın tarihi hakkındaki görüşlerine kanıt olduğunu zanneder. Oysa ki bu kesinlikle yanlış bir düşüncedir." (Dr. David Raup (Chicago Doğa Tarihi Müzesi, Jeoloji Bölümü Başkanı) SBS Vital Topics, David B. Loughran, Nisan 1996, Stewarton Bible School, Stewarton, Scotland)
 
Örümcek Fosilinden Evrim Teorisine Darbe
  1. Örümcek FosiliDetayları Paleontology bilimsel dergisinde (2005, cilt. 48, bölüm 5) yayınlanan fosil bulgusu, örümceklerin yirmi milyon yıllık geçmişi hakkında çok önemli bir başka bilgi de sağlamaktadır: Söz konusu örümcek, günümüzde Güney Amerika'da yaygın olarak bulunan Filistitatidae örümcek ailesine ait ve yaşamakta olan örneklerinden farksız. Bu ise onu bir "yaşayan fosil" yapmaktadır.
  2. Yaşayan fosiller, günümüzdeki örnekleriyle fosil örnekleri arasında farklılık bulunmayan, dolayısıyla türlerin milyonlarca yıl boyunca hiçbir evrim geçirmediği gerçeğine ayna tutan kanıtlardır. Bu yönleriyle evrim teorisine ağır bir darbe oluşturmaktadırlar.
  3. Evrim teorisi, ancak değişen çevre şartlarına uyum sağlayabilen canlıların hayatta kalacağını, hayali birtakım rastlantısal değişimlerin etkisiyle canlıların bu süreçte başka canlılara evrimleşeceğini iddia etmektedir. Yaşayan fosiller ise teorinin türlerin zaman içinde değişen şartlara göre değişim geçireceği iddiasının asılsız bir  hikayeden ibaret olduğunu ortaya koymaktadır.
  4. Penney'nin örümcek fosili de evrim teorisine tüm bu gerçekler doğrultusunda son bir darbe oluşturmuştur. Çünkü bu fosil, örümceklerin yirmi milyon yıl gibi çok uzun süre boyunca dahi çevre şartlarındaki değişimden etkilenmediklerini, anatomik özelliklerini aynen koruduklarını kanıtlamaktadır.

Rakamlarla Örümcek Dünyası...
  • Kapı tuzaklı örümcekler, yaptıkları yuvada 10 yıl boyunca yaşayabilirler. Bütün ömrünü bu karanlık tünelde geçiren örümcek hemen hemen hiç dışarı çıkmaz. Avını yakalamak için kapağı açtığında bile, arka ayaklarını yuvadan çıkarmaz.
  • Örümcek ipliklerinin kimyasının anlaşılması için yapılan araştırmalar sırasında iplikler, örümceklerden özel makineler sayesinde sağılır. Böylece örümceklere zarar vermeden hayvan başına günde 320 metre ipek (yaklaşık 3 miligram) elde edilebilmektedir.
  • Boyları 2.5 - 3 cm kadar olan Güneybatı Afrika'da Namibia çölünde yaşayan bazı örümcek türleri, saniyede 2 metre gibi oldukça büyük bir hıza erişebilirler. Bu hızın tam olarak anlaşılması için şöyle bir örnek verilebilir. Örümceklerin tekerlek şekline getirdikleri gövdelerinin devir sayısı, saatte 40 kilometre hızla giden bir arabanın tekerleklerinin dönüş sayısı kadardır.
  • Örümcek ipeği kendi kalınlığındaki çelikten beş kat daha sağlamdır. Kauçuktan daha esnektir. Kendi uzunluğunun dört katı kadar uzayabilir ve son derece hafiftir. Bunu şöyle bir örnekle de açıklayabiliriz:
  • Dünyanın çevresini dolaşacak bir örümcek ipliğinin ağırlığı sadece 320 gramdır. ("Structure and Properties of Spider Silk", Endeavour, Ocak 1986, sayı 10, s. 42)

Başka Yaşayan Fosil Örnekleri Var mıdır?
ÖrümcekYaşayan fosiller sadece böceklerle sınırlı değildir ve tarihte yüz milyonlarca yıl geriye uzanan, çok daha eski örnekler mevcuttur. Yaklaşık dört yüz milyon yıllık olduğu halde hiçbir değişim izi ortaya koymayan köpek balığı ve Coelacanth fosilleri gibi. Eldeki bu yaşayan fosiller, evrim teorisinin değişim senaryosunu yalanlayan çok çarpıcı bir tablo çizmektedir. Öyle ki, evrimci bir yayın olan Focus dergisi, yaşayan fosiller hakkında 2003 yılında yayınladığı bir dosyada, hamam böceği ve archaebakterilerden örnek vererek, şu itirafı yapmak zorunda kalmıştır:
"Evrim çizgisinden bakıldığında, bu tip organizmaların mutasyona uğrama olasılığı, diğerlerine göre çok daha yüksek. Çünkü, her yeni nesil, DNA'nın kopyalanması demek. Milyonlarca yıl süresince kopyalama işleminin kaç kez yapıldığını düşününce, ortaya çok ilginç bir tablo çıkıyor. Teoride, değişen çevre koşulları, düşman türler, türler arası rekabet gibi çeşitli baskı unsurlarının doğal seçime neden olması, mutasyona uğramış avantajlı türlerin seçilmesi ve bu türlerin, bu kadar uzun zaman içinde çok fazla değişikliğe uğraması gerekiyordu. AMA GERÇEKLER BÖYLE DEĞİL. Söz gelimi, hamam böceklerini ele alalım. Çok hızlı ürüyorlar, ömürleri de kısa, ama yaklaşık 250 milyon yıldan beri aynılar. Daha çarpıcı bir örnek ise archaebakteriler. Tam 3.5 milyar yıl önce, dünya henüz çok sıcakken ortaya çıktılar, günümüzde de Yellowstone Milli Parkı'ndaki kaynar sularda yaşamaya devam ediyorlar." (Evrimin Çıkmaz Sokakları: Yaşayan Fosiller, Focus, Nisan 2003)
Focus dergisinin açıklamasında da görüldüğü gibi, yaşayan fosillerin ortaya koyduğu gerçekler karşısında evrimci çevreler dahi sessiz kalamamış ve evrim iddialarının geçersizliğini ve bilim dışı olduğunu itiraf etmişlerdir.
Yaşayan Fosiller Birer Yaratılış Delilidir
Son bulunan örümcek fosili, evrim teorisini destekleyen bazı bilim çevrelerinin şu gerçeği bir kez daha görmesini sağlamıştır: Evrim teorisi, türlerin doğa tarihi hakkında yazılan, ancak bu alanda elde edilen bilimsel bulgularla kesin olarak çürütülen hayali bir hikâyeden ibarettir.
Türler günümüzdeki beden yapılarına tesadüfî bir değişim sürecinden geçerek ulaşmamışlardır. Aksine yaşayan fosiller, ortaya çıktıkları günden günümüze değin geçen sürede hiçbir değişikliğe uğramamışlardır. Sürekli değişimi öngören evrimi değil, canlıların ayrı ayrı yaratıldıklarını ve hiç değişmeden günümüze ulaştıklarını ortaya koyan yaratılış gerçeğini gözler önüne sermektedirler. Yaşayan fosiller, birer yaratılış delilidirler. Allah milyonlarca canlı türünü mucizevi bir biçimde yoktan yaratmıştır. Tüm canlı türlerini kusursuzca var etmiştir ve canlılar yeryüzündeki varlıkları boyunca hep yaratıldıkları şekilde yaşamışlardır.
Kan Pıhtılaştırıcı Yerine Örümcek Ağı
Günümüzde kullanılmakta olan kan pıhtılaştırıcı sargı bezlerinin faydalarının yanı sıra birçok dezavantajı da bulunmaktadır. Örneğin soğuk ortamda tutulma zorunluluğu ve kısa raf ömürlerinin olması bunlardan birkaçıdır. Ağır yaralanmalarda kullanılacak etkili sargı bezleri geliştirmek üzere araştırmalar yapan bir Amerikan firması, tüm dezavantajlara rağmen örümcek ağından yararlanarak bu sorunu çözmüştür.
Yaptıkları araştırmalar sonunda sargı bezinin üzerine serpilmiş bulunan toz halinde bir madde geliştiren firmanın bildirdiğine göre bu madde insan bedeninin akan kanı pıhtılaştırmak için salgıladığı fibrinojen maddesinin bir türüdür. Ancak yara tozunun temel bileşenlerinden bir diğeri ise oldukça dikkat çekicidir: Örümcek ipeğinde bulunan bir protein. (Technology Review, Ekim 2001)
Örümcek ağından elde edilen sentetik tozun en önemli özellikleri ise zaman içinde etkisini yitirmemesi ve buzdolabında saklanmayı gerektirmemesi.
Peki nasıl olmuş da birkaç santim boyundaki şuursuz örümcekler, faydalı alanlarda kullanılabilecek benzeri üretilemeyen maddeler üretmiş ve bunları insanların kullanımına sunmuştur?
 
http://www.evrenvebilim.com/orumcek_fosili.html

AĞAÇLAR NE KADAR UZAYABİLİR?

AĞAÇLAR NE KADAR UZAYABİLİR? Bitkilerin Dünyası


Ağacın Boyu: 84 metreKuzey Arizona Üniversitesi’nden araştırmacılar, dünyanın en uzun ağaçları üzerinde yaptıkları çalışmada ağaçların büyümesini kontrol eden faktörleri ortaya çıkardılar. (Ian Woodward, “Plant science: Tall storeys“ Nature 428, 22 Nisan 2004, sf. 807 - 808), (George W. Koch, Stephen C. Sillett, Gregory M. Jennings & Stephen D. Davis, “The limits to tree height”, Nature 428, 22 Nisan 2004, sf. 851 - 854)
Ağaçta apaçık bir tasarım vardır. Ağacı meydana getiren hücreler; kök, gövde, kabuk, su kolonları, dallar ve yaprakları oluşturacak şekilde organize olmuştur. Hücreler ağacın yaşamını sürdürmesi için gerekli fonksiyonları yerine getirecek parçaları oluşturmakta, bu parçalar arasında da sistemli bir işbirliği yürütülmektedir.
Ayrıca bir ağaç, kimyasal üretim yapan dev bir fabrika gibidir. Burada çok karmaşık kimyasal işlemler, kusursuz bir plan dahilinde yürütülür. Bu işlemleri yürüten organların bilgisayar gibi hesaplamalar yaptığına dair deliller mevcuttur.
Bir ağaçla ilgili en çarpıcı gerçeklerden biri, bu organizasyon ve sistemlerin bilgisinin, ağaç henüz küçük ve yuvarlak bir tohum halindeyken, DNA’sına yüklenmiş olmasıdır. Tohum, DNA’sında yüklü talimatları izleyerek kendisiyle görünüm ve ebat açısından hiçbir benzerlik taşımayan dev bir yapya dönüşür. Bir tohumun toprağa düştükten ve biraz nemlendikten sonra kök salıp dallanarak bir ağaca dönüşmesi, Allah’ın kusursuz yaratmasının apaçık bir göstergesidir.
Bu mucizevi canlıda büyümenin bir noktadan sonra durması da Allah’ın yeryüzünde varettiği dengenin bir parçasıdır. Eğer ağaçları meydana getiren hücreler, kontrolsüz bir şekilde durmadan büyüyor olsalardı yeryüzünde yaşamın yok olmasına varan sonuçlar ortaya çıkabilirdi.
Ağaçların ne kadar uzayabileceklerini belirleyen faktörleri araştıran bilim adamları, dünyanın en uzun ağaçları üzerinde ilgi çekici bir çalışma gerçekleştirdiler. Yüksekliği yüz metreyi aşan ağaçların tepelerine tırmanan araştırmacılar, ölçümler yaparak bu faktörlere dair ipuçları aradılar.
Dünyanın en yüksek ağacı olma ünvanını elinde bulunduran 112.7 metrelik dev servi ağacı (Sequia sempervirens) da dahil olmak üzere, en yüksek beş ağaç üzerinde incelemeler yaptılar. Bu yükseklikteki bir ağacın boyu, 30 katlı bir binanın boyuna denk geliyor.
Bilim adamları daha önceleri, ağacın yüksekliğini belirleyen temel faktörün, yüksekliğin getirdiği mekanik gerilimlerde yattığını düşünüyorlardı. Ama ağaçların bu gerilimlerin etkisini giderecek şekilde ve oldukça sağlam bir tasarıma sahip oldukları anlaşıldı. Bu durum çalışmaların, suyu yükseklere taşıma kapasitesine odaklanmasına yol açtı. Kuzey Arizona Üniversitesi’nde çevrebilimci olarak görev yapan George Koch ve ekibince gerçekleştirilen söz konusu çalışmada bu yönde bulgular elde edildi. Araştırmacıların doğal ortamda ve laboratuvarda yaptıkları bağlantılı çalışmalar, ağaçların maksimum yüksekliğini kontrol eden temel faktörün ‘ağaç tepelerine su tedariki’ olduğunu ortaya koydu.
YaprakSu, ağaçların tepesine buğulaşma (transpiration) yoluyla, yani yaprakların yüzeylerindeki gözeneklerden buharlaştığı şekilde ulaşır. Buğulaşma, suyu köklerden ve ağacın içinden en zirveye kadar, odunsu dokudaki hücreler boyunca taşır. Suyun bu hareketi, yerçekimi ve sürtünme kuvvetlerini aşar ve yukarı doğru bir kolon halinde devam eder. Suyun hareketine karşı koyan yerçekimi ve sürtünme kuvvetleri zirvede maksimum olduğu için, suyu yukarı iten kuvvet de zirvede maksimum değerine ulaşır. Su kolonları bu gerilime bir dağılma eşiğine kadar dayanabilir. Bu eşik, kolon halindeki suyun içinde hava kabarcıklarının ortaya çıkıp onu kesintiye uğratarak dağıttığı noktayı ifade eder ve bu durum bitki biliminde ‘embolizm’ olarak isimlendirilir.
Koch ve arkadaşları, en yüksek servi ağaçlarının tepesinde su kolonunun üzerindeki maksimum gerilimi ölçtüler. Bu ölçüm, maksimum gerilimin embolizm noktasına yakın olduğunu ortaya çıkardı. Bu gerilim değeri aynı zamanda ağacın ne kadar uzayacağına etki eden bir kontrol faktörüydü. Çalışmada ağaçların yüksekliğini belirleyen üç faktör daha ortaya çıkarıldı.
AğaçAğaçların tepesine ulaşan su, normalde hücre gelişimi için itici etki oluşturuyor. Ancak ağacın tepesine doğru yerçekimi ve sürtünmenin etkisinin artması, su akışı kapasitesini azaltarak tepelerdeki hücrelerin küçük olmasına ve kalın duvarlara sahip olmasına yol açıyor. Bunun sonucunda tepelerdeki yapraklar da küçük ve kalın oluyorlar. Servi ağaçlarının tepesinde, yaprak kalınlığı en yüksek değerde. Bu da, ağacın gelişiminin büyük ölçüde engellendiğine işaret ediyor. Böylece tepelerde artan yaprak kalınlığı, yüksekliği kontrol eden ikinci bir faktörü oluşturuyor.
Tepelerdeki kalın ve küçük yapraklar, bu bölgede yapılan fotosentezi de azaltmış oluyor. Fotosentez verimini azaltan bu etki, ağacın yüksekliğinde üçüncü faktör olarak saptandı.
Koch ve arkadaşları 110 metredeki yapraklardaki CO2 oranının, serbest havada görülen en düşük oranda olduğunu saptadılar. Bu da dördüncü kontrol faktörünü oluşturuyordu: Yaprak gözenekleri kanalıyla gerçekleşen CO2 alımı üzerindeki kısıtlama.
Bilim adamları, ağaç yüksekliğini kontrol eden bu dört fizyolojik faktöre dayanarak ağaçların ulaşabileceği maksimum yüksekliği hesaplamaya çalıştılar. Bunun sonucunda ağaçların 122 ila 130 metre arasında bir maksimum yüksekliğe ulaşabilecekleri tahminini ortaya koydular. Buna göre 2000 yıldan daha yaşlı olan ağaçlar büyümelerini sürdürebilecekti. Ağaçların yılda yaklaşık 0.25 m büyüdüklerini ortaya koyan gözlemler de bu fikri destekliyor.
Bu çalışmada ortaya konan kısıtlayıcı faktörler, ekolojik denge için çok önemli. Kısaca tekrarlayacak olursak,
  • Yerçekimi ve sürtünme kuvvetine karşı koyarak yükselen suyun belli bir seviyeden sonra ilerleyemez oluşu,
  • buna bağlı olarak yaprakların küçülüp kalınlaşması,
  • fotosentez verimliliğinin azalması,
  • ve nihayet fotosentezde gerekli CO2 alımının minimuma düşmesi faktörleri sayesinde ağacın belli bir noktadan sonra büyümesi engellenmiş oluyor.
AğaçBöylece canlı cansız birçok etmenin birbirini etkileyerek meydana getirdiği doğal denge, ağaçların kontrolsüz olarak büyümesiyle tehlikeye girmemiş oluyor. Bu açıdan bakıldığında, bu çalışma canlılardaki biyolojik süreçlerin, doğanın geniş çaplı dengesini destekler nitelikte ve ne kadar mükemmel şekilde düzenlenmiş olduğuna dair son bir örneği oluşturuyor. Hiç şüphesiz bu faktörlerin her biri Allah’ın dilemesiyle varolmuş sebeplerdir. Tohumun filizlenmesinden, fidan olmasına; fidanın ağaca dönüşmesinden, ağacın uzamasının durmasına kadar her aşama Yüce Allah’ın emriyle ve kontrolü altında gerçekleşmektedir. Ağacın yaşamındaki her aşama, biyolojisiyle ilgili her faaliyet Allahın sonsuz kudretinin bir tecellisidir. 

     http://www.evrenvebilim.com/agaclar_ne_kadar_uzayabilir.html          
 

BEDENİMİZDEKİ AKILLI MOLEKÜL: KERATİN

BEDENİMİZDEKİ AKILLI MOLEKÜL: KERATİN Vücudumuz


Keratin uzun bir amino asit zinciri, yani proteindir. Keratini oluşturan polipeptid zinciri bir sülfür köprüsü ile birbirlerine bağlanır. Sülfür köprüleri, sülfür atomları içeren amino asitler arasında bulunmaktadır. Bu bağlar küçük iplikçikler eklinde birleşirler. Daha sonra bu iplikçikler gitgide büyür ve bir arada istiflenerek bir hücre meydana getirirler.
Saçlarınız, birbirine sülfür köprüleri ile bağlanmış keratin moleküllerinden başka bir şey değildir. Saçınızdaki herhangi bir değişiklik sırasında aradaki bu sülfür bağları kırılır. Örneğin saçın çeşitli işlemler ile dalgalandırılması, bu gözle görülmeyen molekül bağlarının değişikliğe uğramasından ibarettir.
Keratini tanımlamak için kullanılan tüm teknik açıklamalar aslında tek bir "saç" hücresini tanımlamak içindir. Tek bir saç teli bu hücrelerin yığılmasından meydana gelir. Yani saçlarınız esnektir. Bunun da nedeni keratini meydana getiren hidrojen bağlarıdır. Esnek hidrojen bağlarının sağladığı bu özellik nedeniyle saçlar hareket eder ve kolay kolay kopmaz. Bir de bunun tersini düşünelim. Eğer keratin molekülü farklı bir kimyasal bağ ile bağlansaydı, kitlevi ve son derece sert saçlara sahip olurduk. Şekil alan, rahat hareket edebilen saçlarımız yerine belki de kafamızda bir tahta kadar sert bir ağırlık taşıyor olacaktık. Ancak hidrojen bağları sayesinde hiçbir zaman böyle bir durum söz konusu olmaz.
Keratin
Yukarıda mikroskobik ölçülerdeki keratin maddesinin özel olarak boyandıktan sonra
çekilen fotoğrafını görüyorsunuz.
Saç moleküllerini bir araya getiren bağların başka önemli özellikleri de vardır. Saçların esnemesi sırasında, molekülleri bir arada tutan sülfür köprüleri herhangi bir zarar görmez. Bu nedenle her ne şekil alırsa alsın ve ne kadar esnerse esnesin saçlar rahatlıkla eski hallerine dönebilirler. (P. W. Atkins, Molecules, A Division of HPHLP New York, 1987, sf. 91)
Saç renginin açılması çoğunlukla saça rengini veren bileşiklerin bozulmasıyla gerçekleştirilir. Bu genellikle moleküllerin oksitlenmesini sağlayan hidrojen peroksit gibi seyreltilmiş çözeltiler sayesinde mümkün olur. Hidrojen peroksit ile saç rengi açıldığında daha fazla miktarda sülfür köprüsü meydana gelir. Saçın böyle bir açılma sonrasında daha kırılgan olmasının ve esnekliğini yitirmesinin nedeni budur.
SaçSaçın parlaklığı da, saçın ışığı yansıtabilme yeteneğidir. Bazı saç ilaçları ve şampuanlar, keratin moleküllerindeki hidrojen iyonlarını çıkararak bunların elektrik yük dağılımlarını değiştirirler. Bunun sonucunda keratin molekülleri ve mikrofibril tutamları daha sıkı yapışırlar ve ışığı daha iyi yansıtma özelliği kazanırlar. Söz konusu malzemeler kullanıldıktan sonra saçın daha fazla parlamasının nedeni moleküllerde meydana gelen bu küçük değişikliktir. Saç kremi kullanımı ardından saçların daha rahat açılması da moleküler seviyede meydana gelen çeşitli değişikliklerin sonucudur. Saç kremlerinde iyonik maddeler bulunur ve bunlar keratin liflerine bağlanarak onları elektrik yüklerini etkilerler. Bu durum, birbirlerine yaklaşıyor gibi görünen saç tellerinin arasındaki itici gücü arttırır. Saç telleri birbirlerinden uzaklaştıklarından birbirlerine dolaşıp kırılmaları zorlaşır.
DeriKeratin Her Yerde
Keratin molekülü, bedenimizde de günlük hayatta kullandığımız eşyalarda da çok çeşitli şekillerde bulunmaktadır. Deri, neredeyse saf keratin molekülünden oluşmuştur. Yün, ipek, balık pulu, tüyler ve tüy sapları da keratinden meydana gelir. Pençeler ve tırnaklar da keratinden oluşurlar. Fakat bunlar daha fazla sülfür köprüsü ile çaprazlama bağlıdırlar. Bu çaprazlama bağ, keratinin daha fazla işlenmiş olduğunu gösterir. Bu durumda meydana gelen molekül daha kuvvetlenir ve sertleşir. Tırnak ve pençelerin sert olmasının nedeni budur. İpek de keratin moleküllerinden oluşur. Pek çok böcek ve örümcek tarafından salgılanan katılaşmış bir sıvı olan ipeği oluşturan keratin molekülleri diğer maddelerdekinin aksine bir sarmal biçiminde değillerdir. Bunun yerine birbirlerinin üzerine yığılarak bağlanmış sert amino asit levhaları oluştururlar. İpeğin yüzeyine dokunduğumuzda bu düz yapıyı hissedebiliriz. Keratin çeşitli özelliklerinden dolayı oldukça farklı yerlerde kullanılabilmekte, birbiriyle ilgisiz pek çok malzemenin ana maddesini oluşturmaktadır. Örneğin, deri ile tırnak birbirlerinden farklı maddelerdir. Yün ise apayrıdır. Ama hepsi keratinden oluşmuştur ve hepsi keratinin kendine has özellikleri nedeni ile çeşitli nitelikler edinirler. Örneğin saçın ve derinin esnek olması önemlidir. Ama tırnaklar sert olmalıdır. İpeğin pürüzsüz bir görünüm verebilmesi için yapısının düz olması gerekmektedir.
BebekBütün bunlarda dikkat çeken ise keratinin tüm bu maddelerde "koruyucu" olarak ön plana çıkıyor olmasıdır. Deriyi koruyan madde keratindir. Derinin ne kadar korunaklı ve özel bir malzeme olduğu bilinmektedir. Keratin, kendine has moleküler yapısı ile deriyi dış etkilere karşı korunaklı bir hale getirir, derinin yapısını özel bir şekilde belirler. Bir örnek vermek gerekirse derinin gözenekli yapısı insanın hayatta kalabilmesi için son derece önemlidir. Bu gözenekli yapının olmaması durumunda vücuttaki fazla ısı ve suyun dışarı çıkması mümkün olmaz ve insan ateşlenerek ölür.
Keratin bu gözenekli yapının temelini oluşturur. Sürekli olarak dışarıdaki ortamla ve çeşitli zararlı mikroorganizmalarla muhatap olan deri, bütün bunlara karşı koyabilecek yapıyı keratin sayesinde kazanmıştır. Aynı şekilde saçların ve tırnakların korunması da bu özel molekülün işlevlerine bağlıdır. Kısacası keratin, doğada kendi işlevini yerine getirmek için yüce Rabbimiz'in yarattığı sayısız nimetten sadece bir tanesidir

http://www.evrenvebilim.com/keratin.html

BAKTERİLER KONUŞUYOR!

BAKTERİLER KONUŞUYOR! Mikro Dünyalar


BakterilerBakteriler, canlılar aleminde çok hızlı çoğalan bir canlı grubunu oluştururlar. Yeni bir şekil alabilir ve dakikalar içinde sayıca milyarlara ulaşabilirler. Bu canlılar çoğalmak için çeşitli mekanizmalar kullanırlar. Düşmanlarını veya yiyeceklerini "görmek" için ise sonar benzeri sistemler ve konuşma balonları kullanmaları bu kompleks mekanizmalardan sadece birkaçıdır.
Bakteriler bitkilerden ve hayvanlardan farklı olarak, hızlı çoğalan ve biyokimyasal etkileri bakımından canlılar dünyasının dengesini sağlamada çok büyük önem taşıyan bir canlı grubunu oluştururlar. Hemen hemen her yerde yaşayabilirler, bu nedenle de nüfusları herhangi bir tür organizmadan çok daha fazladır. Bu yüzden bu canlılar dünyanın en kalabalık topluluğu kabul edilirler. İnsan yaşamına pek çok şekilde etkileri olan bakteriler son derece gelişmiş iletişim sistemleri kullanarak birbirleri ile haberleşirler.
Paket Yollayarak İletişim Kurma
Bakterilerin iletişim kurma şekilleri oldukça dikkat çekicidir. Bakteriler birbirlerine bir kısmı dostluk mesajı bir kısmı ise bomba taşıyan paketler yollarlar. Bu inanılmaz paket sistemi kimyasallarla kurulan iletişimden çok daha farklı bir biçimde sinyaller kullanarak oluşur. Bunlar birtakım mesajlar içeren baloncuklar biçimindedir.
Peki Bu Mesajlar Nasıl Taşınır?
Bakteriler bu mesajları ince bir bakteri zarı ile paketlerler. Paketler baloncuk benzeri kabarcıklar şeklindedir. Ve bu kabarcıklar yerine göre, bakterilerin birbirleri ile iletişim kurmalarını sağlar veya o anın ihtiyacına göre düşmana bomba paketi şeklinde toksin taşır.
Kuşkusuz burada ilginç bir durum vardır.
  • UyduBakterinin oluşturduğu paket arkadaşlarıyla iletişim kurmasını sağlarken, düşmanla karşılaştığında bir anda nasıl zararlı hale dönüşmektedir?
  • Bakteri kendisine yaklaşanın düşman mı yoksa dost mu olduğuna anında nasıl karar vermektedir?
  • Tek hücreli bir mikroorganizma bütün bunları düşünebilir, deneyip öğrenebilir ve kendi türünün tüm üyelerine anlatabilir mi?
  • Elbette bu mümkün değildir. O halde bütün bu detaylar bize Yüce Allah'ın sergilediği muhteşem sanatının delillerinden bir bölümünü göstermektedir. Yüce Allah, bütün bu işlemleri gerçekleştiren bakteriyi yarattığı gibi, onu tehlikeler karşısında tedbirler almaya yönlendiren mekanizmayı da yaratmıştır. Yüce Allah'ın yaratma sanatı ve ilmi sonsuzdur.
Bakterilerin Düşmanları Niçin Yanılgıya Düşerler?
Bakteri bu paket sistemi ile bir başka korunma yöntemi daha elde eder. Bakteri zarından çıkan ve etrafını saran kabarcıklar düşmanlar tarafından adeta bir bakteri topluluğu olarak algılanır. Zarar verecek olan mikrop topluluğu bakterinin yalnız mı yoksa kendi cinsleriyle mi çevrili olduğunu anlamaya çalışırken zaman geçer. Bakteri de bu sırada toksin bombardımanına geçecek vakit kazanmış olur.
Burada karşımıza cevaplanması gereken yeni sorular çıkmaktadır. Örneğin bakteriler bu kabarcıkları oluştururken;
  • Kabarcıkların düşmanları tarafından bakteri topluluğu olarak algılanabileceğini nereden bilmektedirler?
  • Onlara bu bilgiyi kim vermiştir?
  • Peki bakteriye zarar verecek olan mikroplar, bakteride böyle bir mekanizma olduğunu nereden tahmin edebilirler?
Tüm bu soruların cevabı bizlere mükemmel bir yaratılışı işaret etmektedir. Yukarıda bahsi geçen kompleks sistemlerin tamamı Yüce Allah'ın sonsuz kudretinin ve üstün yaratışının delilleridir.

Sonuç
BakteriYüce Allah, gözle görülmeyen bakterilere üstün bir şuur ve kıvrak bir zekayla hareket edebilme yeteneği vermiştir. Bir bakteri, Yüce Allah'ın ilhamı ile insanların daha önceden fark edemediği, hatta tahmin bile edemediği gelişmeleri tespit edebilmekte ve onlardan daha atak davranmaktadır.
Evrimcilerin iddia ettiği gibi tüm bunları tesadüflerle açıklamak mümkün değildir. Çünkü "İlk bakterinin" tesadüfen oluştuğunu açıklamak imkansızdır. Henüz hiçbir canlılık belirtisi yokken, bakterinin tamamen kontrolsüz bir ortamdaki şartlardan tesadüfen etkilendiğini, aniden nefes almaya başladığını, tesadüfen çeşitli değişimler yaşadığını, bazı mucizevi özellikleri ve şimdiki kapsamlı özelliklerini kazandığını iddia etmek bilimden çok uzak bir yaklaşımdır.
Yüzyılımızın gelişen bilim ve teknolojisi, bakterilerin mucizevi özelliklerini tek tek keşfederek, evrim teorisi yalanını bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Bu canlılarda karşılaşılan her özellik, Allah'ın gözle görünmeyen bir canlıda nasıl kusursuz bir sanat meydana getirdiğini keşfedebilmek ve bunu takdir edebilmek için bir yol olacaktır.

http://www.evrenvebilim.com/bakteriler_konusuyor.html

AĞAÇKAKANIN KAFATASINDAKİ MEKANİK SİSTEM

AĞAÇKAKANIN KAFATASINDAKİ MEKANİK SİSTEM Hayvanlar Alemi


Ağaçkakan VuruşuAğaçkakanlar, yuva yapmak ve yiyecek bulmak için ağaç kabuklarına seri vuruşlar yaparlar. Bazı ağaçkakanlar bir saniyede 15-20 vuruş yapar. Kuşun iki vuruşu arasındaki zaman farkı, bir saniyeden çok daha azdır.
Kuşun gagası her ağaca çarptığında kafası büyük bir sarsıntıya uğrar. Fakat kiraz büyüklüğündeki beyni bu sarsıntılardan etkilenmez. Ağaçkakanın sırrı, boyun kaslarındadır. Vurmaya başlayınca, baş ve gaga tam bir doğru üzerine gelirler. En küçük bir sapma, beyinde yırtılma yapabilir.
Ağaçkakan VuruşuBetona Kafa Atmak…
Bu denli hızlı bir vuruşun betona kafa atmaktan bir farkı yoktur. Kuşun beyninin hiçbir hasara uğramaması ise ancak olağanüstü bir tasarımla mümkündür. Bu üstün tasarımın sahibi ise âlemlerin Rabbi Yüce Allah'tır. Rabbimiz, ağaçkakanları hayret uyandırıcı özelliklere sahip olarak yaratmış ve evrenin her noktasında olduğu gibi bu kuşlarda da kusursuz yaratma sanatının örneklerini göstermiştir.
Ağaçkakandaki Kusursuz Yaratılış Örneği
Kuşların büyük çoğunluğunda kafatası kemikleri birbirine yapışıktır. Gaga ise çenenin hareketiyle açılır.
Ağaçkakan Dili
Ağaçkakan Dili
Ağaçkakanlar, gagaları ile açtıkları oyuklardaki böcekleri ve tırtılları yemelerini sağlayan özel bir dil ile yaratılmışlardır. Kuş kafatasının içinde dolanan dilini dışarı doğru iyice uzatarak bir pipet gibi kullanabilir.
Oysa ağaçkakanlarda gaga ve kafatası, vuruş sırasında oluşan şoku emen süngerimsi bir madde ile birbirinden ayrılmıştır. Bu esnek madde, otomobil amortisörlerindekinden çok daha iyidir. Bu üstünlüğü, çok kısa aralıklarla oluşan şokları da emebilmesinden ileri gelir. Bu madde her vuruşta oluşan şoku emip bir sonraki şoku karşılayacak duruma gelebilir. Üstelik bunu saniyede 10'u aşan vuruşun yapıldığı şartlarda başarır. Bu madde modern teknolojinin geliştirdiği tüm benzerlerinden üstündür. Ağaçkakanın kafatası ve üst gagasının olağandışı bir yöntemle bağlanmış olması, her vuruşta beyninin bulunduğu bölümün gagadan uzaklaşmasını, böylece şok emici ikinci bir mekanizma oluşmasını sağlar. Tüm bu bilgiler, iman edenlerin imanlarının daha da güçlenmesine, pek çok insanın da iman etmesine aracı olan çok önemli yaratılış delilleridir. Ağaçkakanın kafasındaki mükemmel sistem, evrenin ve canlıların kör tesadüflerin eseri olamayacağını bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Ağaçkakan Kafatasındaki Sistem
 
http://www.evrenvebilim.com/agackakanin_kafatasi.html