26 Aralık 2016 Pazartesi

Zamanın tek yönde akmasını sağlayan karanlık enerji mi?

Zamanın tek yönde akmasını sağlayan karanlık enerji mi?
Zamanın tek yönde akmasını sağlayan karanlık enerji mi?
Yeni bir araştırma, karanlık enerji ile Termodinamiğin İkinci Kanunu arasında bir bağlantı buldu. Evrenin ivmelenerek genişlemesinin zamana yön verebileceğini düşünüyorlar.
Uzun yıllardır, fizikçiler evrenin genişlemesini sağlayan karanlık enerjiyi açıklamaya çalışıyorlar. Evrendeki toplam karanlık enerji miktarı hem sıradan madde miktarından hem de karanlık madde miktarından çok daha fazladır. Gözlemlenebilen evren, yaklaşık olarak yüzde 68.3 karanlık enerji, yüzde 26.8 karanlık madde, yüzde 4,9 sıradan madde içerir. Yerçekimi kütleleri bir arada tutarken, karanlık enerji uzayı ileriye doğru itici gizemli bir güce sahiptir. Gözlemlenen evrenin şeklinin düz olması da karanlık enerjinin varlığına işaret eder .Bu yerçekimi kuvvetinin tersine doğru olan kuvvetin yada negatif basıncın nedenini bulmak Kozmoloji (Evren Bilimi) üzerine çalışan fizikçilerin yıllardır temel uğraşı olmuştur.
Evrenin genişlediği fikrini Lemaitre ve Hubble ilk kez 1920'lerde ortaya attıklarından bu yana, bilim adamları ve astronomlar Evrenin genişlediğinin farkındaydılar. Ve bu gözlemlerden, Büyük Patlama Teorisi ve “Zamanın Oku” gibi kozmoloji teorileri ortaya çıktı. Eski evrenimizin kökenlerini ve evrimini ele alırken, zamanın bir yönde aktığını ve uzayın genişlemesiyle bağlantılı olduğunu iddia eder.
Bilim insanları uzun yıllardır bunun nedenini araştırmaya çalışıyorlar. Neden zaman ileriye doğru ilerliyor, ve geriye doğru değil? Ermenistan’daki Erivan Fizik Enstitüsü ve Erivan Devlet Üniversitesi’nden bir araştırma ekibi tarafından üretilen yeni bir araştırmaya göre, karanlık enerjinin etkisi, tek yönlü zamanı kalıcı bir özellik haline getirebilecek ve zamanın ileriye doğru akışın nedeni olabilir.

Roen Kelly/DISCOVER
Bir topu havaya fırlattığınızda, ilk başta yukarıya doğru hızlanmaya başlar, ancak daha sonra Dünya’nın yer çekimi onu aşağıya doğru çekerken yavaşlar. Yeterince hızlı (saniyede yaklaşık 11 km, denemesi bedava) atarsanız, size geri dönmeyecektir ve uzaya çıkacaktır, ancak Dünya’nın yerçekimi yüzünden hareket ettikçe yine de daha yavaş ilerleyecektir.
1990'lı yıllarda fizikçiler ve gökbilimciler, büyük patlamanın ardından benzer bir şeylerin oluşmasını bekliyorlardı — bu olay her yöne doğru her yönden atıldı. Tıpkı Dünya’nın topu yavaşlattığı gibi, Evrendeki maddelerin toplamının da neden olacağı yerçekimi hepsini yavaşlatmış olmalıydı. Ama buldukları bu değildi.
Bunun yerine, her şey hızlanmış gibi görünüyor. Evrende dolaşan birşey var, yerçekimi herşeyi bir araya tutmaya çalışırken, fiziksel olarak bundan daha da hızlı dağılmış bir şey bu. Etkisi küçük, sadece uzaktaki galaksilere baktığınızda göze çarpıyor — ama orada. Buna Karanlık enerji dediler çünkü kimse ne olduğunu bilmiyor.
Bilim, açıklanamayacak gizemli şeyleri arayan insanların uğraştığı bir alandır; bu yüzden, Evren bu gizemli olayla fizikçileri şaşırtmadı. Yüzyıllardır böyle gizemli birçok soruya fizik cevap aramıştır. Örneğin zaman neden sadece geçmişten geleceğe doğru işaret eden bir oktur? Geriye doğru neden akmıyor?
Aptalca bir soru gibi görünebilir — yani zaman ilerlemezse, etkiler nedenlerden önce gelirdi ve bu imkansız gibi görünüyor— ama bu düşünebileceğimizden daha az bir etki. Evren, bildiğimiz kadarıyla yalnızca fizik yasalarına göre çalışır. Ve bildiğimiz fizik kanunlarının hemen hepsi tamamen zamanla geri döndürülebilir, yani zaman ilerledikçe ya da zaman geriye giderse, neden oldukları şeylerin aynı görünmesi anlamına gelir. Bir örnek, bir yıldızın yerçekimi etkisinden dolayı çevresinde dolaşan bir gezegenin yolu. Zaman ileriye veya geriye doğru ilerlese de, gezegen yörüngeleri tam olarak aynı yolları takip eder. Tek fark yörünge yönüdür.
Fakat fizikte önemli bir kavram zamanla geri döndürülebilir değildir ve bu termodinamiğin ikinci yasasıdır. Zaman ilerledikçe Evrendeki bozukluk miktarı daima artacaktır. Tıpkı karanlık enerji gibi, evren hakkında fark ettiğimiz bir şey ve hala tamamen anlamadığımız bir şey — kuşkusuz karanlık enerjiden çok daha iyi bir fikrimizin olduğu birşey var “Entropi”.
Kahve soğuyor, binalar dökülüyor, yumurtalar kırılıyor ve yıldızlar, termal denge olarak bilinen tekdüze sönüklük haline düşmeye mahkum gibi görünen bir evrende harekete geçer. 1927'de astronom-filozof Sir Arthur Eddington, kademeli olarak enerji dağılımını geri döndürülemez “zaman oku” nun bir kanıtı olarak gösterdi.
Bu nedenle, fizikçiler ikinci yasayı zamanın okunun kaynağı olarak gönülsüz bir şekilde yerleştireceklerdir: Bir şeyin ortaya çıkmasından sonra, zamanın yalnızca bir yönde hareket etmesini gerektirecek bir şekilde, bozukluk her zaman artmalıdır.
Erivan Fizik Enstitüsü’nden A. E. Allahverdyan ve Yerevan Devlet Üniversitesi’nden V. G. Gurzadyan, Ermenistan’da fizikçiler, — en azından sınırlı bir durumda — karanlık enerji ile ikinci yasanın ilişkili olup olmayacağını görmek için bir çalışma yaptılar. Bunu test etmek için, değişen bir kütleli bir yıldızın etrafında dönen bir gezegen gibi basit bir olaya baktılar.
Karanlık enerji yokken, gezegen ilginç bir olay olmadan yıldızın etrafında döner buldular. Zamanda geriye doğru ilerleyen bir yörüngeyi, zamanında ileriye doğru ilerletmenin hiçbir yolu yoktur.
Ancak karanlık enerji evrende olduğu gibi uzayı birbirinden uzaklaştırırsa, gezegen nihayetinde dönüşü olmayan bir yolda yıldızdan atılır. Bu, geçmiş ile gelecek arasında bir ayrım yapıyor: tek yönlü gibi işliyor, gezegen dışarı fırlıyor, ters yöne çevriliyor ve gezegen içeri çekilip yıldız tarafından yakalanıyor.
Karanlık enerji doğal olarak zamanın okuna etki eder.
Yazarlar, bunun gerçekten sınırlı bir durum olduğunu vurguluyorlar ve kesinlikle karanlık enerjiyi zamanın ilerlemesindeki tek neden olarak iddia etmiyorlar. Araştırmalarını Amerikanın en saygın dergilerinden olan Physical Review E de yayınladılar. Bu çalışmayla termodinamik ve karanlık enerji arasında olası olan bir bağlantıyı daha iyi anlamamıza yardımcı oldular.
Haber Kaynağı: Kıbrıs Gazetesi

10 Nisan 2016 Pazar

Tarihte Bilim İçin Hayatını Feda Etmiş 10 Bilim İnsanı

Tarihte Bilim İçin Hayatını Feda Etmiş 10 Bilim İnsanı

 
        
Tarihte bazı bilim İnsanları vardır ki insanlığı daha ileri noktaya götürme amacıyla kendilerini bilime feda etmişlerdir. Zehirlenen kimyagerler, zararlı ışınlardan kanser olanlar, kör olanlar... Hepsini saygıyla anıyoruz.
İşte bilim için hayatını feda etmiş 10 bilim insanı.

1- Marie Curie

Radyasyon tedavisi üzerine çalışırken radyasyondan dolayı kendinde lösemi gelişmiş, bu yüzden hayatını kaybetmiştir. Marie Curie, nobel kimya ve fizik ödülü almış bir bilim kadınıdır.

2- Carl Scheele

Carl Scheele bir farmaolog aynı zamanda da birçok kimyasal elementin bulucusudur. Kimyager Joseph Priestley, Carl Scheele’nin buluşlarının çoğunu çalıp makaleler halinde kendisinin buluşlarıymış gibi yayınlasa da daha sonradan gerçek anlaşılmış ve buluşların hakkı Carl Scheele’ye tekrardan verilmiştir. Scheele’nin keşfettiği elementler arasında oksijen, molibden, tungsten, manganez ve klorin gibi elementler bulunmaktadır. Scheele'nin en ilginç özelliği ise çalıştığı kimyasalların tadına bakmaktır. Ölüm sebebi hidrojen siyanürü tatmak olarak tarihe geçmiştir.

3- Sir David Brewster

Sir David Brewster, optik ve ışık polarizasyonu üzerine çalışmış ve kaleidoskopu keşfetmiştir. Mikroskoplardaki mercekler sistemini geliştiren İskoçyalı bilim adamı Brewster, bir ışık çalışmasında görme yeteneğinin dörtte üçünü kaybetmiştir. Ve belirli bir süre sonra da kör kalmıştır. Sir David Brewster bilim için ölmese de bilim için gözlerini feda etmiştir.

4- Elizabeth Ascheim

Elizbeth Ascheim röntgen ışıkları üzerine çalışmalar yapmış ve X ışınlarını daha iyi kullanmak için kendisini denek olarak kullanmıştır. Maruz kaldığı fazla röntgen ışınından dolayı vücudunun her organında kanserli hücreler oluşmuş ve hayatını kaybetmiştir.

5- Robert Bunsen

"Bunsen burner" olarak bilinen Robert Bunsen, laboratuvarlarda kullanılan ısıtıcı "bek"lerin mucitidir. Kimyager Bunsen, bulduğu beki test ederken kör olmuştur.

6- William Bullock

Döner silindirli matbaa makinesini icat eden William Bullock bu icadıyla matbaa sanayisinde devrim yaratmıştır. Döner silindirler sayesinde daha hızlı ve daha kaliteli baskı yapılabilmiştir. William Bullock, icat ettiği bu makineyi tamir etmeye çalışırken, ayağına düşürmüş ve kangrenden hayatını kaybetmiştir.

7- Jean-Francois de Rozier

Fizik ve kimya öğretmeni olan Rozier balonla ilk uçuş yapan, ve bu buluşu ilk defa test eden kişidir. Bu uçuş sırasında patlayan balonla hayatını kaybetmiş ve hayatını hava yolunda kaybeden ilk insan olarak adını tarihe yazdırmıştır.

8- Thomas Midgley Jr.

Kurşunlu benzini keşfederek insanlığın hem sanayide hem ulaşımda ciddi yollar kat etmesini sağlayan Amerikalı ünlü mühendis ve kimyager Thomas Midgley Jr. kurşun zehirlenmesinden hayatını kaybetmiştir.

9- Sir Humphry Davy

Üstün zekâsıyla bilinen İngiliz kimyager Sir Humphry Davy, bulduğu gazların yanıcılık özelliğini test ederken yanarak ölmüştür.

10- Alexander Bogdanov

"Genç insan kanının, yaşlı bir bedene transfer edilmesiyle yaşlı insan gençleşebilir mi?" sorusuna yanıt arayan Rus bilim adamı, hastalık testi yapmadan kendisine transfer ettiği sıtma hastası olan bir hastanın kanıyla hayatını kaybetmiştir
http://www.tarihiolaylar.com/galeriler/tarihte-bilim-icin-hayatini-feda-etmis-10-bilim-insani-145
 

9 Nisan 2016 Cumartesi

2 Abdülhamid dönemi

Ulu Hakan mı, Kızıl Sultan mı?

 

''Tarih değil, hatalar tekerrür eder!'' 2. Abdulhamid

2 Abdülhamid; üst başlığımızın ilk konusu olacaktır. Çünkü şu an hem güncel politika ve politikacılarımızı anlamak için, hem de siyaset-adalet ilişkisini irdeleyebilmemiz için, işin kök noktalarından birisidir. Kimilerine göre son Osmanlı padişahı olan bu zat; Cumhuriyet, Cemaat, Meşrutiyet  ve batılaşma ikilemleri içindeki dönüm noktalarından birisidir.
Onun hayatının aydınlatılması; günümüz için önemli bir mottonun zehiride olabilir, panzehiri de. Muhafazakar kesim bile ikilemler yaşar bu konuda. Çünkü misal Necip Fazıl’a göre ‘Ulu Hakan’ olan 2. Abdulhamid, yine bir dönem Said Nursi’ye göre ‘zorba’dir.



…………………………………………………………..

Evvela şunu söylemek gerekir. Bu yazıyı en sağlıklı şekilde yorumlayabilmek için 2. Abdulhamid’in hangi devirde yaşadığı ve ondan önce Osmanlı’nın nasıl bir durumda olduğu iyi bilinmelidir. Çünkü Osmanlı’nın tüm padişahlarından, zaman ve koşul ayırmaksızın aynı oranda şeyler beklemek; misal Osmanlı’nın kurucusu Osman Bey’e ‘Niye İstanbul’u fethedemedin’ demek gibi bir şeydir. Dönem, zaman, durum; bahsi geçen şahsı objektif değerlendirebilmek için önemli kriterlerdir.


Otto von Bismarck ,19. yüzyılda gevşek bir konfederasyon olan Almanya’nın güçlü bir imparatorluğa dönüşmesinde en önemli rolü oynayan ve ilk şansölyesi (başbakan) olan, Alman devlet adamıdır. Alman Milli Birliği'nin kurucusudur. Bismarck’ı hatırlatmamın sebebi; 2. Abdulhamid hakkındaki şu cümlesidir:
-Dünyâda 100 gram akıl varsa, bunun 90 gramı Abdülhamîd Han'da, 5 gramı bende, kalan 5 gramı da diğer dünyâ siyâsîlerindedir.




Bir başbakanın, diğer ülke lideri hakkında bu derece övgü içeren bir cümle kurması pek rastlanır şey değildir. İyi ama nedir bu cümleyi kurduran şey, irdeleyelim.

Tahta çıkışı
Amcası Abdülaziz'in 1876'da tahttan indirilmesi ve şüpheli koşullarda ölümü, ağabeyi V. Murat'ın tahta geçirildikten üç ay sonra ruhsal çöküntü geçirdiği iddiasıyla tahttan indirilerek Çırağan Sarayı'na hapsedilmesi olaylarına tanık oldu. 31 Ağustos 1876'da padişah ilan edildi.

Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu büyük bir bunalım içindeydi. 1871'de Âli Paşa'nın ölümünden sonra saray ile Bâb-ı Âli arasındaki çekişme alevlenmiş; 1875'te devlet borçlarını ödeyemez hale düşerek 'Muharrem Kararnamesi' ile moratoryum ilan etmiş; Rusya'nın başını çektiği Panslavizm akımının etkisiyle Balkanlar'da ulusal ayaklanmalar baş göstermişti.

Yurt içinde meşrutiyet yanlısı görüşler güçleniyor, hatta padişahlığın tasfiyesiyle cumhuriyet ilânı fikri tartışmaya açılıyordu.
Abdülhamid, tahta geçmeden Mithat Paşa'ya verdiği taahhüt uyarınca 23 Aralık 1876'da, ilk Osmanlı anayasası olan Kanun-ı Esasî'yi ilan etti. Meclis-i Mebusan ve Ayan Meclisi üyelerinden oluşan ilk meclis 19 Mart 1877'de açıldı. Böylece I. Meşrutiyet dönemi başladı. Padişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan anayasayla yargı bağımsızlığı ve temel haklar güvence altına alınmasına rağmen egemenliğin esas kaynağı yine padişahtı. Abdülhamid, Kanun-ı Esasî'nin 113. maddesiyle kendisine tanınan "idari sürgün yetkisi"ni kullanarak,  1881 yılında Mithat Paşa'yı sürgüne yolladı.
Bu Mithat Paşa, İttihat Terakki ve dolayısıyla Said Nursi efendi konusuna girmeden evvel, 2. Abdulhamid’in padişahlığı dönemindeki icraatlarına bir göz atalım:
Mülkiye (Siyasal Bilgiler), Fakülte düzeyine getirilerek açıldı
Memurlara sicil tutulmaya başlandı
Eski Eserler Müzesi açıldı
Hukuk Fakültesi açıldı
Muhasebat Divanı (Sayıştay) kuruldu
Güzel Sanatlar Fakültesi açıldı
Ticaret Fakültesi açıldı
Yüksek Mühendislik Fakültesi açıldı
Dârülmuallimât (Kız Öğretmen Okulu) açıldı
Terkos Suyu hizmete girdi
Bütün yurtta İdadiler (Lise) açılmaya başlandı
Ziraat Bankası kuruldu

Bursa'da İpekhane açıldı

Emekli Sandığı kuruldu
Halkalı Ziraat ve Veterinerlik Fakülteleri açıldı
Bursa Demiryolu hizmete girdi

Aşiret Okulu  açıldı
Bütün yurtta Rüşdiyeler (Ortaokul) açılmaya başlandı
Kudüs Demiryolu hizmete girdi
Ankara Demiryolu hizmete girdi
Kağıt Fabrikası  kuruldu
Kadıköy Gazhanesi kuruldu
Beyrut'ta liman ve rıhtım inşaa edildi
Osmanlı Sigorta Şirketi kuruldu
Kadıköy Su Tesisatı hizmete girdi
Selanik-Manastır Demiryolu hizmete girdi

Şam Demiryolu hizmete girdi

Eskişehir-Kütahya Demiryolu hizmete girdi
Galata Rıhtımı inşa edildi
Beyrut Demiryolu hizmete girdi
Darülaceze (Kimsesizler yurdu) hizmete girdi
 

 

Mum Fabrikası kuruldu

Afyon-Konya Demiryolu hizmete girdi
Sakız Adası'nda Liman ve Rıhtım inşaa edildi
İstanbul-Selanik Demiryolu hizmete girdi
Tuna Nehri'nde Demirkapı Kanalı açıldı
Şam-Halep Demiryolu hizmete girdi
Şişli Etfal Hastanesi hizmete girdi



Hicaz Telgraf hattı kuruldu

Hama Demiryolu hizmete girdi

Basra-Hindistan Telgraf hattı Beyoğlu'na bağlandı
Hamidiye Suyu hizmete girdi
Dünyanın ilk dişçilik okulunu kurdu.

Paris'te İslam Külliyesi kurdu.


Selanik'te Liman ve Rıhtım inşaa edildi

Haydarpaşa Liman ve Rıhtımı inşaa edildi
Sirkeci Garı

Haydarpaşa Garı

Maden Fakültesi açıldı

Şam Tıp Fakültesi açıldı
Haydarpaşa Askeri Tıp Fakültesi açıldı

Trablus-Bingazi Telgraf hattı kuruldu

Konya Ereğlisi'nde demiryolu hizmete girdi


Trablus Telsiz İstasyonu kuruldu

Bütün yurtta Telsiz İstasyonları kuruldu

Medine Telgraf Hattı kuruldu

Şam'da Elektrikli tramvay hizmete girdi

Hicaz Demiryolu hizmete girdi. 27 Ağustos'ta İstanbuldan kalkan tren, 3 gün sonra Medine'ye ulaştı
Pekin'de Üniversite kurdurdu. (Dar'ul Ulum'il Hamidiye = Hamidiye Üniversitesi)

Toplu sünnet merasimleri yaptırıp her bir çocuğa çeyrek altın gönderdi ve bu yüzden yaz aylarında toplu sünnetlerin yaygınlaşmasını sağladı.

Kendi el emeği ile kazandığı ve biriktirdiği parasından bir kısmını her sene borç yüzünden hapse düşenleri kurtarmaya tahsis etti.

Her yıl 30 bin saksı satın alıp çiçek ektirdi.


Döneminde yaptırılan Demiryolları
 
Mithat Paşa ve Kanun-i Esasi
Mithat Paşa, İttihat ve Terakki gönüllülerinin gözünde Cumhuriyet’in ilk mimarı sayılabilir. Daha sonra Enver Paşa ve Said Nursi’nin de aralarında bulunduğu İttihat ve Terakki hareketinin savunduğu değerler; Mithat Paşa ve onun Kanuni Esasi’sidir. Kimi yazarlara göre Osmanlı’nın yetiştirdiği ender aydınlardandır. Hayatı ve hakkındaki görüşler için (T.K.) 


Mithat Paşa denildiğinde tabiki akla Kanuni Esasi gelir. Kanuni Esasi detayları için (T.K.)
Zaten 2. Abdulhamid’in sonunu getiren 1908 darbesi, bu Kanunların tekrar yürürlüğe konulması için yapılmıştır. Aslında Kanuni Esasi resmi olarak yürürlükten hiç kaldırılmamış ama kendi özüne aykırı olarak Padişah tarafından uygulanmaya çalışılmıştır. Şimdi 2. Abdulhamid dönemine genel bir bakış:

………………………………………………………………………………………………………………………..
2. Abdulhamit Dönemi:
 
 
 
Rusya'nın Balkanlar'da ıslahat için verdiği tekliflerin 12 Nisan 1877'de İbrahim Ethem Paşa hükümeti tarafından reddedilmesi üzerine 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı patlak verdi. Abdülhamid'in karşı olmasına rağmen Mithat Paşa, Damad Mahmud Paşa ve Redif Paşa gibi devlet adamlarının ısrarlarıyla girilen savaşta Rus orduları Balkan ve Kafkas cephelerinde Osmanlı kuvvetlerini bir dizi yenilgiye uğratarak doğuda Erzurum'u, batıda ise Bulgaristan'ın tamamı ile Trakya'nın İstanbul surlarına kadarki kısmını işgal ettiler. Meclis-i Mebusan'da hükümetin savaş politikalarına yöneltilen ağır eleştiriler üzerine Abdülhamit, meclisi 18 Şubat 1878'de tatil etti. Takip eden 30 yıl boyunca meclisi bir daha toplantıya çağırmadı ve bu süre zarfında meşrutiyet anayasası olan Kanun-ı  Esasi'yi kağıt üzerinde de olsa muhafaza ederek, aldığı kararları yine bu anayasaya göre yürürlüğe koydu. 
93 Harbi, 3 Mart 1878'de İstanbul surları dışındaki Ayastefanos'ta karargâh kuran Rus kuvvetlerinin dikte ettiği Ayastefanos Antlaşması  ile sona erdi. Anlaşmaya göre; Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı, sınırları Tuna'dan Ege'ye, Trakya'dan Arnavutluk'a  uzanacak bağımsız bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, Bosna-Hersek'e iç işlerinde bağımsızlık verilecek, Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek, Kars, Ardahan, Batum ve Doğubeyazıt Rusya'ya verilecek, Teselya Yunanistan'a bırakılacak, Girit ve Ermenistan'da ıslahat yapılacak, Osmanlı İmparatorluğu Rusya'ya 30 bin ruble savaş tazminatı ödeyecekti. Oldukça ağır şartlar içeren bu antlaşmaya, Rusya'nın aşırı derecede güçlenmesinden kaygı duyan diğer Avrupa devletleri karşı çıktılar. 13 Temmuz 1878'de Ayastefanos Antlaşması'nın yerine geçen Berlin Antlaşması  imzalandı. Yeni antlaşmayla Rusya'nın toprak kazanımları geri alındıysa da, Romanya ve Karadağ'a bağımsızlık verilirken, Bulgaristan'da Almanya ve Avusturya himayesinde özerk bir prenslik oluşturuldu.
Şimdi Abdulhamid tarafından bakarsak bu bir başarı mıdır, başarısızlık mı? Avrupa Devletleri ile yine bir Avrupa Devletine karşı ittifak siyaseti sonucu antlaşmayı yeniletmek başarı mıdır?
İşte misal bu sorunun sağlıklı cevabı için bile bir önceki dönem ile ilgili yazıyı okumak lazım. Ve burada kritik nokta; 2. Adulhamid savaşa girmeme taraftarı idi ise  ve buna rağmen Mithat Paşa hükümeti yeni anayasa uyarınca aldığı yetki ile bu savaşa karar vermişse, burada yenilginin sorumluluğu iyi tahlil edilmelidir. (T.K.)
Bu netlik, Abdulhamid’in Meclisi dağıtma sebebine de anlam kazandırabilir.

Toprakları elde tutma dönemi 
Berlin Antlaşması, Doğu Anadolu'daki Ermenilerin Rus himayesine yönelmelerine engel olmak amacıyla, Osmanlı İmparatorluğu'ndan bu bölgedeki Ermenilerin durumunu düzeltmeye yönelik bir dizi reform yapmasını talep etti. Abdülhamid yönetiminin bu reformları ertelemesi ve bölgedeki Kürt aşiretlerini muhtemel bir Ermeni isyanına karşı silahlandırma yoluna gitmesi üzerine Ermeniler arasında devrimci ve milliyetçi örgütler güç kazandı. 1887'de Maraş'a bağlı Zeytun'da, 1891'de ise Siirt'e yakın Sason'da Ermeni devrimci örgütlerince desteklenen direniş hareketleri başlatıldı. 1895'te bu olayların ülke çapında bir ihtilale dönüşmesi olasılığının doğması ve İstanbul'da Ermeni örgütlerinin Kumkapı'da Batı kamuoyunu etkilemeye yönelik bir ayaklanma düzenlemesi üzerine Kâmil Paşa hükümeti tarafından Anadolu'da Ermeni topluluklarına yönelik sert bastırma tedbirleri alındı. IV. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa, Ermeni isyanını bastırmakla görevlendirildi. Doğuda Kürt aşiret reisleri Hamidiye Alayları adı altında düzensiz milis birliklerinde örgütlendi. 1895 yazında tüm Anadolu taşrasında gerçekleşen kanlı olaylar Batı kamuoyunda genellikle Hamidiye katliamları olarak adlandırıldı ve liberal Avrupa basınında Abdülhamid aleyhine şiddetli bir kampanya başlatılmasına sebep oldu.



1897 yılında, Girit'in Yunanistan'a ilhakını isteyen Yunan hükümetinin Tesalya sınırında ihlallere girişmesi üzerine "barut kokusu" artık duyulmaya başlamıştı. Bunun üzerine vükela meclisi Mâbeyne çağrıldı. Padişah tarafından, durumun müzakere ve bir neticeye bağlanması için emredildi. Meclis ara vermeden 56 saat durumu konuştu. Herkes Yunanlılara harp açılmaması yolunda fikirler ileri sürdü. Bunu söyleyenler, ülkenin durumunun iyi olmadığını izah ederek: -Harbe girmek hata olur, diye rey veriyorlardı. Bu fikrin baş müdafii İzzet Paşa idi. Zaman zaman dışarı çıkarak padişahın yanına gidiyor, müzakereler hakkında bilgi veriyordu. Fakat Rıza Paşa ve birkaç devlet adamı, eğer Yunanistan'a karşı korkak bir tavır içine girilirse, bütün Rumeli’nin parçalanacağını ve belki de İstanbul’un tehlikeye düşeceğini savundular ve Sultan II. Abdülhamid ile gizlice görüşerek bu fikirlerini ona bildirdiler. Savaş taraftarı olan padişah hemen hazırlıkların yapılmasını istiyordu. İşte tam bu sırada harekete geçen Yunan ordusu Alasonya'ya saldırdı. Hazırlıksız bulunan Yanya'daki Osmanlı tümeni, Yunan birlikleri önünden ric'at etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine İstanbul'daki I. Ordu, Umum Kumandanı Ethem Paşa kumadasında Yunanistan üzerine harekete geçti. Birkaç gün içinde Yenişehir'i (Tesalya) ele geçirdi. Daha sonra Atina yolu üzerindeki Milona geçitlerine geldi ve burasını savunan Yunan ordusunu, 23 Nisan 1897 günü büyük bir mağlubiyete uğrattı. Milona Meydan Savaşı ile, Avrupalıların, geçilemez de dikleri bu geçitleri aşan ordu, güneye çekilen Yunan ordusu ile, Atina ile Tesalya arasındaki Dömeke’de yeniden karşılaştı. Yunanlıların son müdafaa hatları olan Dömeke’de, 25 bin kişilik Yunan ordusu perişan edildi ve bir daha toparlanamadan darmadağın edildi. Bu muharebede Abdülezel Paşa şehid düştü. Ordu hızla ilerleyerek birkaç saat içinde Atina'ya girdi.
15-17 Mayıs tarihinde Dömeke'de yapılan muharebede Yunan ordusu kesin bir yenilgiye uğradı. Avrupa devletlerinin müdahalesi ile mütareke yapıldı. Osmanlı lehine Tesalya sınırındaki bazı küçük değişiklikler dışında savaştan önceki sınırlara dönüldü. Yunanistan Osmanlı Devleti'ne 4 milyon lira savaş tazminatı ödemeyi kabul etse de bu tazminat tahsil edilemedi. Oysa buna karşılık Girit'e özerklik verilmişti.
Çeşitli Kaynaklardan Özellikleri ve İcraatları:
-2. Abdulhamid'in İngiltere'ye karşı İRA'yı kurdurduğu söylenmektedir.
-Voltaire'nin, Hz.Muhammed (s.a.s) hakkinda yazdigi assagilayici bir oyunun Fransa'da sahnelenme planlarini duyunca, Fransa kralina bir mektup yollayip, "Ben su anda sizi bertaraf edecek durumda degilim, ama sunu bilin ki eger bu oyun oynanirsa, yarindan tezi yok tum Arap ve İslam ulkelerine haber saliyorum sizinle olan tum iliskilerini kopariyorlar" demistir. Bunu goze alamayan Fransa o yazarin oyunu oynamasini engellemistir.
-Ayrica 21 temmuz 1905 cuma gunu Ermeni komitacilar Abdulhamit'e basarisiz bir suikast girisiminde bulunurlar. Viyana'dan getirdikleri saatli bombayi, padisahin saraydan cikip camiye inisini dakika dakika hesaplayip Yildiz'in ordaki saat kulesinin dibindeki bir faytona yerlestirirler. Fakat Abdulhamid kapidan cikarken 1-2 dk birileriyle sohbete dalinca bomba patlar ama 2. Abdulhamid'e birsey olmaz. Necdet sakaoglu'nun bu mulkun sultanlari'nda Abdulhamid'in patlama olur olmaz cok sakin bir tavir aldigi ve etrafina, "Korkmayin, korkmayin" dedigi sonra da faytonuna dondugu yazilir.
-Önce, bir sene beş ay devlet idâresine karıştırılmadı. Memleketi Sadrazam Mithat Paşa ve arkadaşları idâre etti. Bunlar, 24 nisan 1877 günü Rus harbine sebep oldular. Mâlî 1293 senesine rastladığı için (93 harbi) denilmektedir. 93 harbi Edirne mütârekesine kadar dokuz ay sürdü. Müşir [mareşal] yaptıkları Süleyman Paşa, şıpka geçidinde büyük gaflet yaparak, en seçkin Türk birliklerinin harcanmasına sebep oldu. Bu hezîmete kahramanlık denilerek, başkumandan yapıldı. Fakat, Filibe'ye ve oradan Edirne'ye kaçtı. Edirne'de de tutunamayıp mütâreke istedi. Mütâreke Abdülhamîd'in, Kraliçe Viktorya'ya çektiği telgraf üzerine mümkün olabildi. Ruslar ve Bulgarlar, onbinlerce Türk kadın ve çocuğunu kestiler. Bir milyondan fazla Türk, Bulgaristan'dan, İstanbul'a göç etti. O zaman Rusya'nın nüfûsu doksan, Osmanlıların ise altmışdört milyondu. Abdülhamid, fâciâları görünce, Edirne mütârekesinden onüç gün sonra, 13 şubat 1878'de Meclis-i Mebûsân'ı kapattı. Devlet idâresini eline aldı. Mebusların ancak yüzde kırkı Türktü. Bu parlamento devâm etseydi, Osmanlı dahâ o zaman parçalanacaktı. İkinci Abdülhamid'in ilk ve büyük başarısı, bu felâketi görmesi ve önlemesi oldu.

-Theodore Herzl'in "Kudüs'ü verin tum dış borçlarinizi Dunya Museviler Cemiyeti olarak odeyelim" onerisini reddetmiştir.


İttihatçılar tarafından Abdülhamid dönemine "Devr-i İstibdâd" (İstibdat Dönemi) adı verilir. Ancak Mehmet Akif Ersoy’dan Said Nursi’ye kadar birçok insan, 2. Abdulhamid’e aleyhtar olmuşken, sonradan pişmanlıklarını dile getirmişlerdir. Bu konu ilginçtir.

2. Abdulhamid devrini önce yeren, sonra övenler

Yazılarımızın sonunda 2. Abdulhamid Han'ın yaptıklarını takdir eder, ve yapacaklarının engellediğini düşünürsek, aşağıda ismi geçen insanlar iyi veya kötü, bu Sultan'ın tahttan indirilmesine vesile olmuştur. Eğer onun indirilmesi iyi olmamış ise (ki; bu şahısların kendileri de pişmanlık ifadeleri kullanmışlardır) bu kişilerin Devlet'in zayıflamasında rolleri olmuştur demek, elbetteki çok zor değildir. Dönem elbetteki İmparatorlukların sonu idi, ama eleştirinin dozajını kaçırmak Osmanlı'yı zayıflatmak demekti. Gelelim önce isyan, sonra pişmanlık dönemi geçirenlere:
 
Said Nursi Efendi
Şu an birçok mensubu ve kolu bulunan bir cemaatin lideri konumundaki Said Nursi Efendi; hayatını eski Said, yeni Said ve 3. Said olarak 3 döneme ayırmıştır. 2. Abdulhamid’e karşı olduğu döneme, sonradan Eski Said dönemi denmiştir.
Said Nursi Efendi 2. Abdulhamid Han döneminde hala tartışılan bir sebep ile bir müddet akıl hastanesine kapatıldı. (T.K.)
1907'de serbest kaldıktan sonra keskin bir Abdülhamit muhalifi olarak İttihat ve Terakki Cemiyetiyle irtibata geçmek için Selanik'e gitti. Selanik'te cemiyetin önde gelen isimlerinden daha sonra Selanik Mebusu olacak olan Emanuel  Karasso ile ve cemiyetin diğer önderleri ile görüştü. Selanik'de Meşrutiyetin İlanı'ndaki  kutlamalarda II. Abdülhamit idaresine karşı hürriyet nutukları söyledi. Nutuklarında hürriyetin gelmesinden önce ‘Gebermiş İstibdadı muhafaza için şeriat meselesinden geri adım atılmış’ olduğunu söylemişti.

Keza ‘Yaşasın zalimler için Cehennem’ sözünü, bu devir için söylediği kabul edilmektedir. Lakin burada bir tespite değinmek lazımdır.: Said Nursi efendinin, çok sonradan ve ölümünden kısa süre evvel, 2. Abdulhamid Han’ın varislerinden helallik aldığı da genel bir kabuldür. (Nur cemaati internet sitelerinde de bu özrü görebilirsiniz.)

Said Nursi Efendi konusuna, 2. Abdulhamid’den Atatürk devrine kadar, yazılarımız boyunca değinilecek ve daha sonra ayrı bir yazı konusu olacaktır.

Mehmet Akif Ersoy
 
2. Abdulhamid’e karşı yazılan şiirlerinden bazıları:

‘’Ortalık şöyle fena, böyle müzebzep işler,
Ah o Yıldız’daki baykuş ölmezse eğer.’’

‘’Çoktan beridir vardı benim bir derdim,
Gideyim zalimi ikaz edeyim isterdim,
Kafes ardında hanımlar gibi Saikliydi Hamid,
Al-i Osman’dan bu korkaklık edilmezdi ümid.’’

Peki 2. Abdulhamid tahttan indirildikten sonra ne yazdı Mehmet Akif:
‘’Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi?
Ya böyle kalfa değil, basbayağı muallimdi.
Nasıl da kadrini vaktiyle bilemedik, tuhaf iş;
Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!’’
Ayrıca Akif’in Mısır’dayken, saygı duyduğu yakın dostlarından Yozgatlı Mehmet Efendi’ye söylediği şu sözler hastalandığı yıllarda II. Abdülhamid hakkındaki görüşünü değiştirmiş olduğuna bir delil olarak kabul edilebilir. “Ölmez de iyileşebilirsem hatıralarını yazmak istiyorum. Hatıralarımda Sultan II. Abdülhamid’e karşı özür ve itiraflarım olacak.” (Aktaran: Şemsettin Şeker)
Akif’in Sultan Abdülhamid ile ilgili düşüncelerinin değiştiğine dair verilebilecek en güzel misallerden biri de, kendi ağzından aktarılan şu ibret dolu anekdottur:
Mehmet Akif’in, İstanbul’daki bir camide, Abdülhamid Han döneminde orduda önemli bir görev sahip olan bir subayın ağzından dinlediği şu hatıra, Abdülhamid Han’ın “veli padişahlardan” olduğunu ispatlayan en çarpıcı misallerdendir:
Mehmet Akif, sabah namazlarını Sultanahmet Camii’nde kılmayı adet haline getirmişti. Bir zaman, her sabah camiye erkenden gelip, mihrabın bir köşesinde sürekli gözyaşı dökmekte ve inlemekte olan, saçı sakalı bembeyaz olmuş ihtiyar bir zât dikkatini çeker. Durmadan ağlayan bu adamın uzun süre büyük bir hayret ve merakla takip eder.
Nihayet bir gün yanına yaklaşarak, derdinin ne olduğunu, nende kendini bu kadar derbeder ettiğini sorar: “Muhterem, Allah’ın rahmetinden bu kadar ümitsizlik olur mu? Niye bu kadar ağlıyorsun?”
O zât, “Beni konuşturma, kalbim duracak” diyerek önce konuşmak istemez. Ancak, çok ısrar edince, bu halinin sebebinin ne olduğunu Akif’e gözyaşları içerisinde şöyle izah eder:

“Ben, Abdülhamid devrinde binbaşı idim. Anam- Babam vefat edince sadarete (Sadrazamlığa) bir dilekçe gönderdim. Dedim ki: “Mallarımız, gayrimenkullerimiz var. Bunların bir nezarete (bakıcıya) ihtiyacı vardır. Kabul buyurulursa istifa etmek istiyorum.”
Sadaret benim dilekçemi padişaha göndermiş. Bana doğrudan doğruya Hünkârdan bir yazı geldi: “İstifa kabul edilmedi” deniyordu.
Ben bir daha gönderdim. Yine aynı cevap geldi. Bizzat huzura çıkıp şifahi (yüzyüze) görüşmek istedim. Ben o cehalet ile padişahın huzuruna çıktım:
Sultanım, istifamın kabülünü istirham edeceğim. Durumumuz budur, dedim.
Derin derin düşündü istifa etmemi istemiyordu. Yüzünden belli idi. Israrıma dayanamadı. Öfkeli bir edayla, elinin tersi ile:
-Haydi, istifa ettirdik seni, dedi.
Ben dönüp işimin başına geldim. Gece manâ aleminde orduların teftiş edildiğini gördüm. Rasulullah Efendimiz (a.s.m.) Yıldız Sarayı’nın önünde duruyordu. Bütün Türk ordusunu teftiş ediyordu. Osmanlı padişahlarının ileri gelenleri de orada idi. Abdülhamid, edeple Fahri Kâinat Efendimiz’in arkasında duruyordu.
Derken, benim birliğim geldi. Başında kumandan olmadığı için darmadağınıktı.
Efendimiz: “Nerede bunun kumandanı?” diye sordular.
Abdülhamid de: “Ya Rasulullah çok ısrar etti. İstifa ettirdik.” dedi.
Efendimiz: “Senin istifa ettirdiğini bizde istifa ettirdik!”. Buyurdular.
İşte ben o gün bugündür bunun hicranı ve pişmanlığı ile gözyaşı döküyor, kederleniyorum. Ben ağlamayayım da söyle kim ağlasın?

Meşhur Dr. Rıza Nur Sultan Abdülhamid’e karşı çıkanlardan; hatta hatıralarında Sultan Abdülhamid aleyhine yer yer ağır ifadeler var. Buna rağmen Cumhuriyet dönemini anlatırken şunları yazmaktan kendini alamamış:
“Hürriyet imha edildi. Yeni bir zulüm ve istibdad dönemi başladı. Bu zulüm ve istibdad Abdülhamid’inkinden de İttihadçılarınkinden de dehşetli oldu. Zavallı Hamid kaç kişiyi asmıştı? Hiç… Hele hiç hırsızlık etmedi, hiç fuhuş yapmadı, hiç israfta bulunmadı. Bilakis memlekette bunların önüne geçmeye çalışmıştı. Bu devre bakınca insan Abdülhamid aleyhine kıyam ettiğine utanıyor.”

“İttihadçıların halini görünce Abdülhamid aleyhine çalıştığıma utanmış, ne büyük günah işlemişim demiştim. Bunu görünce Abdülhamid’e de İttihadçılara da rahmet okuyor, aleyhlerine çalışmakla ettiğim günahların affını Allah’dan diliyorum.”

Rıza Tevfik de Sultan Abdülhamid’e karşı çıkanlardan; hatta kendi ifadesiyle, 31 Mart komplosunu tertipleyenlerden biri. Seneler sonra Sultan Abdülhamid’den “özür dileyen” bir şiir yazmış. Necip Fazıl Kısakürek bu şiiri 1947′de Büyük Doğu’da yayınladığı için bir süre hapis yatmış. Rıza Tevfik’in hastane yatağında şunları söylediği naklediliyor:
“Ben bu şiiri Türk milletine hakaret kasdıyla değil, tamamıyla aksi olarak, Türk milletini ölüme götüren bir zümreyi teşhir ve Abdülhamid Han’a edilen iftiraları tespit gayesiyle yazdım. 31 Mart vakasını tertiplediği isnadı altında tahtından alaşağı edilen büyük hükümdar, bu isnadla, sade iftiraların değil, tertiplerin de en hainine hedef tutulmuştur. 31 Mart’ı tertipleyen İttihatçılar ve bu işe memur edilenler arasında bizzat ben varım. 31 Mart’ı kışkırtma ve körükleme işini Selim Sırrı ile Rıza Tevfik idare etti. Hasta yatağımdan söylediğim bu sözlere tarih kulak kabartsın.”

Sultan İkinci Abdülhamid’in aleyhinde faaliyet gösterenlerin elebaşçılarından biri olan feylâsof Rıza Tevfik, devlet elden gidince korkunç pişmanlığını dile getiren, “Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhâniyetinden İstimdat” adlı mersiyesinde şöyle feryad eder:
Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?
Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör milletin bak günahına.
Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca Sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsî Padişâhına.
“Pâdişah hem zâlim, hem deli” dedik,
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz “beli” dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına.
Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük atalar kıblegâhına.
Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena,
Bir sürü türedi, girdi meydana.
Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?
Yuh olsun bunların ham ervâhına!
Bunlar halkı didik didik ettiler,
Katliâma kadar sürüp gittiler.
Saçak öpmeyenler secde ettiler.
Tükürün onların pis külâhına.
Haddi yok, açlıkla derde girenin,
Sehpâ-yı kazâya boyun verenin.
Lanetle anılan cebâbirenin
Bu, rahmet okuttu en küstahına.
Çok kişiye şimdi vatan mezardır,
Herkesin belâdan nasîbi vardır,
Selâmetle eren pek bahtiyardır,
Harab büldânın şen sabahına.
Milliyet dâvâsı fıska büründü,
Ridâ-yı diyanet yerde süründü,
Türkün ruhu zorla âsi göründü,
Hem Peygamberine, hem Allâh’ına.
Lâkin sen sultânım gavs-ı ekbersin
Âhiretten bile himmet eylersin,
Çok çekti şu millet murada ersin
Şefâat kıl şâhım mededhâhına.


Vaktiyle İttihat ve Terakki Fırkası’nın içinde Abdülhamid Han’a düşmanlık eden Süleyman Nazif de pişmanlığını aşağıdaki şiiri ile dile getirmiş:
 

Padişahım gelmemişken yâda biz,
İşte geldik senden istimdâda biz,
Öldürürler başlasak feryâda biz,
Hasret olduk eski istibdâda biz.
Dem-bedem coşmakta fakr-u ihtiyaç,
Her ocak sönmüş ve susmuş, millet aç.
Memleket mâtemde, öksüz taht-u taç,
Hasret olduk eski istibdâda biz.


Ayrıca Sultan İkinci Abdülhamid Han 1905 yılının Temmuz ayında Ermeni komitacıların kendisine düzenlediği bir suikast girişiminden 1 dakika 42 saniyelik bir gecikmeyle kurtulmuştu. Şair Tevfik Fikret ise bunun üzerine Ermeni komitacılara olan sitemini ve Padişah’a olan kinini şu dörtlükle ifade etmişti:
Ey şanlı avcı, damını bi Hüda kurmadın,
Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki, vuramadın.
Dursaydı bir dakikacağız devr-i bi-sukun
Bir hayr olurdu, misli asırlara geçmemiş.


Daha sonraları Tevfik Fikret, pişmanlığını İttihat ve Terakki düşmanlığı ile gösteriyor ve çok meşhur olan “Han-ı Yağma” isimli şiirini kaleme alıyordu:
Bu sofracık, efendiler – ki iltikaama muntazır
Huzurunuzda titriyor – şu milletin hayatıdır
Şu milletin ki mustarip, şu milletin ki muhtazır
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır…
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin
Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir
Şu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehir
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir…
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı zi-safa sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin
Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say
Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay…
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin
Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar
Gurur-ı ihtişamı var, sürur-ı intikaamı var
Bu sofra iltifatınızdan işte ab ü tab umar
Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar…
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı can-feza sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin
Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malini
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini…
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak…
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı pür-neva sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin.

2. Abdulhamid’in tahttan indirilmesi:
Yıl 1908. Sonradan Osmanlı’nın 1 numaralı adamı olacak olan Enver Paşa, Niyazi Bey ve diğer İttihatçılar, Manastır ve Selanik’te dağlara çıkarak ilk isyanı başlattı. İsyanın boyutlarının genişlemesi tehlikesi karşısında, 2. Abdulhamid 2. Meşrutiyet’i ilan etti. İttihat ve Terakki dönemi bir sonraki yazımızın konusu olacağı için, burada kısaca özetler isek;
İkinci Meşrutiyet
Abdülhamid’in örfi yönetimine karşı muhalefet de giderek güçlendi. 1889'da İttihat ve Terakki Cemiyeti  kuruldu. 1908'de İttihat ve Terakki yanlısı bazı subaylar Manastır ve Selanik kentlerinde ayaklandılar. Bu baskıların üzerine, Abdülhamid 24 Temmuz 1908'de anayasayı yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı ve II. Meşrutiyet ilan edildi. Yapılan seçimlerle oluşturulan yeni meclis 17 Aralık 1908'de açıldı.
Artan huzursuzluklar ve İttihat ve Terakki karşıtlarının baskıları sonucunda, 13 Nisan 1909'da İstanbul’da ayaklanma çıktı. Rumi takvimle 31 Mart günü patlak verdiği için bu ayaklanma 31 Mart Olayı olarak bilinir. Selanik'te kurulan Hareket Ordusu 23-24 Nisan gecesi İstanbul'a girerek ayaklanmayı bastırdı.

31 Mart Ayaklanması ve Tahttan İndirilişi 
 

12 Nisan'ı 13 Nisan'a bağlayan gece, Taksim Kışlası'ndaki Avcı Taburu'na bağlı askerler subaylarına karşı ayaklanarak kendilerine önderlik eden din adamlarının peşinde Heyet-i Mebusan'ın önünde toplandılar ve ülkenin şeriata göre yönetilmesini istediler. Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti ayaklanmacılarla uzlaşma yolunu seçti ve hükümet üyeleri tek tek istifa etti. 
Abdülhamid, olayların başlama sebebini hatıratında şu şekilde anlatır:
‘’Vekâyi'ın (olayların) ve acemi bir idârenin hergün bir sûretle izhâr ettiği mevâdd-ı müşte-ıle(tahrik edici hususlar) elbette infilâk edecekti. Hatta 31 Mart'a kadar te'hîri bile şâyân-ı hayrettir. Hiçbir kimseye hesap vermek mecburiyetinde bulunmadığım bir zamanda, ma'a'l-kasem(yemin ederek) te'mîn ederim ki ben bir fenalık olmamasına elimden geldiği kadar çalıştım. Tehlikenin te'ehur-i vuku'unda (gerçekleşmesinin gecikmesinde) bu mesâ'î-i hayır-hâhânenin dahli bulunduğunu zannederim.’’
Ayaklanma Heyet-i Mebusan üzerinde de etkili oldu. O gün İttihat ve Terakki  üyesi mebuslar, can güvenlikleri olmadığı için meclise gitmediler. Bazıları İstanbul'dan uzaklaşırken, bazıları da kent içinde gizlendi. Bu arada ayaklanmacılar İttihatçı subaylarla mebusları buldukları yerde öldürüyorlardı. Hükümetin ve meclisin etkisiz kalmasıyla, II. Abdülhamid yeniden duruma egemen oldu. Ayaklanmayı başlatan muhalefet ise, herhangi bir programdan yoksun olduğundan önderliği elde edemedi.
İstanbul'da denetimi elinden kaçıran İttihat ve Terakki asıl güç merkezi olan Selanik'teki 3. Ordu'yu harekete geçirdi. Böylece ayaklanmayı bastırmak üzere Hareket Ordusu kuruldu. Ayaklanmacılar 23 Nisan'ı 24 Nisan'a bağlayan gece İstanbul'a girmeye başlayan Hareket Ordusu'na başarısız bir direniş çabasından sonra teslim oldular. Heyet-i  Mebusan ve Heyet-i Ayan da bir gece önce Yeşilköy'de toplanarak Hareket Ordusu'nun girişiminin meşruluğunu onaylamışlardı.
Diğer bir iddiaya göre 31 Mart ayaklanmasını İttihat Terakki, İngiltere ve Abdulhamid'e Filistin nedeniyle husumet besleyen Mason teşkilatları tertip ederek Abdulhamid'i  tahttan indirmeyi amaçlamışlardır. Nitekim Abdulhamid'in tahttan inmesiyle Yahudiler Filistin'de toprak satın alma izni almışlardır. İttihad Terakki ise hiçbir etkisi olmayan padişah Mehmet Reşad sayesinde yönetime tamamen hakim olmuştur.
Ayaklanmanın bastırılmasından sonra sıkıyönetim ilan edildi ve ayaklanmacıların önderleri divanı harpte yargılanarak ölüm cezasına çarptırıldılar. Muhalefet hareketi önemli kayıplara uğradı. Ama en önemli gelişme, Meclis-i Umumi Milli adı altında birlikte toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan'ın 27 Nisan'da II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesini, yerine V. Mehmed'in geçirilmesini kararlaştırmasıydı. Ayrıca II. Abdülhamid'in İstanbul'da kalması da sakıncalı bulunarak Selanik'te oturması uygun görüldü. Divanıharp II. Abdülhamid'i yargılamak istediyse de, yeni kurulan Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti bunu kabul etmedi.
Abdülhamid, Selanik'ten gelen Hareket ordusuna karşı herhangi bir direniş göstermedi. Kendi hatıratında bunu kardeş kanı dökülmesin diye yaptığını yazar. Oysa Osmanlı Paşaları bu toplama orduyu rahatlıkla geri püskürtebileceklerini padişaha arz etmişlerdi.
İkinci Meşrutiyet dönemi ağırlıklı olarak İttihat ve Terakki hükümetlerinin yönetiminde geçti. Devlet yönetiminde İttihat önderleri Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa etkili oldular. Bir sonraki yazımızın konusu olan bu yeni dönemde Osmanlı Devleti;  Trablusgarp, I. ve II. Balkan Savaşları ve I. Dünya savaşlarına girdi. I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından VI. Mehmet, İtilaf Devletleri’nin baskısıyla 21 Aralık 1918'de parlamentoyu kapattı.
 

2. Abdulhamid 1912’de Selanik’ten Beylerbeyi Sarayı’na getirildi. 1918 yılında ölene kadar, bu Saray’da bir nevi kafes hayatı yaşadı.

Hakkındaki görüşler 
Özellikle Ermeni isyanını bastırırken kullandığı tedbirler nedeniyle batılı tarihçiler ve muhalifleri tarafından "kızıl sultan" diye anılmıştır. Öte yandan, taraftarları onu "ulu hakan" gibi yüceltici lakaplarla anarlar. Abdülhamid, baskıcı rejimi, azınlıklara karşı uyguladığı sert siyaset ve muhafazakârlığı nedeniyle, günümüzde hâlâ onu destekleyen genellikle sağ siyasi çevreler ile eleştiren sol çevreler arasında bir tartışma odağı olmaya devam etmektedir.
İlber Ortaylı'ya göre Dünyanın son hükümdarı, son evrensel imparator II. Abdülhamid Han'dır.
… Bak çocuk, kişisel kanımı kısaca söyleyeyim: Tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun durumu kuşkulu ve sınırları düşmanlarla çevrili bir büyük devlette Abdülhamit’in yönetimi büyük hoşgörüdür. Hele bu yönetim, 19. yüzyılın sonlarında uygulanmış olursa…” M. Kemal Atatürk.
Sanırım Atatürk'ün bu sözünde 2. Abdulhamid'in, şüpheli Mithat Paşa ölümü hariç, 33 yıllık iktidarı boyunca hiç idam kararı vermediği, ve devrinde hiç kimsenin asılmadığı ya da öldürülmediği gerçeği ektili olmuştur.
"Abdülhamid'i anlamak 21. yüzyılı anlamaktır." Prof İlber Ortaylı
‘’Dünyâda 100 gram akıl varsa, bunun 90 gramı Abdülhamîd Han'da, 5 gramı bende, kalan 5 gramı da diğer dünyâ siyâsîlerindedir.’’ ( Alman Milli Birliğinin kurulmasını gerçekleştiren meşhur Alman devlet adamı, Prens Bismarck )

‘’Ayıp, ayıp. Bu adam 32 sene Hakan ve Halife idi. Sultan Hamid için şu söylenen, yazılan, çizilenlerin büyük kısmının yalan ve iftira olduğunu bildiğimiz halde, nasıl tahammül edip imkân veriyoruz? Bu iftira selinin yarınki muhatapları da bizler olacağız.’’
Ahmet Rıza Bey'den Talat Paşa ve Eyüp Sabri Bey'e
Geçtiğimiz gün hayatını kaybeden merhum tarihçi Yılmaz Öztuna 23 Mayıs 2006 tarihli makalesinde şöyle yazmış:
“31 Mart 1909 ayaklanması, BIS (British Intelligence Servis) tarafından tertiplenmiş, imparatorluk politikasında henüz çok toy olan İttihatçılara icra ettirilmiş, iğrenç bir eylemdir. Hedef, Sultan Abdülhamîd’i tahttan indirmekti. Maksat hâsıl oldu.”
Kızıl Sultan iddası, Albert Vandal adlı bir Fransız yazar tarafından ortaya atılmıştı. Atılış sebebi de, Abdülhamid'in Ermeni isyanlarını bastırtmış olmasıdır. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa kamuoyunda Abdülhamid'in kan dökücü bir padişah olduğu propagandası başlatıldı. İşte "Kızıl", yani kan döken Sultan lakabı bu sırada asıldı boynuna. Hadi Ermenilerin böyle demesini anladık; iyi ama bir tekini bile idam ettirmemiş olan Abdülhamid'e Jön Türkler neden "Kızıl Sultan" dediler? 1915'te yüzbinlerce Ermeni'yi tehcir ettirecek olanlar, 25 yıl önce Ermeni propaganda ordusunun neferleri olmakta sakınca görmemişlerdi.
Sultan Abdülhamid oldukça dindar bir insandı. Kızı Ayşe Sultan babasının dindarlığını şöyle anlatmıştır:
Babam doğru ve tam dinî itikada sahip bir Müslümandan başka biri değildir.Beş vakit namazını kılar, Kur'ân-ı Kerîm okurdu. Daima camilere devam ettiğini, Ramazanlarda Süleymaniye Camii'nde namaz kıldığını, o zamanlar camide açılan sergilerden alışveriş ettiğini hikâye tarzında anlatırdı. Babam herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın husus'i bahçesinde beş vakit Ezân-ı Muhammedi okunurdu. Babamın bir sözü vardı: "Din ve fen," derdi. "Bu ikisine de itikat etmek caiz" olduğunu söylerdi.’’
Sultan Abdülhamid çalışkan bir padişahtı. Günde muntazam 15-16 saat çalıştığı söylenmektedir. Çalışma saatleri dışında hobi olarak marangozlukla uğraştı.

2. Abdulhamid'İn büyük projeleri:
İlk Boğaz Köprüsü Projesi 2. Abdülhamit zamanında yapılmıştır. Vakti olsa idi, tamamlayacağı düşünülen projenin taslakları şu an ilgili kurumlardadır.
 

 
 
"Sultan İkinci Abdülhamid'in, İstanbul Boğazı'nın, Sarayburnu-Üsküdar ve Rumeli Hisarı-Kandilli arasını birbirine bağlayacak iki köprü projesinin resimleri ortaya çıkmıştır.

Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında, İstanbul Boğazı'nın, Sarayburnu-Üsküdar ve Rumeli Hisarı-Kandilli arasında olmak üzere iki köprü ile bağlanması projesi yapılmıştı. Fransız inşaat mühendisi F. Arnodin'e 1900 yılında çizdirilen projede köprülerin, Eyfel Kulesi'nin yapıldığı çelik teknolojisiyle yapılması hedefleniyordu.

Sarayburnu-Üsküdar arasındaki aktarma köprünün iki kara tarafından ayakları arasındaki mesâfe 1700 metre idi. Projede beş ayak üzerine kurulması planlanan köprünün orta ayağının 32 metre derinlikteki deniz tabanına oturtulması planlanmıştı. Denizden yüksekliği 50 metre olan köprünün altından asılacak teleferiklerle vagonların taşınması hedefleniyordu. Rumeli Hisarı-Kandilli arasında yapılması planlanan köprü ise ilgili vesîkasında “Cisr-i Hamîdî” (Hamîdiye Köprüsü) olarak isimlendirilmiş sâbit bir köprüydü. Projede istasyonların Bakırköy ve Bostancı'ya kurulması, böylece demiryolunun şehrin dışından geçmesi planlanıyordu.

Boğaziçi'nde yapılacak olan bu köprü aynı zamanda Bağdad demiryolu hattına da bağlanacaktı. Cisr-i Hamîdi projesi büyük bir bina üzerine, minarelerle ve Kuzey Afrika mimârî tarzında kubbelerle süslü, som kârgîr destekler arasına kurulu, çelik halatlarla havada asılı demirden bir bina manzarasında idi. Bu kubbelerden her biri granitten yapılmış bir sütun üzerinde olup bunların üzerine toplar kurulmuş idi. Döner kulelerle askerî savunmaya da faydalı olacak olan köprü, aynı zamanda boğaz geçişini de kontrol altında tutacaktı. Köprünün geceleri çok güzel bir şekilde ışıklandırılması da, projenin mühim bir tarafını oluşturuyordu.

Bu köprüde yani Cisr-i Hamîdî'de tren, araba ve yayaların geçmesine mahsûs yollar ve basamaklar bulunmaktaydı. Köprü bu şekilde Anadolu ve Rumeli yakalarını birbirine bağlıyordu.

Minareleri ve kuleleri "Halîfe-i Müslimîn olan pâdişâh-ı âlî-câhın bütün kudret-i dîniye ve siyâsiyesini pîş-i enzârda tecellî etdirerek Osmanlıların şân ve azametini irâe" ediyordu.

Bu köprü ile de îcâbında Medîne’den trene binildiğinde Viyana’da trenden inmek mümkün olacaktı."

Yine Beykoz-Şişli Metro taslağı, 2. Abdulhamid'in planlarını açığa kavuşturmaktadır.



Alfabe değişikliğinin fikir babalarından imiş kendisi;

"Halkımızın büyük cehaletine sebep, okuma yazma öğrenimindeki güçlüktür. Belki bu işi kolaylaştırmak için latin alfabesini kabul etmek yerinde olur."

(Sultan abdulhamid, siyasi hatıratım, çev. salih can, hareket yayınları, istanbul, 1974, s.177-178, aktaran: ilber ortaylı, batılılaşma yolunda, merkez kitaplar, istanbul, 2007, s.239)
Yine onun döneminde çıkarılan Petrol Haritasının, bugün doğruluğu kanıtlanmış ve günlerce konuşulmuştur.

 

 



Yazımızın sonunda, ben 2. Abdulhamid Han hakkında aşağı yukarı bir fikir sahibi olduğumuza inanıyorum. Yazıya ilave edilecek bilgi ve görüşleri beklemekle birlikte, yeni bulgular bulduğumda yine bu yazıya ekleyerek, yazı sonunda bu güncellemeleri notlandıracağımı belirtmek isterim.
Kısa bir özetle Abdulhamid Han'ın hataları yok muydu? Vardı ve bence meclisi kapatmak yerine seçimleri yeniletebilirdi mesela. Çünkü o çağın koşulları bir meclisi gerektiriyordu. İki başlılık her ne kadar Devlet yönetimi için doğru olmasa bile, Fransız devrimi ile başlayan bu çağın hareketlerine tamamen duyarsız kalmak 2. Abdulhamid için bile fazla riskliydi. Tüm dünyada İmparatorluklar yerini demokrasiye bırakırken, yel değirmeni ile daha dikkatli savaşılabilirdi mesela. Belki meclis yetkilerini kendine göre ayarlatabilir, ya da bir orta yol bulabilirdi. Bunlar tartışmaya açık hususlar ama 2. Abdulhamid'in kişiliği ve meziyetleri bizce aşikar.

http://www.anadoluhareketi.com/

16 Ocak 2016 Cumartesi

ARTVİN'de GEZİLECEK YERLER

IMG Ust

ARTVİN'de GEZİLECEK YERLER

Heybetli dağları, yemyeşil ormanları, birbirinden güzel yaylaları, krater gölleri, zengin fauna ve florası, 5000 yıllık tarihi mirası ile yeryüzü cennetidir Artvin. Artvin’de görmeniz gereken yerler:

Milli Parklar: Artvin ülkemizin doğal güzelliklerinin bazılarına ev sahipliği yapıyor. Bu güzellikler arasında koruma altındaki milli parklar da var. Karagöl Sahara Milli Parkı, Camili Gorgit Tabiatı Koruma Alanı ve Çamburnu Tabiat Koruma Alan ıArtvin'de gezilecek yerler arasında ilk sıralarda yer alıyor.

Yaylalar, Vadiler: Artvin, Karadeniz'deki önemli yayla turizmi merkezlerinden biri. Küçük büyük pek çok yaylanın bulunduğu Artvin'de Arsiyan Yaylası, Beyazsu Yaylası, Bilbilan Yaylası, Kafkasör Yaylası, Papart Vadisi, Hatila Vadisi görmeye değer olanlar arasında bulunuyor.

Şelaleler, Kanyonlar: Artvin'deki bir başka doğal güzellik de şelaleler ve kanyonlar. Yemyeşil ormanlar arasında, tepelerden dökülen şelaleleri ve heybetli kanyonları görmeden Artvin'den ayrılmayın. Mençuna Şelalesi, Maral Şelalesi, Cehennem Deresi Kanyonugörmenizi önerdiğimiz diğer doğal güzellikler arasında yer alıyor.

Kaleler: Doğal güzellikleri ile olduğu kadar tarihi yapıları ile de gezginleri kendine çeken Artvin'de özellikle tarihi kaleler görülmesi gereken tarihi yapılar arasında bulunuyor. Artvin Kalesi, Şavşat Kalesi, Gevhernik Kalesi, Satlel Kalesi, Ferhatlı Kalesi, Ardanuç Kalesi gezebileceğiniz Artvin kaleleri arasındadır.

Kilise ve Manastırlar: Artvin'de gezmenizi önerdiğimiz bir diğer tarihi yapı da Artvin'deki kilise ve manastırlardır. Tekkale Manastırı, Porta Manastırı, Opiza Manastırı, Tibeti Kilisesi, İbrikli Kilisesi, Yeni Rabat Kilisesi, Dolishane Kilisesi, Barhal Kilisesi Artvin geziniz sırasında görebileceğiniz Hristiyan kültürüne ait yapılar.

Plajlar: Artvin yaz aylarında deniz turizminin de hareketlendiği bir şehir. Karadeniz'in serin sularında yüzmek ve tertemiz sahillerin tadını çıkarmak isterseniz Hopa'da bulunan Kemalpaşa Plajı, Kopmuş Plajı ve Arhavi Plajı'na gidebilirsiniz.

Eğer kış aylarında Artvin'de bulunuyorsanız Artvin kış sporları merkezi Atabarı Kayak Merkezi'nde kayak ve diğer kış sporlarını yapabilir veya Otingo Kaplıcası'nda hem sağlık hem keyif bulacağınız bir tatil yapabilirsiniz.

BERGAMA KAPLICALARI

IMG Ust

BERGAMA KAPLICALARI

Eskiçağ’ın önemli sağlık merkezlerinden biri olan Asklepion, Bergama ilçesi sınırları içinde yer alır. Antik çağın bazı ünlü hekimlerini de yetiştirmiş olan sağlık merkezi aynı zamanda dünyanın ilk psikiyatrik hastanesi olarak bilinir. Burada hastaları iyileştirmek için çamur banyoları, müzik, su ve SPA terapileri, telkin, aromaterapi, masaj, bitkisel karışımlardan hazırlanmış ilaçlar gibi tedavi yöntemleri uygulanırdı. Günümüzde de Bergama Kaplıcaları yörenin şifalı sularından faydalanmak isteyen birçok kişinin tedavisine yardımcı olmaktadır.

İlçe merkezine 4 km. uzaklıkta olan Geyiklidağ Kaplıcası veya diğer adıyla Güzellik Kaplıcası kubbeli ve iki mermer havuzu barındıran bir yapıdır. Çevresinde Bergama Belediyesi’ne ait bir otelle “bungalow” tipi evlerin bulunduğu kaplıcanın, sıcaklığı 35 derece civarında olan sularının radyoaktivite oranı oldukça yüksektir. Bu sular romatizmal hastalıklar, kalp hastalıkları üzerinde olumlu etki yapmaktadır.

Bergama kaplıcaları arasında yer alan Dereköy Kaplıcası suları ağrılı hastalar üzerinde ağrıyı azaltıcı etki yapan bir hamamdır. Bergama’nın kuzeyindeki Kozak Bucağı’na bağlı Kaplıca Köyü’nde bulunan Haydar Kaplıcası ise sıcak ve kükürtlü sulara sahiptir. Bu sular cilt hastalıkları ile hareket sisteminin ağrı veren hastalıklarına iyi gelir.
Mahmudiye Kaplıcası kalsiyum içermeyen sulara sahiptir, bu yüzden suları yöre halkı tarafından çamaşır suyu olarak da kullanılır. Bergama Kaplıcaları arasında adı geçen bu kaplıcanın suyu cilt hastalıklarından muzdarip olan kişilere faydalı olabilmektedir.

EN POPÜLER TERMAL OTELLER

IMG Ust

EN POPÜLER TERMAL OTELLER

Sonbahar ve kış aylarının en sevilen otelleri hiç şüphesiz kayak otelleri ve termal otellerdir. Havalar serinlediğinde, soğuduğunda sımsıcak bir ortamda hoşça vakit geçirmeyi kim istemez ki? Termal havuzlar, egzotik masajlar ve daha aklınıza gelebilecek birçok lüks ayrıntı termal otellerde sizi bekliyor.
 
Termal tatilin faydaları saymakla bitmez. Termal suların faydaları neredeyse insanlığın tarihinin başlangıcından beri biliniyor. Ülkemizde termal kaynaklar birkaç farklı şekilde anılıyor. Termal kaynaklar; belli bir sıcaklığa kadar ılıca, belli bir sıcaklığın üstünde kaplıca adını alıyor. Yeryüzünün derinliklerinden çıkan termal sular yorgunluk ve stresten eser bırakmamakla birlikte sinir, kemik, eklem, kas, cilt hastalıkları gibi birçok hastalığa olumlu etki ediyor.  Önemli bir nokta; yüksek sıcaklıktan ötürü kalp hastaları, çocuklar ve ileri yaştaki kişilerin doktora danışmaları gerekiyor.
 
Türkiye, termal kaynaklar yönünden çok şanslı. Marmara Bölgesi'nden Doğu Anadolu Bölgesi'ne kadar hemen her bölgemizde unutulmayacak termal tatiller yapabilirsiniz. İşte en popüler termal otel bölgelerinden bazıları:

1. Nevşehir Termal Otelleri

Nevşehir Termal Otelleri, Kapadokya yöresinde muhteşem bir termal tatil yapmanıza olanak tanıyor. Bu otellerden birçoğunda orijinal taş binalarda konaklama imkanı var. Böylece Kapadokya'nın mistik atmosferini hissederken  Üç Güzeller, Ihlara Vadisi, Derinkuyu Yeraltı Şehri ve Avanos gibi yerleri de görme şansına sahip olunuyor.

2. Bolu Termal Otelleri

Bolu Termal Otelleri dört dörtlük bir termal tatilin yanı sıra  doğal güzelliklere de doyuruyor. Bolu'da Gölcük hem göl manzarası hem de termal havuzlara sahip. Abant Milli Parkı, Yedi Göller Milli Parkı ve Kartalkaya Kayak Merkezi de görülmeye değer.


3. Afyon Termal Otelleri

Afyon Termal Otelleri’nde termal tatil yapmak bir ayrıcalık. Hem mesafe hem de etkinlik açısından çok elverişli bir tatil ziyaretçileri bekliyor. Afyon'da sizi memnun edecek başka bir şey de enfes mutfağı. Sucuk, sucuk döneri, lokum ve kaymak yöreye özgü tatlar arasında. .

4. Kütahya Termal Otelleri

Termal tatil için Kütahya Termal Otelleri’ni de tercih etmek mümkün. . Kütahya'da, ikinci Efes olarak da tarif edilen Aizonoi Antik Kenti'nin yanı sıra Kütahya Kalesi, Germiyan Konağı, Saat Kulesi, Hükümet Konağı ve Frig Vadileri  de görülmeye değer.

5. Bursa Termal Otelleri

Bursa Termal Otelleri ulaşımı kolay, haftasonu kaçamaklarına müsait oteller. Bursa'nın İnegöl ilçesinde bulunan Oylat Kaplıcaları doğanın kalbinde bir termal tatil yapmanızı sağlıyor. Oylat Mağarası, İznik Gölü çevresi, Trilye Evleri ve Mudanya Sahili de tam gezmelik.

6. Çeşme Termal Otelleri

Çeşme Termal Otelleri termal tatili olanaklı kılmasının yanı sıra yaz tatilinin de gözde mekanlarından. Ilıca sıcak sularıyla sonbahar ve kış aylarında da ılıman bir iklime sahip. Sadece otelde vakit geçirmek istemeyenler için ideal.

7. Balıkesir Termal Otelleri

Balıkesir Termal Otelleri de hem termal tatil hem de yaz tatili için uygun. Balıkesir'in termal kaynakları Edremit civarında yoğun. Edremit ve komşusu Ayvalık sonbahar ve kış aylarında da gezilebilir sıcaklıkta.

8. Pamukkale Termal Otelleri

Pamukkale'yi sadece Türkiye değil tüm dünya tanıyor. Bembeyaz travertenleri ve termal havuzları ziyaretçi akınına uğruyor. Pamukkale Termal Otelleri termal tatili doğal mucizelerle birleştiriyor. Pamukkale'nin yukarısında kalan Hierapolis Antik Kenti'nin kalıntıları da gezilebilir durumda.

2 Ocak 2016 Cumartesi

Dünyanın en tehlikeli yemekleri

Kayısı çekirdeği öldürüyor
Dünyanın en tehlikeli yemekleri listelendi. İşte Türkiye’den de kayısı çekirdeğinin olduğu, ilginç ve ölüm tehlikesi olan yemekler…

Fugu (kirpi balığı)

fugu
Japon yasalarına göre bu balığı hazırlamak için aşçıların 3 yıl eğitim alması gerekiyor. Eğer doğru hazırlanmazsa bu balık, iç organlarında bulunan tetrodotoxin ve nörotoksin nedeniyle yiyen kişiyi felç edebiliyor.
Dev Boğa Kurbağası
Nambiya’da özel kutlama günlerinde tüketilen dünyanın en büyük kurbağa türü. Yetişkin kurbağalardan yapılan bu yemek, henüz çiftleşme dönemine girmemiş genç kurbağalardan hazırlanırsa böbrek yetmezliğine neden oluyor.
Ackee meyvesi

ackee-meyvesi
Ackee, tam olgunluğa erişmeden ve siyah tohumları açmadan önce tüketilmesi gerekiyor. Jamaikalı bu meyve yemeklerde de kullanılıyor ve tohumlarında hypoglycin denilen zehir bulunuyor.
Sannakji (canlı ahtapot)

canlı-ahtapot
Old Boy filminden de hatırlandığı gibi bir Koreli yemeği. Bebek ahtapot, parçalara ayrılıp canlı olarak servis ediliyor. Yenildiği esnada uzuvları hala hareket halinde olduğu için, vantuzları yiyen kişinin boğazına yapışıp boğarak ölümlere yol açabiliyor. Bu yüzden bu yemeğin çok ufak parçalara ayrılıp servis edilmesi gerekiyor.
Kanlı istiridye

9-istiridye-oyster
Genellikle Çin’de tüketilen bu istridye, aslında yenilebilen nadir istridye türleri arasında yer alıyor.Her türlü yemeğe katılan, oksijen seviyesinin düşük olduğu yerlerde yaşayan bu canlı, bünyesinde hepatit A, hepatit B, typhoid ve dysentery virüs ve bakterilerini taşıyor.
Hakarl
İzlanda’nın ulusal yemeği olan sadece o çevrede yaşayan bir köpek balığı türü. Bu balık temizlendikten sonra 6 ay boyunca asılı bir şekilde kurutulmaya bırakılıyor.İdrar yolu bulunmadığı için tüm organlarında atık ve toksik madde bulunduruyor. Uzun süre kurutulmaya bırakılmadan yenilirse ölümlere sebep oluyor.

Casu marzu

casu-marzu
Koyun sütünden yapılan bir peynir türü. Marzu, açık bir şekilde dışarıda bırakılır ve sineklerin içine larvalarını bırakmasına izin verilir.Peynirin içindeki larvalar peynirin mayalanmasını sağlıyor fakat canlı olan larvalar yendiği taktirde ölümcül mide sorunlarına yol açabiliyor.

Echizen kurage (denizanası yemeği)
Fotoğraftan da gördüğünüz gibi devasa boyutlarda olan bu denizanası Japonya’da yemek olarak tüketiliyor.Zehirli kısımları çıkarılan canlı, ince parçalara ayrıldıktan sonra iyi pişirilip yenilebilir hale getiriliyor.

Fesikh
Bu balık sadece Mısır’ın Shem el-Nessim şehrinde yerel bahar festivalinde tüketiliyor. Mısır’ın geleneksel yiyeceği olan bu balık 1 yıl boyunca tuzlanmış halde güneşin altında kurumaya bırakıldıktan sonra tüketilebiliyor. Aksi taktirde barındırdığı toksinler nedeniyle ölüm kaçınılmaz.
Cassava (manyok)

cassava
Afrika ve Güney Amerika’da bulunan bu kök sebzesinden genellikle içecek, puding, kek ve cips yapılıyor. Kök ve yaprak kısmında siyanür barındıran bu bitki, titizce hazırlanmadığı taktirde ölümü de beraberinde getiriyor.
Maymun beyni

maymun-beyni
Asya’da yaygın olarak yenilen maymun beyni, çiğ ve pişmiş olarak tüketiliyor. Fakat bu yiyecek doğru hazırlanmadığı taktirde tedavi edilemez ölümcül Varyant Creutzfeldt- Jakob beyin hastalığına neden oluyor. Kısacası beyin yemenin cezasını yine beyin çekiyor.
Pangium edule
Mide bulandıran meyve olarak tanınan Pangium edule, barındırdığı hidrojen siyanür maddesi nedeniyle insanlar için ölümcül bir yiyecek. Kabuğu çıkarılmış halde haşlanıp, muz yapraklarına sarılı bir şekilde bir ay kadar kurumaya bırakıldığında yenilebilir hale geliyor.
Elderberries

elderberries
Bu meyveler tam olgunlaşmış halde ve yaprakları, dalları, tohumları çıkarılarak pişirilirse zararsız hale geliyor. Aksi taktirde bünyesinde barındırdığı az miktardaki siyanür yiyen kişinin ishal ve nöbetler geçirmesine neden oluyor.
Ham kaju

ham-kaju
Çoğu kişi kajunun zehir taşıdığını bilmez. Kajunun yetiştiği ağacın yaprakları urushiol adında zehir barındırır. Yaprağından ayrılan kaju iyi kurutulduğu sürece risk taşımaz.
Kırmızı barbunya

kırmızı-barbunya
Kırmızı barbunya, bünyesinde phytohaemagglutinin denilen toksik madde barındırır. En az 10 dakika haşlanmadan tüketilirse ölümcül sonuçlara neden olur.
Ravent yaprakları

ravent-yaprakları
Bu bitki yapraklarında oksalik asit denilen böbreklere hasar veren bir madde barındırıyor. Yenildiği taktirde ortaya çıkan semptomlar, bulantı, ishal, göz ağrısı, ağız ve boğazda yanma, kırmızı idrar ve nefes almada güçlük.
Kayısı çekirdeği

kayısı-çekirdeği
Meyvesi sağlıklı olabilir ama kayısı çekirdeği fazla miktarda tüketildiği taktirde, bünyesinde barınan siyanojenik glikositler, hidrojen siyanüre dönüşür ve yiyen kişinin ölümüne sebep olur.
En fazla Türkiye’de yetişen kayısı, çekirdeklerini yiyen çoğu kişinin ölümüne sebep olmuştur.
Durian meyvesi

durian-meyvesi
Güneydoğu Asya’da yetişen bu meyve, tohumlarında siklopropen denilen bir asit barındırır.
Pişirilmediği ve alkolle kombine halde tüketildiği zaman ölümcül sonuçlar doğurabilir.
Silver stripe blaasop
Akdenizde yaşayan bu balık, derisi ve tüm organlarında aşırı düzeyde toksik madde barındırıyor.
Toksik madde arındırılmadığı sürece yiyenleri felç edebiliyor.
Hot dog (sosisli sandviç)

hot-dog
Amerika’da sıklıkla tüketilen sosisli sandviçler boğulma tehlikesi barındırıyor. Amerikan Pediatri Akademisi istatistik kayıtlarına göre 10 yaşından küçük sosisli sandviç yiyen çocukların %17’si boğulma nedeniyle hayatını kaybetmiştir.
Yıldız meyvesi

yıldız-meyvesi
Böbrek sorunu yaşayanların uzak durması gereken bir meyve. 100 mililitresi ve üstü böbrek sorunu yaşayanlar için ölümcül sonuçlara neden olabiliyor. İçinde bulunan nörotoksinler beyin ve sinirlere hasar veriyor.
http://hayat.sozcu.com.tr/kayisi-cekirdegi-olduruyor-90267/?utm_source=sm_fb&utm_medium=free&utm_campaign=hayat_