17 Ocak 2013 Perşembe

TARİH ÖNCESİ ANADOLU

TARİH ÖNCESİ ANADOLU
 
Yakın Doğu’da eskiden yaşmış türlü kavimler arasında uygarlığın doğup gelişmesi ele alınırken her seferinde bir kavmin zaman içinde ortaya çıkışı ile ilgili belirli bir nokta saptanır. Bu nokta dar anlamda tarihinin başlangıcı sayılan yazılı belgelerde, bir kavimden ilk söz edildiği andır. Yazının bulunması ya da başka kavimden alınıp kullanılmaya başlanması her ülkede başka tarihte olmuştur.Örneğin, Mezopotamya’da Sümerliler ve Nil Vadisinde ilk oturanlar bu konuda önde gelir. Komşu halklar, onların başlattıkları bu işten yararlanmaya oldukça geç başlamıştır. Bu gecikme Anadolu’da özellikle belirgindir. Yazının hiçbir türü M.Ö.II. bin başlarından önce Anadolu’da görülmez; o zaman bile, yazı yerli halkın işi değil, Mezopotamya kültürünün buradaki uzantısı olmuştur. Çünkü Türkiye’de şimdiye kadar bulunmuş en eski yazıtlar M.Ö.XX.-XVIII. Yüzyıllar arasında, Kappadokia’da Kaniş (Kültepe) adında kentte, Asur tecimenlerin kurmuş oldukları temcin yerleşmesinde tutmuş oldukları kayıtlardır. Doğal olarak bunlar Asur çivi yazısıyla kil tabletler yazılmıştı. İlginç olan, Kaniş’te yörenin Anadolu bir yöneticisinin sarayında bulunan belgelerin, başka bir yöntem geliştirmemiş olan yerli yöneticinin de söyleyeceklerini yabancı tecimlerin diliyle ve yazısıyla söylediğini göstermesidir.
Kaniş’te bulunmuş belgeler iş mektupları, muhasebe kayıtları, konşimento türündendir. Görüleceği gibi, bu tür belgelerin kusursuz ve eksiksiz tarih bilgisi vermesi beklenemez. Zaman zaman geçen özel adlardan, örneğin yıllarını bildiğimiz o dönem Asur krallarının yada komşu Anadolu kentleri ile yöneticilerinin adından bir şeyler öğrenebilmemiz doğaldır. Ancak M.Ö.1700 yılında Hitit Krallığı kuruluncaya değin, tarihin ham maddesini oluşturan siyasal, askeri olaylardan söz eden yazıtlar ee geçmemiştir.
Bu tarihten önce Anadolu’da geçmiş olaylarla ilgili tüm bilgimizin arkeoloji araştırmalarının sonuçlarına dayanması gerekir. Bu tür çalışmalar, ancak yarım yüzyılı aşkın bir zamandan beri sürdürülmesi karşın, bilgimize yadsınmaz ölçüde büyük katkıda bulunmuş, ülke insanın gelişme tarihini kurumsal olarak beş bin yıl daha esiklerde götürmüştür. Bu çalışmalar bizi hiç bilmediğimi, başka türlü de hiç bilinmeden kalacak haklarla, onların yaşam biçimleriyle, kullandıkları, başka bir yerde tam karşılığını bulamayacağımız özgün teknolojiye tanıştırmıştır. Anadolu yarımadasının sağlamış olduğu çevreye, burada ilk oturanların göstermiş olduğu ahlaki ve düşünsel tepkileri anlamamızı da bu çalışmalarda olanaklı kılmıştır. Gene de bu ve benzer başarılar kendi çerçeveleri içinde değerlendirilmelidir. Bunları olanaklı kılan girişimler beğenmemiz bizi yanıltıp işin önemini abartmamıza yol açmamalı. Yine unutmamalıyız ki, bu çalışmalar daha sonra ermemiştir ve eksikleri bulunmaktadır.
 
Tarihi olayların yokluğunda ya da başta bulundukları süre uygun biçimde bir hanedana bağlanabilen krallar olmayınca, tarih öncesini zaman dilimlerine bölmek için başka bir dizgenin kurulması gerekiyordu. Anadolu’nun zamandizini, komşu bir çok ülkede olduğu gibi, burada da ilk sarayı Taş Devri yer alır. Madenin bilinmediği bu çağ. Eski ve yeni taş devri olmak üzere ikiye ayrılır. Bunu kalkolitik dönem izler. Bu dönemde taş yada önceki Yeni Taş döneminin yontulmuş taş aletlerin yanı sıra, ilk olarak basit maden eşya yapımında büyük gelişmeler olmuştur. Tun Çağı da Erken bölümünü kapsar; Orta Tun Çağı, M.Ö. II. Binin ilk yarısında Asur yerleşmeleri dönemidir. Genç Tunç Çağı ise, Hitit belgelerinin aydınlattığı yüzyıllara karşılık gelir ve bu dönem M.Ö.1200’lerde Hitit İmparatorluğunun yıkılmasıyla sona erer.
Tarihin bu son dönemin aydınlık olması, siyasal gelişmenin ve dinsel düşünüşün kanıtlarının bulunması, birbirini izleyen krallar ve onlara bağlantılı savaşlar, anlaşmalar, insanı daha çok araştırmaya iten konulardı; tabiatıyla da ilk gezgin bilim adamlarının ilgisini tekeline almıştı. Bu yüzden, kazılar başlayınca, öncelik tarihi kent alanlarına verildi. Daha eski çağlarda gerçekleşmemiş ve hakkında belge bulunmayan olaylar bunların yanında sönük kalıyor, kimsenin ilgisini çekmiyordu. Daha sonra tarih öncesi araştırmalarında eğitilmiş genç kuşaklar Anadolu’nun daha erken dönemlerindeki yerleşim bölgelerini araştırmaya başladıklarında, buldukları, önce fazla ilgi toplamadı. Olaylar o denli uzun zaman önce gerçekleşmişti ki, bir ulusun yaşam öyküsü ancak çanak çömlek
parçalarıyla, sanatkarların artmış olduğu kalıntılarla kurulabiliyordu; bu da doğal olarak anacak konun uzmanını ilgilendiriyordu.uzmanınsa, olayların önemini saptamak için zamana gereksimi vardı.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, yabancı kazıcıların, tarih öncesi dönem üzerinde uzmanlaşmış genç Türklerle birlikte çalışmak üzere dönemleriyle bu durum büyük ölçüde değişti. Platonun iç kısımlarında olduğu gibi başka yerlerde de, belli başlı yerleşmelerin büyük sabırlarla stratigrafik incelemeleri yapıldı. Gelişmelerinin kanıtları bulundu ve bulunanlar yeni düzenlenmiş zamandizinsel dizgide uygun konumlarına yerleştirildi. Birbirini izleyen dönemlerin ölçütü, çanak çömleğin ve küçük nesnelerin tipolojisiyle belirlenip dönemlerin adı geçici olarak kondu. Bundan sonra kazı yapılmamış yerleşmelerde arkeolojik yüzey araştırmaları düzenli olarak yapılarak bu yerlerin tarihi, yüzey buluntuları ile saptandı. Ele geçen buluntular arasında bölgesel farklılıklar ortaya çıkmaya başlandığında artık yeni bir aşamaya gelmişti. Bunların dağılımının incelenmesi ise, sınırları harita üzerinde yaklaşık olarak çizebilecek nitelikte, farklı “ kültürel bölgelerin” varlığına işaret ediyordu. İlk zamanlarından beri nüfusu değişik etnik öğelerden oluşmuş bir ülkede, bu elbette önemli bir buluştu.

Yapılan bütün işlerin Anadolu’nun tarih öncesinin yeniden kurulabileceği bir çerçevenin yaratılmış olmasına katkısı olmasına katkısı olduğu kabul edilmelidir. Söylediğimiz gibi, bunun için sabır ve beceri gerekiyordu ; ikisi de zaman içinde karşılığını fazlasıyla almıştır. 1930’larda yapılan kazılar, bir anda salt mesleki ilginin sınırlarını aşarak insan düşüncesine seslenmiştir. Sanki perde birden kalkmış, insanın kültür evriminde bambaşka arkeolojik dekorlar içinde gelen olaylar açıkça görülmüştü. Eskiçağın belirli zaman dilimleri güvenle hesaplanmış, insanların günlük yaşamı, dinsel törenleri yada olağanüstü toplumsal durumlar gerçek dekoru içinde aydınlığa çıkmıştı.

Aslında yarım yüzyıl önce de buna benzer bir buluş Troia’da ( Truva ) az kalsın gerçekleşiyordu. Düş sever bir Alman olan Heinrich Schliemann, Homeros’un efsanevi kentinin kalıntılarını ararken, Eski Tunç Çağının, şimdi bizim ikinci dönemi olarak bildiğimiz altın ve gümüş hazineleriyle karşılaştı. Ne yazık ki, buluşunun önemi anlaşılması için vakit henüz erkendi ve eserleri çıkarmada kullanılan ilkel yöntem, arkeolojik dekorun bozulmasına neden olmuştu. Buna karşılık, sonraki buluşlar, arkeoloji kayıt ve kazı yöntemlerini düzenleyen, kesin olarak tanımlanmış “ töre ve kuralları” bulunan bir disiplin olarak kabul görmeye başladığı bir sırada gerçekleşmiş di. Bundan ötürü bu buluşların sonuçları artık müzede güzel nesneler göstermekle sınırlı değildir. Bulguların, antropolojik yönden ele alınmasıyla, bize iletmek istediği mantıklı yorum ve resimli kurguyla dile getirilmiştir.

Hitit Krallığının kuruluşundan geriye doğru gidildiğinde, çok yıllar önce kaniş’te Türk kazılarında ortaya çıkarılan Asur yerleşmesi ilk önemli buluştur. Ön sırada sırada Asurlu tecimlerin evleri var; alçak gönüllü ama yeterli konutlar, çatmaları ağaçtan, tuğla örmeli çoğu iki katlı evler… Kil tabletlerin sertleşmesini sağlayan fırınlar avluda çok yer tutmuş. Kentin dış mahallesini oluşturan bu evlerin çevresini kuşatan kendi duvarları vardı; kapısında zorlu bir yolculuk sonunda Mezopotamya’dan dönen ya da ortaya gitmek üzere ayrılan, tecim eşyası yüklenmiş “ karakaçan” kervanları göçmektedir. Arka planda kuleli duvarlarla çevrili asıl kentin görkemli kapısına doğru bir yol dönerek tırmanmaktadır.: çünkü her malın “sarayda” denetlenmesi ve yörenin yöneticisine de yükselen Kaniş, arkasındaki başı karlı Argaios ( Erciyes) dağıyla etkileyici bir siluet vermektedir. Yöre yönetimi konaklamada oturuyordu. Geride bırakılan eşyaya bakılınca Orta Tunç Çağında yaşayan Kaniştlerin beğenilerinin, tıpkı kentin altındaki mahallede yaşayan yabancı konuklar gibi gelişmiş olduğu anlaşılır. Okuma yazma bilmemeleri ise, bu nitelikleriyle tuhaf bir çelişki sergiler. Bu konuklara ilerideki bir bölüme daha fazla değineceğiz.
Üzerinde duracağımız ikinci resmi Türk kazıcılarının Boğazköy yakınlarındaki Alacahöyük’teki çalışmalarına borçluyuz. Alaca’da Hitit kentinin temelleri altında yapılan açma, önceleri sıradan bir işti. Ancak açmanın yapılacağı yerin seçiminde talihin yardımı olmuştu. Çünkü 19635 yılının kazı mevsiminde Eski Tunç Çağı Mezarlığı ortaya çıkarıldı. Açılan 13 mezarda yerel yöneticilerle ailelerin yattığı belliydi. Kaba taş duvarla çevrilmiş dikdörtgen mezar çukurlarının çatısı ağaç eşya için mezarda yer bırakılmış, ölü zengin kişisel eşyası ile gömülmüştü. Erkeklerin yanında silahlar, Kadınların yanında süs ve ziynet eşyaları ayrıca evde kullanılan kaplar, değerli madenlerden yapılan eşyalar vardı. Başka bir takımda nesnelerin de gömme töreniyle ilgili olduğu anlaşılıyordu. Bunların bir kısmı kurgusu yeniden yapılmıştır. Mezarlığın birkaç kuşak boyunca kullanıldı açık görünüyor. “Alem” denen, mezar eşyası arasından sıkça çıkan madenlerden garip ızgaralar ve hayvan heykelcikleri, burada mezar örtülmeden önce üzerindeki katafalkın ya da geçici tentenin tepesini süsleyen nesneler olarak kabul edilmiştir. Mezarların üzerine konmuş kurbanlık sığır başları ve tırnakları gömme töreninde şölen yapıldığını akla gelmektedir.

Alacahöyük bulunduğunda Anadolu’nun erken döneminde yaşamın nasıl olduğu pek bilinmiyordu. Gerçi başka yerlerde yapılan kazılar M.Ö.III. bin yılın büyük bölümünde tarıma uğraşan bir boyun, barış içinde, platonun yüksek kesimlerindeki topraklarda ekim yaptığını göstermiştir. O zaman değin varlıklarından başka hakkında çok şey bilmediğimiz bu halkın özellikleri yada ırksal kimlikleri, çoğu köy topluluklarını akla getiren küçük ev araçlarından artakalmış sınırlı kanıtlara dayanıyordu. Alacahöyük’ün bulunması bütün bunları değiştirdi. Mezarlarda çıkan yaklaşık olarak M.Ö.23 yy’a tarihleniyordu; bu da onların Schliemann’ın ünlü hazinlerini bulduğu Troia’nın ikinci katıyla çağdaş olduğunu gösteriyordu. Kısa sürede Anadolu’nun başka bölgelerinde de aynı döneme ait karşılaşabilir buluntuların çıkmasıyla ülkenin yönetici sınıflarının varsıllığını ve yaşam düzeylerini gösteren maddi kanıtlar çoğalarak esaslı bir yığın oluşturmaya başladı. Bütün kaynaklardan toplanan eşyanın dökümüne gidildiğinde, bunlar yapanların özellikle maden çıkarmada, işlemede, madenden eşya yapmada çok usta oldukları görülüyordu. Örneğin, Eski Tunç Çağının ikinci yarısında madeni eşya yapan ustalar cirre-perdue yöntemiyle kalıba dökmeyi maden kaplamayı kaynak ve lehimi çekiçle işlemeyi döverek şekillendirmeyi, tanelendirmeyi, telkari işlemeyi hatta mine işlerini bile biliyorlardı. Ortaya çıkan nesneler arasında, ustaların kullandığı anlaşılan yarı değerli taşlar ve lüks gereçler de pek şaşırtıcıdır. Bunlardan kaya kristali, akik, yeşim, obsiyden ve lületaşın kendi ülkelerinde elde edebiliyordu. Fildişi,kehribar, lacirvet taşı firuze taşını ise dış ülkelerden ticaret yoluyla sağlıyorlardı.

Alacahöyük’teki keşiflerden üç yıl sonra, bir İngiliz Arkeoloji ekibi, altı yüz kilometre güneyde, Adana ovasının en batı ucunda, Mersin varoşlarında görece küçük bir höyükte kazılara başlamıştır. Burada karşılarına Tunç Çağından önce gelen Kalkolitik Çağdan kalma köy yerleşmesi çıktı. Ekip yaklaşık olarak M.Ö.4500’le tarihlenen bir katmanda çok çarpıcı bir keşifte bulundu. Bu tarihte höyüğün tepeğin düzlenmiş ve bütün yerleşme, kolaylıkla tanınabilecek askeri bir kale şeklinde dizgeli olarak yeniden kurulmuştur. Bu yapılaşma, mimarlık tarihinde kendi türünün en eski öreneğiydi. Dar pencereler ve kuleli bir kapısı olan kalın çevre duvarlarının içinde, muhafızların kalacağı yerler, standart birimler olarak düzenlenmiştir. Hepsinde iyi donatılmış bir oturuma alanı ve küçük bir avlu vardı. Avluda “ sapan taşları” savunmacıların cephanesiydi “komutan” kaldığı yerler daha genişti ve içlerindeki birkaç güzel boyalı toprak kapla diğerlerinden ayrıcalıklıydı.

Mersin’deki küçük kalenin altındaki kazı tabaka tabaka ilerledikçe, gün ışığına çıkarılan çanak çömleğin biçimi ve bezemesi de gittikçe kabalaşıyordu. Artık madenin izine rastlanmıyor; buna karşılık çakmak taşı Odsidyen aletler çoğalıyordu. Açma, belirgin bir biçimde Yeni Taş Çağı yerleşmesinin üst düzeylerine varıyordu;ama alan öylesine küçülmüştük ki, yerleşmenin çağındaki durumunu açık olarak görülemiyordu. Bu düş kırıklığı, arkeolojik çalışmaya daha elverişli durumda olan Neolitik bir yerleşmenin yirmi yıl sonra bulunmasına değin sürecekti. “ Verimli Hilal “ denen toprakların çevresinde değil, iç Anadolu’daki Konya Ovasındaydı nu yerleşme.

Böylece dördüncü ve sonuncu sahneye geldik. Bu sahne bilim adamların bu gün uygarlık dedikleri yolda ilerleyen Anadolu halklarının birbiri ardına geçtikleri aşamaları temsil ettiği için seçilmiştir. Artık bilgimizin ufukları genişleyip zaman içinde belki de M.Ö.6000’e değin gelmiştir, ama karşılarında ilkel, gelişmemiş yaşam biçimi görmeyi umanlar yanılacaktır. Bu höyüğü seçmelerin nedeni, on beş metre yüksekliğinin tümünün, yeriydi. Bu düşünce doğru çıktı; ama yüksekliğin yanında tepenin kapladığı alanın ne anlama geldiğini iyice kavramamışlardı burası köy değildi yaklaşık yüz dönümlük beldeydi. Beldede kesme kerpiçten yapılmıştı arı kovanında olduğu gibi göz göz birbirine yapışmıştı her birinde birkaç dikdörtgen eveler ancak tahta merdivenle düz damdan iniliyordu. Doğal olarak damdan dama geçiliyor damlar belde oturanların toplumsal yaşam alanları oluyordu. Evlerin birçok yeri vardı. Bunların kimilerini kutsal tapınma yerleri olduğu görülmektedir. Gerçek hayvan başına da boynuzlarıyla da ya da bunların yapay benzerleriyle özel süslenmişlerdi. Duvarlarla renkli resimler yapılmış sıvandıktan sonrada tekrar tekrar boyanmıştı. Resimlerdeki desenler eski taş çağının mar resimlerine çok benziyordu. Bu resimler erken dönem insanının etkinleri görünüşü ve giysi hatta dini konusunda doğal olarak çok önemli bilgi kaynağıdır
Ancak sanatı becerileri konusunda da elimizde çok kanıt vardır.Taştan yontulmuş ya da kilden küçük insan ve hayvan heykelcikleri alet yapımında kimi zaman da nitelikli oyma süs eşyası yapımında kemikler aralarında cilalalı taştan topuzların okları ve geçmeli giysen başı olan mızrakların bulunduğu silahlar, sepet ve hasırdan kalan izler bulunmuştur. Eğirme, dokunma aletleri yaygındır. Mucize eseri gerçek dokunma parçası elimize geçmiş ve korunmuş durumdadır. Akdeniz'den gelmiş deniz kabukları bölgede çıkmayan maden filizleri ve boyalar geniş çaplı bir tecimin varlığını göstermektedir. Süsleme süs toprak kaplar yerleşmenin tarihi boyunca kullanılmıştır. Bunların biçimi elimize bozulmadan ulaşmış ağaç kap benzerleridir.

Bulunan tahıl yığınlarına bakıldığında tarımın, Çatal höyükte ekonominin temelini oluşturduğunu açıkça görülmektedir. Yerleşmenin düzenli aralıklarla taşan bir nehrin kıyısında kurulmuş olması sulu tarımın yapılabilirliğini akla getiriyor. Hayvan evcilleştirildiğine kanıt yok.ama yaban sığırı, geyik, yaban domuzu, kemikleri duvar resimlerinden onaylıyor. Avcılık hala temel uğraş olsa gerek . bir genelleme yapacak olursak erken gelişim gösteren bu kültürün kökenini Türkiye’den başka bir yerde gösterildiğine kanıt yoktur.

Çatal höyükte yapılan bir kazının özellikle önemli olan yanı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Eski taş çağının mağara adamının toplayıcı ekonomiden yakın bir zamanda yerleşik düzeni ve yarı tarım ekonomisine geçişi bu kazıyla gerçek gözlerin önüne serilmektedir.burada insanlar evlerinin duvarlarına mağaradaki atalarının yaptığı resimleri andıran çizmelerle süslemektedir. Bununla birlikte başka bakımlarda yaşam biçimleri hızla şaşırtıcı kültürel inceliğe erişmiştir. Erken gelişmiş olmaları sonunda zamanından önce olgunluğa erişmelerinin nedeni olabilir. Çünkü tarih öncesine ilişkin bilgilerimize göre bu kültürün devamı olmamış. Çatal höyükteki yerleşme terk edildikten sonra neolitik kültür geçici olarak görülmemiştir. Çatal höyük tarih öncesi arkeoloji öncesi Anadolu'da gerçekleştirdiği başarılarını örneklemek için seçmiş olduğumuz dört temsili bulunan sunucusudur. Bu kazılardan çıkarılan sonuçlar göze daha az çarpan başka kazılardan ve birçok değişik çevre araştı ortalamasında ede edilen sonuçlarda sayısız arkeoloji yazımında yapılan hareketli tartışmalarla elbette ki desteklemiş zenginleştirilmiştir. Gene de bilgi alanlarımız hala birbirinden çok uzak ve aralarındaki bağlarda gevşektir. Ama öyle zamanlar olur ki bir duvar resminin kabaca çizilmiş taslağı içine seyrek aralıklarla yerleştirilmiş gibi görünen bu alanlar kompozisyon şimdi yeni yeni belirlemeye başlayınca bitmiş resim parçaları bulunmadık biçimde ortaya çıkar

(alıntı)

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder