14 Ocak 2013 Pazartesi

NEDEN MUTLU EVLİLİKLER YOK DENECEK KADAR AZ?

NEDEN MUTLU EVLİLİKLER YOK DENECEK KADAR AZ?

NEDEN MUTLU EVLİLİKLER YOK DENECEK KADAR AZ?
“Neden güzel evlilikler böylesine seyrektir. Eşlerin gelişme güçlerini boğazlamayan, gerilimlerin, gizli akımların eve yansıtılmadığı, ya da çok yoğun olan bu akımların içten, iyi yürekli bir önemsemeyişle karşılandığı iyi evlilikler neden böylesine ender rastlanır bir şeydir? Acaba evlilik kurumunun, insan varlığının bazı gerçekleriyle uzlaşamayacağı doğru olabilir mi? Yoksa evlilik, ortadan kalkmak üzere olan bir yanılsama mıdır? Ya da özellikle çağdaş insan onu ayakta tutabilme gücünden yoksun mudur? Kabul edemediğimiz başarısızlık evlilik kurumunun kendisine mi aittir ya da bu, yürüyemeyeceğine inandığımız zamanki kendi başarısızlığımız mıdır? Neden evlilik genellikle sevginin ölümü olmaktadır? Kaçınılmaz bir yasaymış gibi bu duruma boyun eğmemiz mi gerekiyor, yoksa içimizdeki değişik içerik ve etkilere sahip, belki de tanıyabileceğimiz, hatta etkilerini önleyebileceğimiz ama gene de bizi harap eden birtakım güçlere mi bağlıyız?
Sorun yüzeyde oldukça basit gözükmektedir. Aynı insanla uzun süre yaşama programı genelde, özellikle de cinsel ilişkiler alanında sıkıcı ve boğucu bir hava yaratmaktadır. Dolayısıyla yavaş yavaş soğuma ve kopma kaçınılmaz gibidir. Monoton ve sıkıcı geçen yıllardan ötürü evliliğin olanca parlaklığını, canlılığını, ruhunu yitirdiğini görmek yüzeysel bir gözlemdir.
Evlilik sorunlarının altında yatan gizli güçleri görmek gerçekten zor değildir, ama bu, uçurumun kıyısından aşağılara şöyle bir bakmak kadar ürperticidir. Evlilikteki boşluğun basit bir yorgunluk yüzünde değil, ayrıca alttan alta işleyen ve kaynakları saptanmamış gizli yıkıcı güçlerin ürünü olduğunu; evliliğin hayal kırıklıklarının, kuşkunun, düşmanlığın ve nefretin tohumlarının bereketli topraklar üzerine ekilmesinden başka bir şey olmadığını kavramak için Freud’un görüşlerini öğrenmek gerekmez. Bu güçleri, özellikle de kendi içimizdekileri bulup çıkarmaktan hoşlanmayız, çünkü onlar bizim için gizemli anlaşılmaz şeylerdir. Bu güçleri kavramamız, kendi kendimizden rahatsız edici isteklerde bulunmamız demektir. Ancak, eğer evlilik sorunlarına psikolojik bakış açısından yaklaşıp, irdelemeyi gerçekten istiyorsak, araştırıp derinleştirmemiz gereken bilinçlenme, işte bu tür bir bilinçlenmedir. Ve temel psikolojik soru şu olacaktır: Eşten tiksinme nasıl ortaya çıkar?
Her şeyden önce çok bilinen doğal birkaç neden vardır. Bunlar ister kutsal kitaplardaki insanın günahkar olduğu yönündeki görüşleri kabul edelim, ister yarı deli olduğumuzu ileri süren Mark Twaine’e inanalım ya da çağdaş terimlerle bunu bir nevroz olarak adlandıralım, bizim insan olarak sahip olduğumuzu bildiğimiz insanın doğal sınırlarından kaynaklanmaktadır. Ve bütün bu farklı görüşler tek bir istisna tanırlar. Kendimiz. Kafasında evlenme kararını evire çevire düşünen birisi şunu soracaktır kendi kendine: evliliğin gerektirdiği özellikleri sonunda geliştirebilecek bir insan mıyım ben? Eğer bir koca kendi bağımsızlığı yanılsamasına sığınmışsa, karısının kendisine ihtiyaç duyduğu ve kendisine bağlı olduğu düşüncesine karşı gizli bir hoşnutsuzlukla tepki gösterecektir. Buna karşılık olarak kadın, kocasındaki bastırılmış başkaldırı eğilimlerini sezecek ve onu kaybetme korkusuyla gizlenen bir kaygıyla tepki gösterecek ve içgüdüsel olarak bu kaygı, kocası üzerindeki isteklerinin artmasına yol açacaktır. Koca buna karşı aşırı bir duyarlılıkla ve savunmayla tepki gösterecek; bu karşılıklı tepkiler ta ki bentler yıkılıp da ortalığı sel basıncaya dek sürüp gider, yine de ne kadın, ne de koca altta yatan tedirginliği, sinirliliği göremez. Ve bardağı taşıran son damla, çok önemsiz bir şey olabilir. Evlilikle karşılaştırılınca kur yapma, geçici arkadaşlık ya da ilişki temelindeki geçici birliktelikler, yapısal olarak daha basittir, çünkü burada eşin kaba yanlarıyla sürtüşmeden kaçınmak çok daha kolaydır.
Ayrıca genel insanlık özürlerimizden bir tanesi de dış dünyamızda olduğu kadar iç dünyamızda da mutlak gerekenden daha büyük bir çabayı ortaya koymayı sevmeyişimizdir. Yaşam boyu garanti bir işi olduğundan emin olan bir memur, genellikle işinde gereken çabayı harcamaz. İşi şöyle ya da böyle güvencededir ve herhangi biri hatta gündelikçi bir işçi kadar bile kariyeri için rekabet edip savaşmak durumunda değildir. Gelin evlilik anlaşmasının yasaca onaylanan ya da yasal destek olmaksızın, genel toplumsal değerler tarafından onaylanan ayrıcalıklarına şöylece bir göz atalım. Psikolojik bakış açısından, yaşam boyu birlikteliği, bağlılığı, hatta cinsel işbirliğini destekleme yetkisinin, evlilik üzerine dayanılmaz bir yük yıktığını, evliliği işten çıkarılması olanaksız bir memur olayıyla öldürücü bir benzeşmeye iten büyük bir tehlikeden başka bir şey olmadığını kolayca görebiliriz. Evliliğe yönelik eğitim öylesine yetersizdir ki, birçoğumuz, aşık olma lütfuna ulaştığımız zaman bile iyi bir evliliği ancak adım adım kurabileceğimizi bilmeyiz. Çünkü yasayla mutluluk arasındaki o derin uçuruma köprü olabilecek tek bir yol vardır. Bu eşimiz üzerindeki isteklerimize karşı ruhsal alanda bir vazgeçme tutumu içerir. Burada isteği arzu anlamında değil, kazanılmış bir hak isteği anlamında kullandığımı belirtmek isterim. Bu genel güçlüklere ek olarak her bireysel durumda farklı ortaya çıkış sıklığı, niteliği ve yoğunluğu bulunan daha kişisel güçlüklerin varlığı da söz konusudur. İşte burada sevginin yaralanıp nefretin doğduğu bir sayısız tuzaklar zinciriyle karşı karşıya olduğumuzu vurgulamak isterim.
Eğer kendimize “doğru” bir eş seçemezsek, evliliğimizi ta başından başlayarak kötü bir gelecek bekliyor demektir. Yaşamımızı paylaşacağımız bir insanı seçme konusunda sık sık yanlış bir seçim yapmamızı nasıl açıklayacağız? Burada gerçekten olup biten nedir? Bu, kendi ihtiyaçlarımızın farkında olmayışımızdan mı kaynaklanıyor? Yoksa karşımızdaki insanın kendisinden mi? Yada aşık olmanın etkisi altındaki geçici körlükten mi? Gerçekten de bütün bu etkenler araya girebilir. Yine de gönüllü evliliklerin hepten yanlış seçimlere dayanmadığını anımsamamız gerektiğine inanıyorum. Karşımızdaki insanın bir özelliği gerçekten de bizim beklentilerimizden birisine karşılık gelmiştir; ondaki bir şey, içimizdeki bir arzuyu gerçekten yerine getirmeyi vaat etmektedir, belki de gerçekten o şey evlilikte arzumuzu yerine getirmiştir. Yine de kişinin eğer eşle ortak yanları yoksa gerçek kişiliğin geri kalanı bir köşeye çekilir ve bu yabancılık kaçınılmaz olarak kalıcı bir ilişkiyi yaralar. Örneğin bir erkekte bir çok erkeğin arkasından koştuğu bir kadına sahip olmak karşı konulmaz bir güdü olabilir. Ama bu, sevgi için özellikle elverişsiz bir durumdur, çünkü kadına duyulan arzunun, öteki rakiplerin yenilmesiyle birlikte yavaş yavaş sönmesi gerekecek ve ancak bilinçsizce aranan yeni rakiplerin sahneye çıkmasıyla birlikte yeniden alevlenebilecektir. Ya da bir eş gerçekten çekici gözükebilir, çünkü ekonomik, toplumsal ve ruhsal alanlardaki fark edilme özlemlerinizi gerçekleştirmeyi vaad edebilir. Ya da bir başka olayda eş seçimini, eski gücünü koruyan çocukluk arzuları belirleyebilir. Örneğin şu an aklıma, dört yaşında annesini yitirmiş, özellikle bir anneye yönelik derin bir özlem duyan, olağanüstü yetenekli ve başarılı genç bir adam geliyor; kendisinden yaşlı, şişmanca, iki çocuk sahibi, yetenek ve kişilik açısından kendisinden oldukça farklı bir konumdaki bir dulla evlenmişti. Ya da on yedi yaşında, kendisinden otuz yaş büyük, fiziksel ve ruhsal özellikleriyle babasına karşılık gelen bir adamla evlenen bir genç kızın durumunu ele alalım. Bu adam çocukluk arzuları serpilip gelişinceye dek kadını birkaç yıl oldukça mutlu edebilmişti, ancak bu süre içinde aralarında her hangi bir cinsel ilişki olmamıştı. Daha sonra genç kadın, gerçekten çok yalnız olduğunu algılamış ve bir çok çekici özellikleri olmasına rağmen kendisi için pek önemi olmayan bir adama bağlanmıştı. Bu ve daha sayısız örnekte gördüğümüz, içimizdeki bir çok şeyin bomboş ve yerine getirilmemiş olarak kalmasıdır. Arzunun ilk yerine getirilişini sonrasında yaşanan hayal kırıklığı izler. Buradaki hayal kırıklığı henüz tiksintiye yol açacak kadar önemli değildir. Ne kadar çağdaş olsak, içgüdüsel yaşantımızı ne kadar denetim altına almış olsak da derinlerde bir yerlerde gizli özlemlerimizin gerçekleşmesini engelleme tehdidinde bulunan kişi ya da güçlere karşı dinmeyen bir öfke beslemek bizim doğamızda vardır. Biz varlığınız hissetmesek de bu öfke yavaş yavaş büyüyecek ve yine bu öfkenin yol açacağı sonuçlara sırtımızı dönsek de o, yaşamımızda etkin bir güç olmayı sürdürecektir. Ve eşimiz kendisine yönelik tutumumuzun daha eleştirel, daha sabırsız ya da daha savsaklayıcı olduğunu sezinleyecektir.
Genellikle etkinliklerimizde kendimizi olduğumuzdan daha bütünlük içinde algılarız, çünkü içgüdüsel olarak içimizdeki çelişik durumların, kişiliğimize ya da yaşamımıza yönelik bir tehlike içerdiğine inanırız. Bu tür iç çelişkilerin kendilerini cinsel alanda daha güçlü olarak ve kolayca dile getirmesi çok doğaldır. Çünkü iş ve bireylerarası ilişkiler gibi yaşamın öteki alanlarında dış gerçeklik, bizi daha bir birlik içinde ve uyumlu olmaya zorlamaktadır. Genellikle dümdüz bir çizgi üzerinde yürüyen insanlar bile cinselliği, çelişik fantezilerin oyun alanı yapmaya kolayca özenebilirler. Ve bütün bu değişik beklentilerin, fantezilerin evliliğe de aktarılması çok doğaldır.
Bu konuyu örneklemek için kendisinden çok çok canlı, yetenekli ve annelik tipini dile getiren bir kadınla evlenen yumuşak huylu, bağımlı bir anlamda kadınsı bir erkeğin öyküsüne değinmek istiyorum. Evlilikleri tam ve gerçek bir aşk evliliğiydi. Yine de erkekler arasında çok sık rastlandığı gibi, bu erkeğin istekleri de birbiriyle çelişiyordu. Kendi karısının dışında kur yapmaya elverişli ve karısının kendisine veremeyeceği her şeye karşılık verebilecek bir kadına kendini kaptırmıştı. Ve evliliklerini yıkan erkeğin arzularındaki bu ikilikti.
Burada ayrıca kendi ailelerine çok yakın bağları bulunmasına rağmen, ırk, görünüm, ilgi alanları, toplumsal konum bağlamında kendi kökenlerinin tam tersine karşılık gelen kadınları kendilerine eş olarak seçen erkeklerin durumunu da ele alabiliriz. Ancak bu tür insanlar aynı zamanda söz konusu farklılıkları benimseyemedikleri için, daha tanıdık bildik bir tip arayışı içine girerler.
Ya da çok hırslı, her zaman en üstte, en önde olmayı isteyen, yine de bu hırs dolu hayalleri algılayıp tanımaya cesaret edemeyen, bunun yerine kocalarının bu arzuları kendileri için yerine getirmelerini isteyen kadınlardan da söz etmek olasıdır. Koca, hayranlık duyulan, çok ünlü, öteki insanlardan üstün ve başarılı olmalıdır. Elbette beklentilerinin tümünü yerine getiren kocalarla mutlu olan kadınlar vardır. Yine de sık sık görüldüğü gibi böyle bir evliliğin akışı içerisinde kadın, beklentilerinin kocası tarafından yerine getirilmesine izin vermeyecektir, çünkü kendi güç ve otorite özleminin kocası tarafından gölgede bırakılmasına katlanamaz.
Son olarak, kadınsı, yumuşak huylu ve zayıf bir koca seçen kadınlara vardır. Bu kadınlar, genellikle farkında olmamalarına rağmen, kendi erkeksi tutumları tarafından güdülendirilirler. Buna rağmen bu kadınlar kendilerine zorla sahip olacak vahşi, güçlü bir erkeğe yönelik arzular beslerler. Bu nedenle her iki beklenti grubunun da yerine getirilmeyişinden ötürü kocalarına düşman kesilirler, zayıflıklarından ötürü onları gizli gizli küçümserler.
Bu tür çatışmaların, eşe karşı tiksinti doğurabileceği değişik yollar vardır. Kocanın gerçek yeteneklerini kabul edip bunları küçümseyerek değersizliğe mahkum ederken, öte yandan bizim için önemli olan şeyleri bize veremeyişinden ötürü ona düşmanlık besleriz. Bizim için elde edilmesi olanaksız şeyler çekici bir hedef olup çıkarken, bunları “gerçekten de” bizim ta başından beri özlediğimiz, elde etmek istediğimiz düşüncesini öne süreriz. Öte yandan arzularımız gerçekten yerine getirilse bile kocaya karşı düşmanlık besleyebiliriz, çünkü bu yerine getirme çelişik iç itkilerimize uymayacaktır.
Tartışmanın şu ana kadar ki bölümünde bir gerçek, yani evliliğin aynı zamanda karşı cinsten iki birey arasındaki cinsel ilişkiyi içerdiği gerçeği arka planda kaldı. Eğer eşlerden birisinin ötekiyle olan ilişkisi bozulmuşsa, en derin nefret kaynakları işte bu cinsel ilişki olgusundan çıkabilir. Evlilikte bir çok sorun sadece şu ya da bu eş çevresinde yoğunlaşan çatışmalar görünümünü kazanabilir. Dolayısıyla eğer bir başka insanı kendimize eş olarak seçseydik, bütün bunların başımıza gelmeyeceğine inanırız. Oysa karşı cinse yönelik iç tutumumuzun belirleyici etken olduğu gerçeğini, bunun bir başka eşle kuracağımız ilişkide de benzer bir biçimde dile geleceğini görmezlikten gelmeye çok yatkınız. Başka bir deyişle sık sık, evlilikteki güçlüklerin tümünün aslan payını, kendi gelişimimizin bir ürünü olarak kendimiz sunarız evlilik sofrasına. Şu yada bu şekilde sık sık karşılaştığımız kadın erkek arasındaki güvensizlik, genellikle sonraki yıllarda yaşadığımız kötü deneyimlerden kaynaklanmamaktadır. Güvensizliğin bu tür olaylardan kaynaklandığını yeğlesek de bunun kökeni ta çocukluk yıllarımıza dek uzanır. Ergenlik ve gençlik yıllarında olduğu gibi sonraki deneyimler de, aradaki ilintinin farkında olmasak da genellikle çok daha önceden kazanılan tutumlar tarafından koşullandırılır.
Sevgi ve hırsın ilk kez ergenlik döneminde ortaya çıkmadığının, küçük bir çocuğunda ateşli bir biçimde isteme, ısrar etme ve arzulama yetisine sahip olduğu gerçeği oldukça önemlidir. Çocuğun duyguları henüz ketlenip körelmediği için bu duyguları belki de yetişkinlerden daha farklı bir yoğunlukta yaşama, duyma yetisine sahiptir. İlk sevgi deneyimleri boyunca çocuk, genellikle ketlemelerin, hayal kırıklıklarının, yadsınmaların ve dayanılmaz kıskançlık duygularının vereceği acılar altında kıvranacaktır. Ayrıca aldatılmış, cezalandırılmış, korkutulmuş, yıldırılmış olmanın acı deneyimlerini yaşayacaktır.
İşte bu ilk sevgi deneyimlerimizden geriye her zaman bir takım izler kalır ve karşı cinsle olan sonraki ilişkilerimizi etkiler. Bu izler bireysel durumlarda sonsuz bir değişkenlik gösterir, yine de her iki cinsin tutumları arasındaki farklılıktan, göze çarpan bir yapı ortaya çıkar.
Erkekte, sık sık, anneyle olan çocukluk ilişkilerinin birtakım kalıntılarını buluruz. Her şeyden önce yasaklayıcı kadından bir kaçış söz konusudur. Genellikle çocuğun bakımını anne üslendiği için, hem il yakınlık, sevecenlik, bakım, ilgi, sevgi deneyimlerimizi, hem de bize yönelik yasaklamaların ilkini anneyle ilişki içinde yaşarız. Bir insanın kendisini bu ilk deneyimlerden tam anlamıyla kurtarması çok zordur. Sık sık ve hemen hemen bütün erkeklerde; özellikle spor kulüplerinde, derneklerde kendi aralarındayken nasıl mutlulukla canlandıklarını görünce bu ilk deneyimlerin izlerinin hemen her insanda kaldığı izlemini ediniriz. Bu erkekler, denetimden kaçan haylaz okul çocukları gibidirler. Bu tutumun öteki kadınlardan çok, annenin yerini almaya aday olan eşiyle ilişkide kendini tekrarlaması doğal bir şeydir.
Anneye yönelik çözülmemiş bağımlılık ilişkisini ele veren bir başka özellikte Meryem Ana kültünde doruğa ulaşan kadının azizliği görüşüdür. Bu görüşün gündelik yaşamda belki de güzel yanları olabilir, ancak madalyonun öteki yüzü oldukça tehlikelidir. Çünkü aşırı durumlarda bu, hoş, saygıdeğer kadının cinsiyetsiz olduğu ve birisinin ona arzu duymasının onu alçaltacağı inancının doğmasına yol açar. Bu kavram, ayrıca birisinin böyle bir kadını çok sevse de onunla dolu dolu bir sevgi ilişkisi bekleyemeyeceği, sadece gözden düşmüş bir kadın tipiyle cinsel doyum arayacağı anlamına gelir. Bazı kadınlar, özellikle cinsel açıdan soğuklarsa, kocalarının bu tutumlarını karşı çıkmaksızın sezinleyebilirler, ancak bu kaçınılmaz olarak her iki tarafta da açık ya da gizli doyumsuzluğa yol açar.
Bu örnekler, karşı cinsel yönelik bazı tutumların çocukluk yıllarında kazanılmış olabileceğini ve kaçınılmaz olarak daha sonraki ilişkilerde, özellikle evlilikte kendini ortaya vuracaklarını, bu tutumların eşin kişiliğinden nispeten bağımsız olduklarını göstermek için yeterli olacaktır. Erkek, kendi gelişim süreci içerisinde bu tutumların üstesinden gelmeyi ne denli az başarmışsa, karısıyla olan ilişkisinde kendini o denli rahatsız hissedecektir. Bu tür duyguların varlıkları genellikle bilinçsiz, kaynakları da her zaman bilinçdışındadır. Bu duygulara yönelik tepkiler büyük ölçüde farklılık gösterebilir. Bu tepkiler evlilik içinde, gizli çekememezlikten açık düşmanlığa dek uzanan gerilimlere ve çatışmalara yol açabilir ya da erkeği iş yaşamında, öteki erkeklerle arkadaşlık ilişkilerinde ya da isteklerinden korkmadığı ve yük olarak görmediği kadınlarla birlikte olarak gerilimlerden kurtulma yolları aramaya itebilir. İşte burada ister iyi ister kötü şeylere yol açsın, evlilik bağının en güçlü bağ olduğunu bşr kez daha anlarız. Yine de bir başka kadınla olan ilişkiler çoğunlukla daha rahatlatıcı, doyurucu ve mutluluk vericidir.
Genellikle evliliğin yıkılmasından sorumlu tuttuğumuz evlilik içindeki bir kıvılcım ya da üçüncü kişilerin araya girmesi gibi şeyler, zaten belli bir gelişmenin sonucudur. Bunlar, genellikle bizden gizli kalan ve eşe yönelik tiksintiye dönüşen bir sürecin sonucudur. Bu tiksinti kaynaklarının, eşimizin sıkıcı özellikleriyle çok daha az, ama bizim kendi gelişimimizden evliliğe aktardığımız çözülmemiş çatışmalarımızla daha çok ilgisi vardır.
Kaynak: Kadın Psikolojisi (Karen Horney)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder