12 Ocak 2013 Cumartesi

Hastalık Ölmez, Pusuya Yatar…

Hastalık Ölmez, Pusuya Yatar…


Geçmişte sağlık açısından büyük dertler çeken insa­noğlunun karşısında artık çok daha zorlu düşmanlar var… Biz tüm olanakları kullanıp on­ları yenmeye çabaladıkça, onlar da kılık değiştirip bambaşka biçimlerde karşımıza dikiliyorlar. Bilim, var gü­cüyle bu yeni düşmanlara karşı yeni mücadele yöntemleri geliştirmek için çabalarken sokaktaki sıradan insan soruyor: “Deli dana” hastalığı, 21. yüzyılda daha büyük salgınlara yol açacak mı? Yarın, korkunç AIDS vi­rüsünün yerini prionlar mı alacak?”

“Paleopatologi”
Bugün salgın bilimciler bu konuda sessizliklerini koruyorlar. Enfeksiyon hastalıkları uzmanları ise, kesin bir güvence veremiyorlar. Belki de, so­run hakkında yaklaşık bir fikre sahip olan tek bilim dalı “paleopatoloji” ve yüzlerce, binlerce yıl önceden kalma ölülerin bedenlerini inceleyen “paleopatolog” doktorlar… Onların kesin olarak bildikleri tek bir şey var; o da gelecekte AIDS’in yerini başka bir salgın hastalığın alacağı…
“Her salgını bir başka salgın izler”
Paleopatoloji biliminin en önemli araştırma alanlarından biri, fosil ke­mikler… Bu fosil kemikleri çok yakından inceleyen paleopatologlar “her salgını bir başka salgın izler” il­kesinden yola çıkıyorlar. Amaçları ise, bu anlayış çerçevesinde bugünü daha iyi değerlendirmek ve yarın için gerekli önlemleri almak…
Hastalık kesinlikle yeryüzünden silinmiyor
Bu acımasız yarışta, enfeksiyonla­rın, tarihin karanlık çağlarından beri ortalıkta dolaştıkları görülüyor. Ve daima bir kazanan bir de kaybeden oluyor. Ama çağlar boyunca berabe­re kalındığına hiç rastlanmıyor. Sözgelimi, 14. yüzyılda Avrupa’da cüzzamın çökmeye başladığı tarih­lerde birdenbire verem salgını patlak vermişti. Yine aynı şekilde 18. yüz­yıldan bu yana hayli can alan çiçek hastalığı, yerini bir başka virüs hasta­lığına, AIDS’e bıraktı. Bu “birbirini ızlemede” ki inanılmaz düzenlilik araştırmacıları şaşkınlığa sürüklüyor. Fransa’daki Uygulamalı Bilimler Yüksek Okulu’nda paleopatoloji dersleri veren doktor Pierre Thillaud, “Bu sürekliliğin ve dengelerin açık­laması henüz yapılamıyor. Yalnızca bu gerçeği ortaya koymakla yetiniliyor” diyor.
Ne var ki, bu süreklilik ve birbirini izleme noktasında dikkat edilme­si gereken bir konu daha var… Yeni bir enfeksiyonun egemen olması durumunda, “mağlup” olan hastalık kesinlikle yeryüzünden silinmiyor. Külün örttüğü kor parçaları gibi, her zaman bir yerlerde saklı duru­yor ve en uygun zamanda başkal­dırmaya hazır bekliyor. Bu gizli bekleyişin en anlamlı örneği bugün gelişmiş batı ülkelerinde yaşanıyor. Nitekim, son günlerde sefaletin art­tığı bu ülkelerde verem hastalığının güçlü bir biçimde geri döndüğün­den söz ediliyor.
 
“Hastalıklar birdenbire ortaya çıkmıyor ve aynı şekilde birdenbire de ortadan kaybolmuyor”
Paleopatologlara göre, “hastalıklar birdenbire ortaya çıkmıyor ve aynı şekilde birdenbire de ortadan kaybolmuyor”; tam tersine, çağlar bo­yunca olağanüstü bir süreklilik için­de seyrediyorlar. Yalnızca, yayılma­ları ve önem dereceleri değişiklikler gösteriyor.
Gerçekten de, tarihin bilinmeyen dönemlerinden beri aynı hastalıklar­dan acı çekiyoruz. Sözgelimi, uzak atalarımızdan “Australopithecus”un dişinde çürükler vardı. Neanderthal insan, artroz nedeniyle kötürüm kal­mıştı. Eski Mısır’da pek çok kişi veremden ölmüştü ve mumyalarında bulunan kireçleşmiş tenya yumurta­larının kanıtladığı gibi, asalaklardan çekiyorlardı. Eski kayıtlar ise, Yunanlılar’ın şeker hastalığına tutul­duklarını gösteriyordu.
“Patosenoz” teorisi
Paleopatolojinin yanıt aradığı di­ğer sorular ise, bir hastalığın niçin ön plana çıktığı ve bir başkasının niçin gerilediği üstünde toplanıyor. Bu soruların yanıtları da, tıp tarihi uzmanı Mirko Grmek tarafından geliştirilen “patosenoz” teorisine da­yanıyor. Buna göre, hastalıklar çev­reye, toplumun yaşam koşullarına ve nüfusuna göre değişiyor. En kü­çük bir değişme, hastalık etkeni mikropların basit bir adaptasyonu ya da mutasyonu yoluyla, yeni has­talıkların yolunu açabiliyor. Bu te­orinin en uygun örneğini frengi has­talığı oluşturuyor.
Frengi
Frengi hastalığının olağanüstü adaptasyon yeteneğini, araştırmacılar yakın dönemlerde ortaya koymuş bu­lunuyorlar. Son varsayımlara göre, Kristof Kolomb Yeni Dünya’yı keşif­ten dönerken, özel bir “treponema” (frengi etkeni asalak) suşunu da bera­berinde getirmişti. Avrupa’nın yaşam koşullarına ve iklimine mükemmel bir uyum sağlayan bu suş, hemen ge­lişerek büyük bir salgına yol açmıştı. Bu ani yayılma, AIDS virüsü HIV’in (Human İmmunodeficiency Virüs) yayılmasına çok benziyor. Öte yan­dan, törelerin çöküşü, “seks turizmi “patlaması, damariçi enjeksiyon kul­lanımının kan nakli, uyuşturucu ba­ğımlılığı gibi nedenlerle giderek art­ması, AIDS virüsünün dağılmasına yardım ediyor. Ancak Mirko Grmek, durumu “AIDS’in Tarihi” adlı yapı­tında “HIV’in birkaç yüzyıldan beri var olması mümkündür. Dünyadaki dağılması ve yalnızca yer yer olay­larla, çok sınırlı salgınlarla kendini göstermesi nedeniyle, 1980′e kadar tıbbın gözünden kaçmıştır. Geçmişte, virüsün hastalık yapma gücü daha az­dı ve bulaşma ortamları da daha kısıt­lıydı” diye açıklıyor. Bunun gibi, et temelli unların sığır yemi olarak kul­lanılmaya başlaması da, kuşkusuz “prion”ların yeni gelişme eksenleri bulmalarını sağladı.
Cüzzam
Başka bir adaptasyon örneğini ise cüzzam oluşturuyor. Bu hastalık, da­ha önceki yüzyıllarda yalnızca sağlık koşullarının çökmeye yüz tuttuğu dönemlerde beliriyordu. Etkisini, ilk kez M.Ö. 300′e doğru Antik dünya­nın ünlü kent merkezlerinden biri olan İskenderiye’nin fakir mahallelerindeki halkı kırıp geçirerek gösterdi. Daha sonra, kötü sağlık koşullarının hüküm sürdüğü Ortaçağ Avrupası’nda ortaya çıktı.
Özetle, paleopatoloji, insanoğluna hastalıklara karşı mücadelede daha yeni ve mükemmel yollar göstermek için yeni alanlar açmaya çalışıyor. Ama ne yazık ki, bu bilim dalı henüz birçok tıp fakültesinde ayrı bir statü­ye kavuşmuş değil… Öte yandan, ge­rek fakülteler gerekse hükümetler bu tür çalışmalara maddi destek sağla­mıyorlar. Bu bilim dalı, şimdilik ço­ğu başka uzmanlık alanlarında görev yapan ve paleopatolojiye gönül ver­miş doktorların çabalarıyla ve şu an için genellikle küçük adımlarla ilerli­yor. Ama bu alanda hızlı adımlar at­ma zamanının geldiği de kesin… Çünkü bulaşıcı hastalıkların saklan­dıkları köşelerde uygun bir an bekle­dikleri de bir gerçek…
Cromagnon insanı bağırsak hastası mıydı?
Fosil dışkılar, paleopatologlara mükemmel ipuçları veriyorlar…
Belki de, ilk kez Fransa’da tari­höncesi bir insanın hayatına böylesine yakından girildi… Fransa’daki Ulusal Bilimsel Araştırma­lar Merkezi’nin (CNRS) Prehistorya uzmanları D. Baffier ile M. Girard, Fransa’nın Yonne Eyaleti’nin Arcysur-Cure bölgesindeki duvar resimleriyle bezeli mağarada 32.000 yıllık fosil dışkılar keşfettiler. Araş­tırmacılar dışkıda, el yıkamadan sofraya oturunca bağırsaklara yer­leşen askarit (bağırsak solucanları) yumurtaları buldular. Keşif, henüz konunun tüm sırlarını ortaya dök­müş değil… Yani şimdilik, mağara­nın başka sakinleri olup olmadığı araştırılıyor. Böylece dışkılardaki bu asalakların ayılara mı, yoksa bu mağaranın duvarlarını da resimle­yen atalarımıza mı ait olduduğu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkacak… Ancak ortada açık bir gerçek var; o da, bu asalakların çok eskiden beri var oldukları… Bazılarına da, 2-3 milyon yıl öncesinin balık fosillerin­de rastlanmıştı.
Fransa’nın Reims Üniversitesi’ndeki Paleoparazitoioji Laboratuvarı’nda görev yapan F. Bouchet’nin uzmanlık dalı dışkılar… Tuvaletlerin (kuşkusuz tarihöncesinden kalma) dibinde bulunan kalıntılar, Bouchet’nin asalak hastalıklarının tarihi üstüne ay­rıntılı makaleler yazmasını sağlı­yor. Fosil bilharzioz kurtları, fosil tenya yumurtaları, oksiyürler ve askaritler, özellikle Ortaçağ Avrupası’nda yaşayan insanların bağırsaklarında yıkıcı etkiler bı­rakmışlardı. O dönemlerde seb­zeleri yıkamak ya da balığı ve eti pişirmek, henüz mutfak kültürü­nün içine girmemişti, Paris’teki Louvre Müzesi yakınlarında yapı­lan arkeolojik kazılarda keşfedi­len ve 14. yüzyıla tarihlenen bir cins yassıkurtun analizlerinin ka­nıtladığı gibi, insanların bağır­saklarında o tarihten beri çeşitli asalaklar bulunuyordu. Françoise Bouchet bu fosillerde ortaya çıkardığı asalakların, bugün bi­zim bağırsaklarımızı mekan tu­tan asalaklarla aynı olduğunu düşünüyor. Ancak, düşünceleri henüz bir sav niteliğinde… Teorik olarak kanıtlanmış değil…
Sonuçta, fosil DNA incelemele­ri, belki bir gün evrimler ve olası genetik değişiklikler hakkında biz­leri aydınlatacak. Fosil halde korunarak günümüze nasıl ulaştıkla­rının bulunması, olağanüstü di­renç yeteneklerinin daha iyi anla­şılmasına yol açacak… CNRS tarafından hazırlanan araştırma programı, ilk yanıtların yakın bir tarihte alınmasını sağlayacak.

Hastalıkların kaynağı, insanların ve hayvanların tarihini de anlatıyor…
Bir görünüyor bir kayboluyor, ama asla yok olmuyorlar.
Diş çürüğü
5 milyon yıl…
Diş çürümesine neden olan bakte­riler, insanın ortaya çıkışından çok önce, memelilerde berbat diş ağrılarına yol açıyordu. İlk “Australopithecus’lar da, kuş­kusuz aynı derdin pençesine düş­tüler. Ve o günden bugüne insa­noğlu dış çürüğünden ve onun in­sana verdiği eziyetten kurtulamadı.
Cüzzam
12. ya da 13. yüzyıl Avrupası… M.Ö. 600′lere doğru Hindistan’da ve büyük bir olasılıkla Çin’de varlığını sür­dürüyordu. Hastalık, Romalı lejyonerler tarafından Avrupa’ya taşın­dı. Kudüs’ten geri dönen Haçlılar ise, cüzzamın Batı Avrupa’daki varlığını pekiştirdiler. O dönemde Avrupa’daki berbat sağlık ko­şulları cüzzamın yayılmasına or­tam hazırladı. 15. yüzyılın sonun­dan itibaren gerilemeye başladı,
Sıtma
100.000 yıl…
Plazmodyum (sivrisinekle ak tanları sıtma etkeni asalak) 100.000 yıl önce, yani “Homosapiens”e saldırmadan çok önce sürüngenleri, ardından da memelileri he­def olarak seçmişti. O za­mandan beri, en büyük ve­ba, kolera ve çiçek salgınları­nın toplamından daha fazla kurban aldı.
Frengi
16. yüzyıl Avrupası
Kristof Kolomb’un denizcilerinin dönüşünden önce de, Avrupa’da bir frengi formunun bulunduğu dü­şünülüyor. Ama, söz konusu olan etkili bir form değildi. Çünkü frengi, ancak 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’yı kırıp geçirmeye başladı. Hastalık et­keni form, olasılıkla Amerika’dan, yerliler tarafından sömürge­cilere bulaştırılarak taşınmıştı.
Verem
4.000 yıl…
Bu afet, büyük olasılıkla ilk kez Neolitik Dönemde insana bu­laştı. İneklerin evcilleştirilmesi, sığır basilinin yeni bir hedefle tanışmasını sağladı. Özellikle mumyalarda, kemik vereminin tipik izleri olan omurga lezyonları bulunuyordu.
Kanser
15. yüzyıl…
Napoli Kralı I. Ferdinando’nun (1423-1494) cesedi üze­rinde yapılan DNA anali­zi sayesinde, kralın bu­günküne benzer bir ko­lon kanserinden öldüğü biliniyor. Hastalığın gü­nümüzde önem kazan­masının nedeni, insan ömrünün bugün eskiye oranla oldukça uzamış olması… Gerçekten de, ilerleyen yaşla birlikte hücreler çok daha kolay yıkıma uğruyor.
Veba
6. yüzyıl Avrupası…
İlkçağ’dan kalma tüm belgeler, vebayı in­sanlığın ortak belleğine kazınmış korkunç salgınlar olarak nitelendiriyorlar. Ama çok büyük olasılıkla, söz konusu olan gerçek ve­ba değil, ani ölümler getiren “hıyarcıklı” ya­ni “kara veba”ydı. Sıçan piresinin bulaştırdı­ğı bu hastalığın kaynağı Orta Asya’ydı ve Av­rupa’ya 6. yüzyılın ortasında gemiler aracılığıyla ayak basmıştı.
AİDS
20. yüzyıl…
1981 yılında bilimsel olarak tanımlanan hastalığın çok önce­den beri var olduğu düşünülüyor. Virüs, 1960′lı yıllardan kalan kan örneklerinde de ortaya çıktı. Belki de yer yer ve zaman zaman kendini göstererek yüzyıllardır varlığını sürdürüyordu. Cinsel özgürlük ve fantezilerin yükselmesi, uyuşturucu ba­ğımlılığının artması ile gerçek bir salgına dönüştü.

Kaynak :
Hazırlayan: merakediyorum grubu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder