12 Ocak 2014 Pazar

YILLARCA GÖRMEYEN GÖZLER AÇILDIĞINDA

YILLARCA GÖRMEYEN GÖZLER AÇILDIĞINDA.
"Ve bebek açtı gözlerini dünyaya: Sürekli değişen suretler, can alıcı, parlak renkler, bir uzayıp bir kısalan, şişip sonra sönen cisimler, gölgede kalan bedenler. Şaşkın bir ifade vardı yüzünde, anlam yüklemeye çalıştığı dünyaya fırlattığı ilk bakışları meraklı."
Algı düşün tarihi boyunca insanoğlunun merakını uyandırmış, ilkçağ filozoflarından günümüze en çok irdelenip üzerine fikirler üretilen konulardan biri olagelmiş. Algı üzerine söylemlerin özellikle de "görsel algı " odaklı oluşu kuşkusuz herhangi bir tesadüf değil. Bugün, her ne kadar bilim gözün yapısı ve uyarıcıların sinirsel düzeyde beyne iletimi konusunda geniş bir bilgi birikimi ve zenginliğine sahipse de retinanın üzerine düşen iki boyutlu girdinin üç boyutlu görüşe nasıl çevrildiğini, derinlik, uzaklık, şekil, renk ve hız algılarının ne tür mekanizmalar çerçevesinde işlediğini, günlük hayatımızın bir parçası olan görsel yanılsamaların ardında yatan gerçeklerin neler olduğunu açıklamada ve güçlü ispatlar sunmada çoğunlukla yetersiz kalabiliyor / çelişkili varsayımlar öne sürebiliyor. Moleküler düzeydeki işleyişi hakkında bu denli fikir sahibi olduğumuz sistemin, psikolojik işlemleme süreçlerine derinlemesine inememek bizi günlük hayatta pek çok "çözümsüz"!?! sorunla yüz yüze bırakıyor. İşte bu sorunlardan biri de doğuştan katarakt hastalarının ameliyat sonrası açılan gözlerinde bir türlü görsel ifade bulamayan dünyaya ait. Bakıp da göremeyen gözlerin sahiplerini nasıl da hayal kırıklığına uğratabileceğine, bu hayal kırıklıklarıyla sarmalanan sürece hep beraber göz atalım.
Bilim gözün yapısı ve uyarıcıların sinirsel düzeyde beyne iletimi konusunda geniş bir bilgi birikimi ve zenginliğine sahipse de retinanın üzerine düşen iki boyutlu girdinin üç boyutlu görüşe nasıl çevrildiğini açıklamada yetersiz kalabiliyor.
William Molyneux
Yaklaşık üç asırdır bilişsel ve algısal mekanizmalara dair anlayışımıza meydan okuyan soru ilk kez 1688'de John Locke'a yazılan bir mektupta William Molyneux tarafından ortaya konuyor:
" Doğuştan kör olan birine aynı metallerden yapılmış ve aşağı yukarı aynı büyüklükte olan bir küp ile bir küre arasındaki farkı dokunarak anlamayı öğrettiklerini varsayın. Öyle ki, dokunduğunda hangisinin küp, hangisinin küre olduğunu söyleyebilsin. Bu küp ve küre, bir masada duruyorken körün görmeye başladığını varsayın. Bunları yalnızca bakarak, dokunmadan ayırt edip hangisinin küp hangisinin küre olduğunu söyleyebilir mi?"
" Bilginin dokunsal algıdan üç boyutlu görsel algıya etkileşimsel nakli" ile ilgili olan bu sorunun felsefi boyutu filozoflar arasında epeyce tartışma yaratageliyor:
"Boş bir sayfa koydu önüne John Locke; tıpkı boş zihni gibiydi yeni doğmuş bir bebeğin. Elindeki kuş tüyü kalemi mürekkebe batırdı ve işlemeye başladı harfleri üzerine; yazdı, yazdı, yazdı " İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme" oldu sayfalar": Yanıtı "hayır"dı Molyneux'nün sorusuna. Görsellikle beraber aynı anda deneyimlenmeyen dokunsal algı ileride hiçbir şekilde dolaysız olarak salt görsel algıya aktarılamazdı. Gözleri yeni açılan bir kör, deneyimsiz bir bebek gibiydi! Ve deneyim, sahip olduğumuz her şeydi. Doğum sırasında bomboştu zihnimiz.
Peki ya bebek? Gerçekten de bu kadar boş mu zihni doğduğunda? Bildiklerimizin tümü deneyimlediklerimizden mi ibaret?
Masaya vurdu elini Leibniz! İyileşen kör, dokunmadan iki nesne arasındaki ayrımı mantıksal ve geometrik çözümlemeler sayesinde yapabilirdi. Locke'un sandığı kadar da boş değildi
zihni bebeğin. Zira bu iki ayrımı yapabilmek adına ihtiyaç duyacağı bilişsel mekanizmalar doğumundan itibaren bebeğin zihnindeydi.
Konuyla ilgili olarak günümüze değin daha pek çok düşünür ve yazar yorum yapıyor. La Mettrie (1745), Berkeley (1709), Condillac (1746), Diderot (1749) ve daha pek çokları. Ancak bu tartışmalar, farklı fikirler sunmanın ötesine geçemiyor, elde bilimsel yöntemlerle sınanmış bir veri olmadığından söylemler havada asılı kalıyor. Ta ki, 1728'de bir göz doktoru olan William Cheselden katarakt ameliyatıyla bir körü iyileştirip, ameliyat sonrası sürece dair araştırmalarını sürdürene dek.
18.yy. başlarının en ünlü cerrahlarından biri olan William Cheselden, katarakt ameliyatıyla bir körü iyileştirerek ameliyat sonrası sürece dair araştırmalarını sürdürüyor. Yandaki çizim ise Dr. Cheselden'ın insan anatomisi üzerine yayımlamış olduğu bir kitaptan alıntı.
Doktorun tespitleri tıp dünyasında büyük bir hayal kırıklığı ve şaşkınlık yaratıyor. Hasta görmeye ilk başladığında uzaklıklarla ilgili hiçbir yargıda bulunamıyor ve bulanık bir görüşe mahkûm kalıyor. Bu vaka sonrası benzer şekilde tekrarlanan ameliyatlar yine benzer sonuçlar veriyor; hastaların görüşü ciddi bir şekilde özellikle de uzaklık, derinlik ve şekil algılarının bozukluğu nedeniyle engelleniyor. Bu durum çoğunu alışageldikleri "görsellikten yoksun" süreçte bile deneyimlemedikleri ciddi depresyonlara sürüklüyor.
Doğuştan kataraktlı çocuklar
Son dönemlerde literatüre geçen en önemli vakalardan biriyse 1991 yılında nörolog Oliver Sacks tarafından incelenmeye alınan "Virgil" takma adlı hasta. 50 yaşındaki Virgil'in nişanlısının ısrarları karşısında çok uzun süreli bir körlük sonrası gözlerindeki kalın katarakt tabakası başarılı bir operasyonla alınıp fizyolojik kusur ortadan kaldırılıyor. Bandajların açıldığı an Sacks'ın makalesinde şöyle aktarılıyor: "Tüm hastane gözyaşlarına boğuldu. Kırk yılın sonunda Virgil ilk kez görüyordu. Virgil'in ailesi çok heyecanlıydı ve ağlıyordu, buna inanamıyorlardı." Ne yazık ki bu mutluluk uzun süreli olmuyor. Çünkü Virgil'in deforme olmuş görüşü doktorların olması gerektiğini düşündüklerinden çok daha farklı işliyor.
 
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/gelisim/psikoloji/deneme.htm

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder