Özellikle de yaz aylarında, öğle yemeklerinden sonra yüze vuran gün ışığı altında hafifçe uyuklamanın keyfine doyum olmaz. Sıradaki haberimiz, gün içindeki bu küçük uyku kaçamaklarından vazgeçemeyenlerin yüzlerini gülümsetecek nitelikte. Haifa Üniversitesi Beyin ve Davranış Araştırma Merkezi'nden Prof. Avi Karni ve Dr. Maria Korman, 90 dakikalık "şekerleme"lerin uzun süreli belleği güçlendirdiğini ortaya koymuş. Araştırmacılar, yaptıkları sözlü bir açıklamada uyku sırasında bellek oluşumuna katkıda bulunan işleyişlerin nasıl çalıştıklarını şimdilik tam olarak bilemediklerini, ancak bu işleyişlerin açıklığa kavuşmasıyla birlikte gelecek yıllarda belleğin benzer yollarla yapay olarak güçlendirilebileceğini açıklamışlar.
İçeriği uzun yıllarca hafızada saklı kalan bilgiler uzun süreli belleğimizde depolanıyor. Belleğimizin bu bölümü iki kısma ayrılıyor: Dün neler yapmış olduğumuzu, birkaç saat önce okumuş olduğumuz bir kitaptan aklımızda nelerin kalmış olduğunu vs... depolayan "ne" belleği ve hâlihazırda bildiğimiz bir yabancı dilin nasıl okunduğunu, nasıl araba kullanıldığını, basketbol oynandığını vs... depolayan "nasıl" belleği. Söz konusu araştırma sırasında katılımcılar iki gruba ayrılmışlar. Tüm katılımcılara, parmaklarını kullanarak gerçekleştirebilecekleri bir tür hareketler dizisi öğretilmiş. Bu diziyi tamamlarlarken araştırmacılar, katılımcıların "nasıl" belleğini değerlendirmişler. Değerlendirme sırasında her bir katılımcının diziyi ne kadar sürede ve ne derece doğru şekilde tamamladığı göze alınmış. Deney grubu dizi öğretildikten sonra bir buçuk saat uyurken, kontrol grubu bu "şekerleme"den mahrum bırakılmış.
Akşama doğru, katılımcılardan parmak hareketleri içeren bu diziyi tekrarlamaları istendiğinde, gün içinde kısa süreli de olsa uykuya dalan grubun akşam performansının öğleden sonraki performansına göre çok daha başarılı olduğu gözlemlenmiş. Uykuya dalmayan grubun performansındaysa değişim olmamış.
Araştırmacılar, bu araştırmayla 90 dakikalık uykunun bile "nasıl" belleğini unutmaya karşı koruduğunu ortaya koymuşlar. Gece uykusunda geçen 6-8 saatlik zaman dilimine göre çok daha kısa olan 90 dakika dahi belleği güçlendirmede etkili olabilmiş. Çalışmanın başındaki Prof. Karni'nin geleceğe yönelik hedefleriyse oldukça ilgi çekici. Profesör, kısa süreli uykunun bellek gelişimine hangi işleyişlerle katkıda bulunduğu çözülebilirse, yetişkinlerin hafızalarının benzer yöntemlerin taklidiyle yapay olarak güçlendirilebileceğini öne sürmüş. Ancak bu işleyişlerin anlaşılabilmesi ve yapay olarak taklidi için bilimin zamana ihtiyacı bulunuyor. Bu süreç içindeyse, olur da herhangi bir konuyu öğrendikten sonra belleğinizde kalmasını isterseniz 90 dakikalık kısa bir uykuya dalmanızı öneririz.
İpucu : Niçin 90 dakika?
5 farklı evrenin sonlanıp tekrar başlaması 90 dakikalık bir zaman dilimini kapsıyor.
Uyku, birbirini takip eden 5 farklı evreden oluşuyor. Bu evrelerin 4'ü REM dışı evrelerken, sonuncusu genellikle rüya gördüğümüz dönemi kapsayan REM sürecinden meydana geliyor. Bu 5 farklı evrenin sonlanıp tekrar başlaması 90 dakikalık bir zaman dilimini kapsıyor. Döngü yarım kaldığında huzursuzluk ve uykusuzluğa neden oluyor. Bu nedenle de, çalar saatle uyandığımız günlerde uzun saatler uyumuş olsak da son uyku döngümüz yarım kaldıysa yorgun hissedebiliyoruz. Kısacası bilim insanları, uyku sürelerimizi 90 dakikanın katları olarak ayarlamamızı öneriyor (Uykunun evrelerine yönelik detaylı bilgi için Uyku ve Rüyalar başlığına bakabilirsiniz).
Kaynak: ScienceDaily, Ocak 2008.
Herhangi bir çocuğa büyüyünce ne olmak istediğini sorduğumuzda aldığımız yanıtlar genellikle çoğu yetişkinin hayal gücünü zorlayacak niteliktedir: Astronot, kraliçe, örümcek adam ya da Formula yarışçısı. Büyüdükçe geleceğe dair kurduğumuz hayaller de azalıp sönükleşir. Harvard Üniversitesi'nden psikolog Dona Addis, Alana Wong ve Daniel Schacter yetişkinlerin hayal gücündeki bu düşüşü yıllar içinde belleklerinin de zayıflamasıyla ilişkilendirmiş. Diğer bir deyişle, geçmişini hatırlamakta zorluk çeken yetişkinlerin geleceğe yönelik yaratıcı senaryolar oluşturmalarının da zorlaştığını ileri sürmüşler.
Çoğu çocuk, büyüyünce örümcek adam gibi bir kahraman olmayı düşler.
Araştırmaya göre geçmişte yaşadığımız kişisel anılarımızı depo eden episodik bellek (olay belleği) öznel zamanda kendimizi geri ya da ileri bir noktada yansıtabilmemize yardımcı oluyor. Diğer bir deyişle, olay belleğimiz güçlüyse geçmişteki bir anımızı hatırlamamız kolaylaştığı gibi, geleceğe yinelik fikir yürütmekte de bir o denli başarılı olabiliyoruz. Çünkü geleceğe yönelik oluşturacağımız yaratıcı bir senaryoda geçmişe dair deneyimlerimizden derlediğimiz detayları kullanıyoruz. Büyüdükçe belleğimiz zayıfladığından hayal gücümüz de eski rengini kaybetmeye başlıyor.
Araştırmacıların bu kuramı, yetişkinlerin hayal gücüdeki düşüşü açıklamaya odaklanmış görünse de, çocukların hayal gücünün nasıl bu denli zengin olabildiği konusunda yetersiz kalıyor gibi. Bu zenginliğin altında, dünyanın genel geçer fizik kurallarını henüz tam olarak keşfetmemiş olmaları yatıyor olabilir. Çevresinde gördüğü pek çok şeyi halen büyük bir merakla karşılayan çocukların, yetişkinlerin zihinlerindeki katı dünya bilgilerini henüz kurmamış olduklarından hayal güçlerinin de daha geniş olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki, tenis oynayan birini ilk kez gören bir çocuk için elindeki delikli sopayla küçücük bir topu yakalamaya çalışan bir yetişkin ne kadar "doğal"sa (?!?), binalara tırmanan örümcek adam da o kadar "doğal" olabilir.
Kaynak: ScienceDaily, Ocak 2008.
Princeton Üniversitesi'nden Dr. Elizabeth Gould ve araştırma grubunun fareler üzerinde yaptığı bu araştırma uykusuzluğun beyinde bellek oluşumundan sorumlu hipokampüs bölgesini etkilediğini ortaya koyuyor. Bu etkininse bir stres hormonundan dolayı gözlemlendiği belirtiliyor.
Araştırma grubunun çalışması 72 saat boyunca uykusuz bırakılan farelerle böyle bir etkiye maruz bırakılmayan farelerin birbirleriyle karşılaştırılmalarına dayanıyor. Uykusuz bırakılan farelerin kortikosteron adı verilen stres hormonu seviyeleri normal gruba göre yükseliyor. Bunun yanı sıra, beyinlerinin hipokampüs bölgesinde yeni hücre yapımı da yavaşlıyor. Stres hormonuyla yeni beyin hücreleri yapımı arasındaki ilişkiyi araştıran araştırmacılar, kortikosteron seviyesi normal düzeyde sabit tutulduğunda beyindeki hücre oluşumunun devam ettiğini gözlemliyor. Diğer bir deyişle araştırmanın sonucunda uykusuzluk dolayısıyla yüksek seviyelere tırmanan stres hormonunun yeni bellek oluşumu için gerekli olan beyin hücresi yapımını engellediği bulunuyor. Uykudan mahrum bırakılan fareler bir hafta içinde normal uyku düzenlerini yakalayabilseler de, sinir hücresi oluşumu normal seyrine ancak iki haftadan sonra ulaşabiliyor.
Bugün, yetişkin beyninde gözlemlenen sinir hücresi yenilenmelerinin altında yatan neden tam olarak bilinemese de Dr. Gould ve grubu, uzun süre uykusuzluk sonrasında bilişsel işlevlerde oluşan sorunların bu yenilenmenin yavaşlamasından kaynaklanabileceğini iddia ediyor. Konsantrasyon bozukluklarıysa bu etkilerden biri olarak örnek veriliyor.
Alanda uzman olan ve araştırmanın sonuçlarını yorumlayan Dr. Neil Stanley, araştırmanın ortaya koyduğu bu sonuçların doğrudan doğruya insanlar için geçerli olup olmadığına dair ek çalışmaların yapılması gerektiğini çünkü hiçbir kişinin çok zorunlu kalmadıkça 72 saat uyumadan geçiremeyeceğini belirtiyor. Ancak her gece uyuması gereken miktardan biraz daha az uyutulan denekler üzerinde de aynı etki gözlemlenirse çalışmanın çıkarımlarının ilginç olabileceğini ekliyor. BBC, Şubat 2007.
Moda isimler, kıyafetler, renkler, davranışlar, hatta söz öbekleri! Bilim insanları değişimin kendisinin de moda olduğunu iddia ediyor.
Durham Üniversitesi'nden bir grup araştırmacı belli bir süre boyunca bebek isimleri, müzik zevkleri ve köpek cinslerindeki tercihleri araştırdıklarında tercihlerin sürekli olarak değiştiğini ve bu değişimin içinde bulunulan topluluğun nüfusuyla ilişkili olmadığını bulmuşlar. "Evrim ve İnsan Davranışı" isimli akademik dergide yayımlanan bu yeni araştırma toplumda birbirimizi kopya etme eğilimimiz dolayısıyla değişimlerin ne kadar da sürekli ve tahmin edilebilir bir hızla süregeldiğinin altını çiziyor. Moda rastgele seçimlerden oluşabildiğinden, neyin ne zaman moda olacağınıysa önceden tahmin edebilmek her zaman mümkün olmuyor. Bu çalışma, kitlesel tercihlerin mantıklı seçimlerle şekillenmediğinin altını çiziyor. Yeni eğilimler bir anda gelişigüzel patlamalar yapabiliyor. Çünkü doğamız gereği, toplumda belli bir yaygın eğilim varsa onu taklit etme davranışı sergiliyoruz.
Topluma bu yenilikleri sunanlar tanınmış yüzler olduğunda, kitleleri peşlerinden sürükleme olasılıkları daha yüksek oluyor. Çalışmayı yürüten Dr. Alex Bentley, 2000'lerin başında David Beckham'ın saç modeliyle nasıl da bir moda yarattığına dikkat çekiyor. Ancak değişimin kendisinin de bir moda olduğunu eklemek gerektiğini belirtiyor. Örneğin Madonna'nın yaklaşık 20 yıldır imajını sürekli olarak değiştirerek nasıl da zirvede kalabildiği bunun en açık kanıtı.
20 yıldır zirveden düşmeyen Madonna sürekli olarak imaj değiştiriyor.
1950 ve 1980 yılları arasında liste başında kalan parçaları inceleyen Dr. Bentley ve grubu, her ay listedeki parçaların yaklaşık % 5,6'sının değiştiğini görmüşler. Bebek isimleri ve köpek cinslerindeki tercihlerin de hemen hemen aynı hızla değiştiğine tanık olan araştırmacılar, toplumda modanın izlediği seyrin hızı hakkında genel bir fikre sahip olunabileceğini ortaya koyuyor. Araştırmanın diğer bir ilginç sonucuysa, her ne kadar nüfusun fazlalığı yeni fikirlerin ortaya çıkma şansını arttırsa da modadaki değişim hızı topluluktaki kişi sayısından etkilenmiyor. Daha açık bir deyişle, nüfusu az toplumlarda da nüfusu çok toplumlarda da kitlesel eğilimlerdeki değişim benzer sürelerde gerçekleşiyor. Science Daily, Mart 2007.
Kalabalık bir grup içerisinde kaşlarını çatarak bize bakan birini görür görmez beynimizde amigdala adı verilen alan uyarılıyor.
Herhangi bir tehlike karşısında etkinleşen beyin bölgemiz amigdala. Örneğin, kalabalık bir grup içerisinde kaşlarını çatarak bize bakan birini görür görmez beynimizde amigdala adı verilen alan uyarılıyor. İlginç olansa, aynı beyin bölgesinin korku içeren ifadelere karşı da duyarlılık göstermesi. Daha açık bir deyişle, kaşlarını çatan birini de görsek, çevresine korku dolu bakışlar atan birini de görsek beynimizin aynı alanında etkinlik gözlemliyoruz. Bu çelişkiyi ele alan bilim insanları amigdalanın yalnızca bir tehlike durumunda değil, tehlikeyi haber verecek her türlü uyarana karşı da duyarlılık gösterdiğini öne sürmüşler. Şöyle ki korku dolu bir ifade fark edildiyse, ona bu duyguyu hissettiren uyaran kaynağı da büyük olasılıkla yakınlarda bir yerlerde bulunuyor. Dolayısıyla korkmuş ifadeler aslında bir şekilde tehlike kaynağının nerede olabileceğine dair de bir ipucu vermiş oluyor.
Korku dolu bir ifade fark edildiyse, ona bu duyguyu hissettiren uyaran kaynağı da büyük olasılıkla yakınlarda bir yerlerde bulunuyor
Buraya kadar her şey açık görünüyor. Evrimsel olarak tehlikenin tam olarak nerede olduğunu sezmemiz yaşamsal açıdan çok önemli olduğundan, gerek kızgın bir yüz ifadesini gerekse korkmuş bir ifadeyi kısa bir zaman dilimi içerisinde algılayabiliyoruz. Ancak küçük bir farkla. Kızgın ifadelere karşı duyarlılığımız onunla göz göze geldiğimizde daha fazlayken, korkmuş ifadelere olan duyarlılığımız görüş alanımız içinde odak noktamız dışındaki noktalarda kalıyorsa daha fazla oluyor. Örneklememiz gerekirse, çatık kaşlarla bize bakan bir tehlikeyle yüz yüze gelmiş olmamız demek, büyük olasılıkla öfkesini bizim üzerimizde yoğunlaştırdığı anlamı taşıyor. Ancak tehlike kaynağına işaret edebilecek korkmuş bir ifadeyle yüz yüze gelmektense onu çevremizde herhangi bir yerde görmemiz daha avantajlı oluyor. Böylece tehlike kaynağının tam olarak nerede olabileceğine dair tahmin şansımız artıyor. Çünkü görüş alanımızın tümü korkmuş bu ifadeyle kapatılmamış oluyor. Yapılan bilimsel çalışmalar öyle gösteriyor ki herhangi bir kişinin yeniliklerden kaçınması ya da onlarla başa çıkabilmeyi başarması çocukluğundaki beyin fizyolojisi ve kimyasıyla yakın ilişki içinde bulunuyor. Tanımadıkları fotoğraflar gösterildiğinde çocukluğunda utangaç olan yetişkinlerin amigdala adı verilen beyin bölgelerindeki etkinleşme diğer bireylere göre daha yüksek oluyor. Küçüklüğünde daha sosyal olan yetişkinlerinse bu beyin bölgelerindeki etkinlik daha düşük oluyor.
Bilim insanları uzun yılladır kişilerin mizaçlarındaki bu farklılıkların nedenlerine dair açıklamalar bulmaya çalışıyor. Huy ya da mizacın en önemli öğelerinden biri sayılan yeniliklere karşı nasıl tepkilerin verildiğiyse bahsettiğimiz çalışmanın odak noktası olmuş. Çekingen çocuklar yeni kişiler ya da durumlar karşısında ürkek davranıyorken, sosyal çocuklar onlara yaklaşmaktan çekinmiyor.
Harvard Tıp Okulu'ndan Carl Schwartz huy olarak çocukluk dönemiyle yetişkinlik dönemi arasında bir bağlantı olduğunun altını çiziyor. Bireyler arası huy farklılıklarının altında yatan nedenlerden biri olaraksa amigdala faaliyetlerindeki farklılıkları öne sürüyor.
Harvard Üniversitesi'nde Jerome Kagan tarafından yapılan çalışmada 2 yaşlarında bir grup çocuk çekingen ve sosyal olmak 2 alt gruba ayrılıyor. Araştırmacılar 11 yıl sonra aynı çocukların 13 yaşlarındaki davranışlarını gözlemliyorlar. 9 yıllık bir aradan sonraysa 21 yaşlarındaki beyin MR'ları çıkarılıyor. Araştırmacılar çocukların küçüklüklerindeki huylarının 21 yaşında da halen gözlemlendiğini ve bu bulguların beyin görüntüleme teknikleriyle de desteklendiğini öne sürüyorlar. Ancak halen alanda daha fazla çalışmaya ihtiyaç bulunduğunu da belirtiyorlar.
Küçüklüğünde çekingen olan çocukların sosyal kaygı bozukluğu geliştirebileceğine yönelik bir takım araştırmalar bulunuyor. Schwartz, çocuklukta deneyimlenen bu hastalığın yetişkinliğe dair bir depresyon işareti olabileceğine işaret ediyor. Sosyal kaygı bozukluğu yetişkinlerde SSRI adı verilen bir takım ilaçlar ve davranışçı terapiyle tedavi edilebiliyorken, çocuklardaki tedavi için hangi yöntemin izlenmesi gerektiği ne yazık ki çok da net değil.
Sonuç olarak yapılan bu çalışmayla araştırmacılar amigdala etkinliğinde saptanacak farklılıkların erken dönemde fark edilip geleceğe yönelik önlemler alınabileceğini öne sürüyorlar. Son olarak belirttikleriyse her çekingenliğin sosyal kaygı bozukluğu ya da depresyona yol açmayacağı. Çünkü mizaçlarımız patolojik kategoriler değil.
Hayvanların kişiliklerine yönelik söz konusu bilimsel araştırma sırtlanlarla yapılmış.
Eğer ki siz de evinizde beslediğiniz kedi ya da köpeğinizin tıpkı insanlar gibi süreklilik gösteren bir karaktere sahip olduğunu düşünüyorsanız haberimiz bu düşüncenizi doğrular nitelikte. Çünkü araştırmalarını Teksas Üniversitesi'nde yürüten psikolog Samuel Gosling, tıpkı bizler gibi hayvanların da karmaşık kişilik yapıları sergilediklerini iddia ediyor. Yaptığı çalışmalar sonunda hayvanların kişilik özelliklerinin de tıpkı bizimkiler gibi zaman içerisinde süreklilik gösterdiğini ve değişmediğini gören Gosling, bu çalışmalar sonrasında hayvanlar için bir kişilik ölçeği bile geliştirmiş. Bu ölçeği, insanlar için hazırlanan ve literatüre 1993 yılında kazandırılan "Büyük Beşli" kişilik faktörlerinden ilham alarak hazırlamış.
Büyük Beşli kişilik faktörleri: "Kişiliğimizin anahtar özellikleri nelerdir?" sorusuna yanıt olarak belirlenen bu maddeler bugün psikologlar arasında insan kişiliğinin yapıtaşları olarak kabul görüyor.
1.) Dışa dönüklük: enerji, olumlu duygular, çevresel uyarana açıklık
2.) Geçinilebilirlik: başkalarıyla beraber grup çalışmaları yapabilme, onlarla geçinebilme, kolay arkadaşlık kurabilme 3.) Çalışkanlık: öz-disiplin, sorumluluk duygusu, başarıyı hedefleme 4.)Duygusal değişkenlik: Gerginlik ve kaygı gibi hoşa gitmeyen duyguları kolaylıkla deneyimleme 5.) Deneyimlere açıklık: merak, hayal gücü, duygusallık, sanata yatkınlık |
Yukarıda sıraladığımız bu özelliklerin Gosling'in ölçeğinde hayvan kişilikleri adına bulduğu karşılıklar enerji, yakın ilişki kurabilme, duygusal tepkisellik ve yeterlilik/güç. Her ne kadar kendi çalışmaları sırtlanlar üzerine yoğunlaşmış da olsa, literatürde araştırmalar yapan Gosling temel kişilik özelliklerinin tüm türlerde ortak olduğunu savunuyor. Örneğin, insanlar için belirtilen "deneyimlere açıklık" özelliği, hayvanlarda "merak" olarak karşılık buluyor. Gosling, bu çalışmasının insanın kişilik özelliklerinin evrimsel tabanlarını keşfetmek adına yararlı olacağının da altını çiziyor.
Sonuç olarak, hayvanların da tıpkı bizler gibi kişilik özellikleri sergileyebildiklerini söylüyoruz. Üstelik bu kişilik özellikleri, tıpkı bizimkiler gibi zaman içinde süreklilik de gösteriyor.
Kaynak: Science, Mart 2005.
"Kavramlar, ifadeleri için kullanılan sözcüklerden bağımsız olarak var olabilirler mi?" Uzun yıllar filozof ve dil bilimcilerin zihnini meşgul eden bu soru, Columbia Üniversitesi'nden Peter Gordon tarafından başka bir boyuta taşınmış gibi görünüyor. Matematiksel kavramlar üzerine araştırmalar yapan Gordon, Amazon ormanlarında yaşayan küçük bir kabilede "2" sayısından sonra gelen hiçbir sayının konuşma dilinde karşılık bulmadığını keşfetmiş. Gordon, sayılar dilde karşılık bulmadığı sürece sayısal miktarların algılanamayacağına parmak basmış.
Piraha adı verilen 200 kişilik söz konusu avcı-toplayıcı kabile, Amazon'da bir kasabada yaşıyor. Küçük bir sosyal yapı sergileyen kabile henüz sanatla tanışmamış. Para yerine ise takas usulü kullanılıyor. Yalnızca 10 adet sesli ve sessiz sözcük barındıran dilleri, dünyanın en kısıtlı ve kısır dillerinden biri.
Gordon, yaptığı çalışmalar sırasında kabile üyelerinin en basit testlerde bile başarısız olduklarını gözlemlemiş. Örneğin, bir masa üzerine 10 adet çubuk sıralayıp aşağıya bu çubuklara eş çubuklar sıralamalarını istediğinde, 2 ya da 3. çubuktan sonra kabile üyelerinin zorlandıklarını görmüş. Bunun yanı sıra, boş kâğıtlara çizilmiş çizgilere bakarak aynılarını çizmeleri istendiğinde kabile üyeleri bu testte de başarısızlığa uğramış.
Her ne kadar kimi dil bilimciler insanların sayıları içsel olarak doğuştan duyumsayabildiklerini var saysalar da Gordon kendi bulgularının bu düşünceyle çeliştiğine parmak basıyor. Piraha kavmindeki bireylerin 3'ten sonraki sayıları algılayamadıklarını belirten Gordon, bunu kullandıkları dilde bu sayılara karşılık gelen sözcüklerin noksanlığıyla bağdaştırıyor.
Gordon, bu bulgularının dil bilimci Benjamin Lee Whorf'un kuramıyla uyum içerisinde olduğunu belirtiyor. Whorf'un kuramına göre dil ile düşünce birbiriyle karşılıklı etkileşim içerisinde. Diğer bir deyişle dil, düşünme tarzımız üzerine yoğun etkide bulunuyor (Daha detaylı bilgi için bkz. Dil ve Düşünce). Dolayısıyla bu kavim için konuşacak olursak, eğer ki sayıların dilde karşılıkları bulunmuyorsa, sayısal değerleri algı da gelişmemiş oluyor.
Kaynak: Science, Ağustos 2004.
Söz konusu çarpıcı iddia Oxford Üniversitesi'nden Profesör Tim Crow'a ait. Varsayıma göre primat beyninden insan beynine uzanan evrimsel süreç içerisinde gelişim göstermiş olan düşüme ve konuşma yetileri psikotik hastalıkların ortaya çıkışının da sorumlusu. İnsan beyninin her iki yarım küresinin farklı roller üstlendiğini hepimiz biliyoruz. Örneğin, konuşma beynin sol yarım küresince kontrol edilen bir yeti. İşte şizofreninin de içinde yer aldığı psikoz vakalarında dil ve düşünme yetileriyle tanımlı beyin bölgeleri arasındaki sınır bulanıklaşıyor. Böyle kişiler kendi düşüncelerini dış dünyadan sesler olarak algılayabiliyorlar. Ya da düşüncelerinin kafalarına bir şekilde başkalarınca yerleştirilmiş olduğunu düşünüyorlar. Prof. Crow bunun nedenini şizofreni hastalarının beyinlerindeki yarım küresel özelleşmenin yani "asimetri " nin noksanlığına bağlıyor. Altta yatan mekanizma ise bizi genetiğe taşıyor. İnsanların cinsiyet kromozomlarında primatlarınkinden farklılaşmış bir takım bölgeler bulunuyor. Prof. Dr. Crow "beyin asimetrisi geni"nin işte bu cinsiyet kromozomlarında yer aldığını ve "dil" kapasitesi ile ilişki içerisinde bulunduğunu ortaya atıyor. Bu asimetri genindeki çeşitlilik ise kişinin şizofreni geliştirip geliştirmeyeceğinde etkide bulunuyor. Şizofreninin nedenlerine değin bugüne değin çok şey yazılıp çizilmiş olsa da konu hala oldukça tartışmalı. Uzmanlar tek bir nedenden çok nedenler zinciri fikrinde ısrarlı. Genetik yatkınlık çevresel koşullarla
ilişkilenerek karmaşık ağlar kuruyor. Prof. Dr. Crow'un varsayımı ise bu nedenler zincirindeki bir halka olmaya aday görünüyor. Kaynak:http://news.bbc.co.uk/1/hi/health/4739149.stm
Belirli bir duygu niteliği taşımayan bir yüz kalabalığı içerisinde farklı hangi yüz ifadesinin daha çabuk meydana çıkarılabileceğine dair yapılan çalışmalar öyle gösteriyor ki en hızlı kızgın erkek yüzleri fark ediliyor.
Evrimsel açıdan bakıldığında dikkatimizi tehlikenin geldiği yöne yöneltiyor olmamız çok da şaşırtıcı değil. Tehlike sinyalleri taşıyan kızgın yüz ifadelerinin bir kalabalık içerisinde daha çabuk fark ediliyor olduğuna dair bilimsel tartışmalar uzun zamandan beri sürüyordu. Hatta beyinde bazı bölgelerin tehlike unsurları içeren yüz ifadelerinin işlem bölgeleri olduğu biliniyor. Erkek ve kadın arasındaki ayrıma gelecek olursak, gerek erkeklerin fiziksel açıdan daha iri oluşları, gerekse şiddeti daha kuvvetli yansıtıyor olmaları fark edilebilme süresini erkeklerde daha aza indirgiyor.
Yaptıkları yeni çalışmada MIT'den Mark Williams ve Avustralya'daki Melbourne Üniversitesi'nden Jason Matingley erkeklerin her iki cinsiyetten kızgın yüz ifadelerini kadınlara göre daha çabuk fark edebildiklerini bulmuş. Kadınlarsa üzüntü, mutluluk gibi sosyal ilişkiler açısından önem taşıyan yüz ifadelerini tanıma süresi açısından daha başarılı olmuşlar. Bu da öyle gösteriyor ki her ne kadar erkekler tehlike unsurları barındıran, kadınlarsa sosyal açıdan önem taşıyan ifadeleri tanımada başarılı olsa da, kızgın erkek figürü her iki cinsiyet tarafından çabucak fark edilebiliyor. Bu durumu insan algı sisteminin içinde bulunduğu sosyal durumlarla bağlantı olarak evrildiğiyle açıklayabiliriz.
Kaynak:http://www.sciencedaily.com/releases/2006/06/060607085104.htm
Amerika'da yapılan bir araştırma üniversite öğrencilerinin %17'sinin kendini jiletleme, yakma, oyma ya da diğer yollarla kendine zarar verme gibi davranışlar sergilediklerini ortaya koymuş. Bugüne değin kendi kendine zarar davranışı üzerine Amerika'da yapılan en büyük araştırma olduğu belirtilen araştırmaya Cornell ve Princeton üniversiteleri imza atmış. Bulguların yalnızca Amerika ile sınırlı kalmadığının altını çizen araştırmacılar, Kanada ve İngiltere'de yürütülen çalışmaların da benzer sonuçlar verdiğine ve gençler arasında hızla artan kendine zarar verme davranışının ciddiyetine dikkat çekiyorlar.
Kendi kendine zarar verme, bilimsel bir terim olarak ortada intihara dair herhangi bir eğilim yokken kişinin kendi bedenini hırpalayıcı davranışlar sergilemesi olarak tanımlamıyor. Bu davranışların içine saç ya da deriyi çekme, yarma, kemikleri kırma, kendini ısırma girebiliyor.
Araştırmacılar günümüz gençliğinin geçmiş kuşaklara göre stres uyaranlarına daha açık olduklarını ve başa çıkma stratejilerinin zayıf olduğunu söylüyor.
Araştırmanın detaylarına gelecek olursak, kızların erkeklere göre kendine zarar verme davranışını daha çok gösterdikleri ve Asya kökenli katılımcıların böylesi davranışlarda daha az bulundukları bulunmuş. Bir de biseksüelliğin, kendine zarar verme davranışıyla ilişkili olduğu ortaya konmuş. Cinsel kimliğinin fazlaca sorgulayan gençler kendilerine daha çok zarar verme eğilimindeymişler. Gerek kız gerekse erkeklerde en sık görülen yöntemin ise yaralı bölgeyi kaşıma / kazıma, kesme ve delme olduğu açığa çıkarılmış.
Araştırmacılar sürekli olarak kendine zarar verme davranışı sergileyen gençlere dair bir takım tespitlerde de bulunuyor:
• Diğer yaşıtlarına göre intihar girişiminde bulunmuş olma yüzdeleri 6 kat daha fazla,
• 3.5 kat daha fazla duygu istismarı rapor ediyorlar,
• Geçmişlerinde psikolojik bir sıkıntı dönemi geçirmiş olma olasılıkları 3 kat daha fazla,
• İki kat daha fazla yeme bozukluğu sergiliyorlar.
• 3.5 kat daha fazla duygu istismarı rapor ediyorlar,
• Geçmişlerinde psikolojik bir sıkıntı dönemi geçirmiş olma olasılıkları 3 kat daha fazla,
• İki kat daha fazla yeme bozukluğu sergiliyorlar.
Amerikalı araştırmacıların son araştırmalarına göre hamilelik sırasında annenin deneyimlediği orta seviyeli stres doğmamış bebeğe zarar vermediği gibi ileriki gelişimine faydalı bile olabiliyor.
Bugüne değin stres üzerine yapılmış olan çalışmalar, hamileyken yüksek seviyede strese maruz kalan anne adaylarının bu stresi bebeklerine de geçirerek bebeklerin ileriki gelişimlerini engellediklerini, doğum sırasında sorunlara neden olduklarını ileri sürüyordu. Oysa benzer bir fikirle doğum öncesi strese maruz kalan bebeklerin iki yaşında olumsuz bir mizaca sahip olacağı varsayımıyla araştırmalarına başlayan John Hopkins Toplum Sağlığı Okulu'ndan bir grup araştırmacı önceki bulgulara ters düşen şaşırtıcı sonuçlar elde etmişler. Araştırma grubunun içinde yer alan Profesör Janet DiPietro, hamilelik esnasında anneleri strese maruz kalan bebeklerin iki yaşında daha sağlıklı bir duygusal gelişim seyrettiğini belirtmiş.
DiPietro, bunun iki olası nedenini ise şöyle sıralıyor:
1) Strese maruz kalan anne adayları stres hormonu olarak adı geçen kortizol den yüksek miktarlarda salgılıyorlar. Bu kimyasal ise, her ne kadar bedeni kaçma-ya da-savaşma yanıtına hazırlayarak uyarıp, yorsa da aslında organların düzenli gelişimine de katkıda bulunuyor.
2) İkinci açıklama ise yüksek stres seviyesine sahip annelerin çocuk yetiştirme biçimleriyle ilgili. Genellikle çalışan ve günlük hayatın içinde savaşım veren bu anneler, çocuklarını sorgulayıcı ve mücadeleci bir şekilde büyütüyorlar; bu da onların duygusal gelişimlerini hızlandırabiliyor.
Çalışmanın sonuçlarını şaşırtıcı ancak olumlu bulan DiPietro, bu sonuçlara göre anne adaylarının hamilelikleri sırasında maruz kaldıkları stresten dolayı endişelenmelerine gerek kalmadığını ekliyor.
Kaynak: BBC News - 17 Mayıs 2006http://www.biltek.tubitak.gov.tr/gelisim/psikoloji/haberler.htm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder