KKTC'deki Maraş Bölgesi..
Yıllar öncesiydi. O dönemde bir gariplik vardı. Biz o dönemde ancak pasaportla gidebiliyorduk.(şimdi nufüs cüzdanı ile gidilebiliyor)
Yıllar öncesiydi..O dönemde bir gariplik vardı. Biz o dönemde ancak pasaportla gidebiliyorduk.(şimdi nüfus cüzdanı ile gidilebiliyor) Kıbrıslı Türkler üzerinde.. oturdukları evlerde onarım bile yapamıyorlardı, her an ellerinden alınabilecek kaygısını taşıyorlardı. O zamandı işte Kıbrıs’ta Kapalı Maraş bölgesini kaçak olarak gezebilmiştim. Fotoğraf çekmek yasaktı ama gizlice çekmiştik birkaç resim elde edebilmiştim o kadar.
Arkadaşımın daveti üzerine 1992 yılının şubat ayında Kuzey Kıbrıs Türk Kesimine gittim..Hem de pasaportumla Taşucu’ndan Fatih Feribotu’na bindim. Aşırı bir deniz var, hatta Gökçeada feribotu fırtına nedeniyle seferini iptal etti ama diğeri Fatih Feribotu’nda 40 ton beton varmış ve batmazmış dediler öylesine çıktık yola tam gece yarısıydı. Limandan kalkarken Televizyon çalışıyordu, yarım saatlik yol almıştık ki önce televizyon çekmez oldu ardından da elektrikler kesildi. Yolcular arasında bayanlar ve çocuklar ağırlıktaydı. Dalgalar öylesine vuruyordu ki, Feribot’un yolcu kabinlerine su doluyordu.
Herkeste büyük korku ve panik vardı. Ben de ilk kez deniz seyahatindeyim ama soğukkanlı olmaya çalışıyorum. Pulman koltuklardaydık ama yolcular koltuk sayısının iki katı kadardı. Çoluk çocuk yerlerde yatıyor biri bir yandan diğeri öbür yandan artık deniz fena halde tutmuş ve istifra edenlerin sayısı belirsizdi. Zaten göz gözü görmüyordu. Zifiri karanlıkta sadece puğha puğha diye iç çekişler ve istifralar, insanı üzüyor ama kimsenin elinden bir şey gelmiyordu.
Tam sekiz saat sürüyordu yolculuk. Aslında hızlı feribotlarda vardı Mersin limanından ama ben onları kaçırmıştım. Bir türlü sabah olmuyordu. Artık kusmuklar kuruyor ve onların kokusundan bir çok insanda etkileniyor ve onlarda istifralara başlıyordu. Battık batacağız gibi beşikten farksız bir sallantının içindeydik. Feribot, aşırı dalgalar yüzünden bir kalkıp bir iniyor yüreğimiz ağzımıza geliyordu. Hatta bir ara motorlar bile durmuştu.
Feribottakilerin çoğunluğu ki bende onlar arasındaydım, karayı göremeyecek ve denizde kaybolup gidecektik kanısına kapılmıştık bile.Sabah saat sekiz olunca kara gözüktü ve o fırtına dindi. Deniz yüzeyi bir çarşafa büründü sanki geceki hali için özür diler gibiydi. Biz Girne limanına ayak bastığımızda limanda betonu öptük, şükrettik. Hemen birer sadece nescafe içtik ama benim dudağım uçukladı bile.
Girne’den dolmuşa binip Lefkoşa’ya geçtim. O günü orada konakladım. Terminalden şehir merkezine giderken önümde yürüyen iki kişinin sohbetine istemeden kulak verdim. Biri diğerine diyor ki, “burası açık cezaevi gibidir”. Sonra bende düşündüm gerçekten öyle geldi bana da o anda Kıbrıs’a neden geldiğimi sordum kendime, söz de memleketime o yıl çok kar yağmıştı ve bende kardan kurtulup biraz ısınırım düşüncesiyle Kıbrıs’a gitmiştim. Daha şehir merkezine yeni adım attım ki bir THY’nin satış bürosunu gördüm ve doğruca oraya girip, dönüş biletimi alayım istedim. Kıbrıs’ta ne kadar kalacağımı değil hemen dönüşümü garantileyeyim dedim. Girdim ofise, güzel bir Kıbrıs kızı.. Ne kadar tatlı Türkçe konuşuyor biraz da lehçe farklılığı dikkatimi çekti.
O genç kıza bilet sordum, “Salı günü sabah 05.30” dedi. Daha erken yok mu dedim, “hayir ama yok ve bulamazsınız” dedi.Ben Perşembe günü inmiştim Kıbrıs’a ve Salı gününe kadar yer yoktu bu bile sıktıydı canımı ama çaresizdim. O zaman bana hemen bir yer verin dedim ve biletimi aldım. Sonra biraz daha sohbet edeyim diye kızcağıza, “sizinle biraz daha konuşmak isterim bana bir kahve ısmarlar mısınız” dedim. “Tabii, neden olmasın, hemen söyleyeyim” dedi ve kahve söyledi yarım saat kadar sohbet ettik ama ben onda biraz da Kıbrıs’ta Türkleri öğrenmek istedim tabi. Öyle ya Pasaportla geldiğim bir yer olduğuna göre bizden farklılıkları olmalıydı ve ben sağdan soldan bir şeyler öğrenmek istedim. Mesela orada Kıbrıs’taki kara taşıtlarında ilk kez direksiyonun sağda olduğunu öğrendim. Oysa dolmuşta dikkatimi çekmemişti.
Sonra teşekkür edip ayrıldım kızcağızın yanından, biraz ilerde iki askerimize rastladım. Bunlar Türk askeriydi. Çarşı izinin delerdi. Türkiye’den olduğumu anlamışlar onlar sokuldu yanıma sonra bir müzeye götürdüler beni. Hatıra Fotoğrafı çekildik birlikte, sonra onlar birliklerine döndü ben de çarşıyı dolaştım. Sonra da Gazimagosa’ya hareket ettim. Arkadaşım aslında Mersin’den Kıbrıs’a göç etmiş biriydi.3 kardeşi vardı. Bir tanesi İngiltere’de çalışıyordu, diğeri okuyordu. Kendisi de Trabzon’da KTÜ’den mezundu zaten Trabzon’dan onun öğrenciliğinden tanışıyorduk.
O dönemde cep telefonları falan yoktu, yerleşik telefondan telefon edip haberleştik ve arkadaşımla buluştuk. Evlerine gittik. Güzel ama Rumlardan kalma bir taş binaydı fakat bakımsızdı. Pencereleri bile eğretiydi, camları kırık bir odada kaldım. Gece bir fırtına bir soğuk,üşüdüm de aslında. Sabah erkenden kalktık, kahvaltıdan sonra önce beşparmak dağlarına çıktık. Orada kar vardı. Kıbrıslılar kar topu oynuyordu ama ben hiç fotoğraf çekmedim. Ben zaten kardan kaçmıştım, nerden çıktı bu dedim ve elim makinaya gitmedi bile.
Biz birkaç fotoğraf çekildik o kadar. Sonra Trabzon’un Çaykara ilçesine bağlı Uzuntarla köyü’nden Kıbrıs’a göç etmiş ailelerin barındırıldığı bir sahil köyüne indik. Girne tarafındaydı. Orada vatandaşlarla sohbet ettik. Hatta tam köy girişinde bir bayan elinde baltayla odun ediyor. “neden sen eşiniz nerde” diye sordum. “o kahvededir maç izliyor” dedi. Gittim köy kahvesine o eşini buldum ve “yav el insaf, taaa Çaykara’dan Kıbrıs’a gelmişsin ama hala yengeye odun kırdırıyorsun, sen neden yapmıyorsun” diye de sitem ettiydim. “Aynı kafa hiç değişmemiş..” dedim yanımdaki arkadaşıma.. Hep kadınlar ağır işleri yapar bizim memlekette, bu da cehaletten ileri geliyor ama burada da hala sürüyor demek. Üzüldüydüm doğrusu.
Sonra onlarla sohbet ettik. Anlattıkları 17 yıldan beri oturdukları evlerin kendilerine mal edilmediği, her an evlerin ellerinden alınabileceği korkusu ve bu yüzden de evlerde bir ufak onarım bile yapamadıklarıydı. Evet, evler onlara tahsis edilmişti ama vatandaş olup olmadıkları konusunda bile net bilgileri yoktu. Kaygılıydılar hep, aynı şüphe vardı içlerinde. “ne olacak halimiz” diye sorup duruyorlardı. Hangi partiyi desteklesek ve sonunda ne olur diye bize soruyorlardı. Onları anlayamıyordum başlangıçta, nedir anlatmak istedikleri.. Neden gelmişlerdi buraya, o yeşillikleri onlara terk ettirip buralara gelmelerine yol açan şartlar burada daha da vahim hallere düşürmüştü onları. İş yoktu, aş ise eh işte. Onlar yine kahvehaneleri doldurmuş oyun oynuyor kimileri de televizyon seyrediyorlardı o da tek kanaldı.
Buruk ayrıldık o köyden sonra Gazi Magosa’ya geldik. Özgürlük anıtı önünde resim çekildik sonra pastane derken bir gece kulübüne gidip eğlendik. Sabah olunca Kıbrıs’taki arkadaşımın bir yüzbaşı arkadaşı varmış, onun nöbetini bekleyip Barış Harekatı’ndan sonra Kapalı bölge olan Maraş’a gidecektik. Nihayet o yüzbaşıyla birlikte sınıra dayandık. Kapıda önce Mücahitlerin nöbet kapısını geçtik. ( Kuzey Kıbrıs Türk Kesimi askerleri) Ardından bizim Mehmetçiklerimizin nöbet tuttuğu kısma geldik. Buradan da izin alıp ilerledik bu kez de Birleşmiş Milletler askerlerinin nöbet tuttuğu sınıra geldik o yüzbaşı onlarla bir şeyler konuştu ve izni aldı bizde kapalı Maraş bölgesine ulaştık.
Ölü bir şehir.. Yüksek katlı oteller ve binalar yıllardır bomboş bekliyor. Bir ölü şehir görünümünde olan bu yer aslında Kıbrıs’ın en önemli turizm mekanı.Müthiş zenginlik var yapılarda ama hepsi talan edilmiş durumda tabi. Yağmacılar, her tarafı talan etmişler. Bankalardan tutun taa otellere kadar insan gerçekten bu manzara karşısında “bu nasıl olur” diyebiliyor, hayretler içerisinde kalabiliyor. Onca yol geldik ama bir kare bile Fotoğraf çekemedik. O bize eşlik eden yüzbaşı arkadaş aracın yanında kaldı ve biz araçsız sahile vardık orada birkaç kare fotoğraf alabildik, sonra geri döndük ama Fotoğraf çektiğimizi bizi götüren yüzbaşı arkadaşa da söylemedik. Gerçekten bir askeri sessizlik var etrafta kuş uçmuyor ve sadece “yasak” deniliyor her şeye.. sesli konuşmak bile çünkü orası evet insansız kalmış bir ara bölge.. Kapalı Maraş dedikleri yer orası ama güzel bir sahil ve sessiz ölü bir şehir enkazı..
Geriye dönerken geçtiğimiz narenciye bahçelerinin kurumuş ağaçları sanki bize isyan eder gibiydi. Onca arazide kurumaya yüz tutmuş çoğu, ne budanmış ne de boy atmış bir ölü şehir çevresi meyvelik..Zaten onları görünce insanın varlığının tabiata can verdiğine de inandım ya..işte orada o can yoktu, her yanda bir cansızlık ve bir gariplik vardı. Yıkılmış bir kilise harabesi bile aynı şeyi söylüyordu sanki, “yeter insansız kaldığımız” der gibiydi. Ya da ben öyle algıladım..
Günlerden pazardı sanırım ve bir kalabalık kahveye uğradık. Orada Milletvekilleri vardı ve tombala oynanıyordu. Belki yüz kadar genç yaşlı erkek vardı kahvede ve hepsi de pür dikkat milletvekilinin tombala için okuduğu rakamları dinliyor ve rakamları arıyorlardı kağıtlarında. Sonra birisi aralarından “tombala” diye bağırıyor ve ikramiyenin sahibi oluyordu. Tombalanın yabancısı değildim ama orada gördüğüm manzara bizdekine hiç benzemiyordu orada sanki kolektif bir tombalacılık vardı hem de bunun öncüleri milletvekilleriydi.
Gazimağosa’dan ayrılıp Lefkoşa’ya geldim. Burada cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın köşkünü, yabancılar pazarı (belediye çarşısı) nı gezdim. Ufacık bir şehir ve kara parçası, iki adımda şehri geziyorsun zaten. Sonra Karayollarının oradaki şantiyesi ve yapılan çalışmalar. Bir kısım Kıbrıslı ile konuşuyorsun orada farklı konular anlatılıyor. Mesela “karasakal” dediler, takıldım neydi diye..
Meğer Kıbrıs’ta üç sınıf vatandaş varmış bunlardan birinci sınıf olanlar 1974 barış harekatı sırasında Kuzey Kıbrıs Türk Kesimi’nde oturanlarmış, ikinci sınıf vatandaşlarsa yine Barış Harekatı sırasında Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nde olup, Kuzey’e geçenler, üçüncü sınıf vatandaşlarsa Türkiye’den Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne yerleştirilen vatandaşlar. İşte bu “karasakal” dedikleri de bizim Türkiye’den Kıbrıs’a yerleştirilen vatandaşların genel adıymış. Bu tanımlama doğrusu ağırıma gitti.
Elbette bu “karasakal” nitelemesi oldukça yaygındı ve bizim vatandaşlarımız orada üçüncü sınıf muamelesi görüyorlardı ama geri dönemedikleri için de buna katlanıyorlardı.
Biz Beşparmak dağlarından dönerken karda kartopu oynayan aileler gördüydük ama onlara dedim ya fotoğraf çekmek bile istemedim. Çünkü kar bıkkınlığı ile Türkiye’den Kıbrıs’a gitmiştim ama aklıma o anda gelmedi doğrusu. Meğer kar ne kadar önemliymiş orada benim haberim yoktu. Sabahleyin Kıbrıs Gazetelerine baktığımda olayın farkına vardım ama iş işten geçmişti. Oradaki Gazetelerin manşetleri “Kıbrıs’a 42 yıl üzerine ilk kar yağdı” şeklindeydi. Ben de o dönemde Hürriyet Muhabiriydim ama zaten Kıbrıs’ın muhabiri var olduğundan önemsememiştim doğrusu ama meğer orada bu tarihi bir olaymış. Sonra bir kare Fotoğraf çekmeyişime çok üzüldüm ama olan olmuştu kar zaten erimişti.. Salı sabahı Ercan Havalimanından İstanbul’a doğru uçarken, bir daha Kıbrıs’a gitmemeye de karar vermiştim. Kıbrıs meğer gerçekten bir açık ceza eviymiş bunu teyid ettim.
Şimdi aynı kıbrıs’ta işte bu kapalı Maraş Bölgesi üzerinde tartışmalar yoğunlaşıyor.. O kısmı da
Prof.Dr.Ata Atun’un 4 Aralık 2005’te “haberbank”taki “BY BY AB!” başlıklı yazısından öğrenelim;
“26 Nisan 2004’te Kıbrıslı Türklerin izolasyondan kurtulması için verdiği sözü, Rumların engellemesi yüzünden bir türlü hayata geçiremeyen AB, sonunda pes etti.
AB Dönem Başkanı İngiltere’de artık gelişmelerden yaka silkmiş durumda.
Mali Yardım Tüzüğü ve Doğrudan Ticaret Tüzüğü işlerlik kazanacak ama ne pahasına.
AB’deki son gelişmelere göre, KKTC’ye Doğrudan Ticaretin başlaması için önce Mali yardım Tüzüğü, Doğrudan Ticaret Tüzüğünden ayrılacak sonra Tüzüklerin işlerlik kazanması karşılığı Maraş taviz olarak istenecek ve mülk değişimi konusunda mutabakat sağlanacak
Rumların sürekli işi yokuşa sürmeleri, AB Dönem başkanı İngiltere’yi de iyice sıkıntıya soktu. İngiltere işi üstünden atmak ve deklarasyonun daha tarafsız ve baskıdan uzak hazırlanması düşüncesi ile bu işi AB Komisyonu’na havale etti.
Komisyon çalışmalarının başında, Rumlar tüzüklerin birbirinden ayrılması karşılığı, Mali Yardım Tüzüğüne onay verebileceklerini belirttiler. Daha sonra tüzükler birbirinden ayrıldı. Tüzüklerin birbirinden ayrılması garantilenince Rumlar bu sefer Mali yardım tüzüğünün serbest bırakılması için Maraş’ın iade edilmesi şartını öne sürdüler. Bu şarta komisyonun diğer üyeleri yüksek sesle itiraz edince, Maraş şartını geri çektiler ama yerine de Yeşil Hat Ticaret Tüzüğü ile ilgili bir deklarasyon yayınlanmasını istediler. Deklarasyon şartını AB Komisyonuna kabul ettiren Rumlar, bu sefer deklarasyonun içine özellikle Maraş’ın ve Kuzeydeki Rum Mallarının iadesini de koydurttular.
Yani ne istedilerse, şöyle veya böyle yaptırdılar. Ha işin başında Maraş şartını koydurmuş oldular ha da sonunda. Hiç fark etmedi aslında. Maraş şartı gene koşul olarak kararın içinde yer aldı.
Komisyonu’nun hazırladığı bu deklarasyon sanki AB Komisyonu tarafından değil Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti tarafından hazırlamış görüntüsü içinde. Altında bir tek Papadopulos’un imzası eksik sadece.
AB Komisyonunda varılan bu uzlaşı sonucu ortaya çıkan deklarasyon, Komisyonu'nun yeni bir önerisi olarak AB Daimi Temsilciler Komitesine (COREPER) sunulacak. COREPER’de onaylandıktan sonra AB Dışişleri Bakanlarının onayına sunulacak. Onaydan sonra da resmiyet kazanacak.
Söz konusu deklarasyon tek taraflı ve Kuzey Kıbrıs için hiç bir bağlayıcılığı yok. Ancak bu deklarasyon, AB’yi hukuken bağlıyor. İleride AB üyesi bir ülke, mesela Rumlar, bu deklarasyonu öne sürerek bu alanda istediğini yaptırmak hakkına sahip olacak.
Bu koşullar altında, Mali yardım Tüzüğünün, Doğrudan Ticaret Tüzüğünün veya diğer adı ile ambargoların kaldırılması Tüzüğünün ve Yeşil Hat Tüzüğünün, Kıbrıs'ta genel bir çözüm olmadan işlerlik kazanması kocaman bir hayalden öteye değil.
Buradaki gözle görülmeyen tehlike, bu deklarasyonun içeriği ile ilgili olarak Kıbrıs’lı Rumlar ve Türkler arasında ileride bir anlaşmazlık olması durumunda, AB Adalet Divanına çözüm için başvurulduğunda, bu deklarasyonun KKTC halkı için de bağlayıcı hale geleceğidir.
Bu koşullar iyice değerlendirildiği vakit, Kıbrıs’lı Türklerin;
a- Bu deklarasyonu reddetmesi,
b- Mali Yardımdan vazgeçmesi,
c- Ambargoların kaldırılacağından ümidi kesmesi,
ve “AB’ye BY BY” demesi gerekmektedir.
Artık Kıbrıs konusunun bir krizin içine sürüklendiği ve bu krizin de giderek geri dönülemez bir çıkmaza dönüştüğü kesin. Bunun da sonu “AYRILIK”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder