14 Temmuz 2013 Pazar

KORKMAMAYI ÖĞRENMEK

KORKMAMAYI ÖĞRENMEK
Nelerden korkarsınız? Yılan ya da örümcekler kalbinizin daha hızlı çarpmasına neden olur mu? Ya da topluluk önünde bir konuşma yapmanız gerekse, avuç içleriniz nemlenmeye başlar mı? Tüm bu durumlar, pek çok insan için adrenalinin neden olduğu stres tepkisini tetikler. İlginç olan şu ki bu korku davranımları, panik ataklarda da görülebileceği gibi görünürde bir tehlike ya da herhangi bir neden olmasa bile tetiklenebiliyor.
Psikolog ve nörologlar, bu korku davranımıyla nasıl başa çıkılabileceği konusunda araştırmalarına devam ediyorlar. Korkulardan kurtulmak, korku veren anıları bellekten silmek gibi basit bir işlem değil. Bunun yerine fobik kişi, bu korkuyu tetikleyen anı ya da uyarıcıya sürekli olarak maruz kalarak korku tepkisini bastırmayı öğrenmeli. Boston Üniversitesi'nin Kaygı Bozuklukları Merkezi Yöneticisi David Barlow, bazı fobiler için böylesi bir maruz bırakma tedavisinin %90 oranında başarılı olduğunu söylüyor.
Araştırmacılar, çoğu fobi ve diğer korku hastalıklarının bir şekilde koşullanılmış davranımlar olduğunu ileri sürüyorlar.
Araştırmacılar, çoğu fobi ve diğer korku hastalıklarının bir şekilde koşullanılmış davranımlar olduğunu ileri sürüyorlar. Yaklaşık bir yüzyıl önce Rus fizyolog Ivan Pavlov'un klasik koşullanma deneyi, hayvanların belli uyarıcılara belli fizyolojik yanıtlar vermeye koşullanabileceğini, bu sayede bu fizyolojik yanıtların öğretilebileceğini kanıtlamıştı. Bu çalışmadan yola çıkan Amerikalı psikolog Watson ise, "Küçük Albert ve Beyaz Sıçan" adıyla anılan ünlü deneyini tasarlamıştı. Deneyde, 11 aylık uysal bebek Albert'e ne zaman beyaz bir sıçan gösterilse, onu oldukça korkutup ağlamasına yol açan bir metal sesi de beraberinde eşlik etmişti. Bir süre sonra beyaz sıçana da ağlama tepkisi veren Albert, bu tepkisini pek çok beyaz ve tüylü nesneye genelleyerek tavşandan, köpekten, hatta ve hatta sakalları dolayısıyla Noel Baba'dan bile korkmaya başlamıştı. Albert'in bu davranımı pek çok psikologca "koşullanılmış korku davranımı" olarak adlandırıldı.
Tahmin edersiniz bugün, psikologlar etik nedenlerden ötürü küçük Albert gibi bebekleri kullanmayı tercih etmiyorlar. Konu üzerinde yapılan deneyler kemirgenlerle yürütülüyor. Bulgular şöyle olmuş: Organizma, korku verici uyarıcıyla (metal sesi) özdeşleştirilen nesne ya da özellik (beyaz ve tüylü olma durumu)' e bu korku verici uyaran olmadan düzenli olarak maruz bırakıldığında fobik tepki sönmeye uğruyor, ancak yeni bir çevrede, ya da stresli şartlarda tekrar geri geliyor. California Üniversitesi'nden Mark Barad bu durumu şöyle açıklıyor: "Sönme, baskılayıcı bir öğrenme paradigmasıdır; deneyimlenen ilk korkunun silinmesi değil."
Barad'ın üzerinde durduğu bir diğer önemli noktaysa, öğrenmenin zaman aralıklarına dağıtılarak gerçekleştirilmesi gerektiği. Bu gerçeklik, öğrencilerin sınav öncesi gece yaptığı yoğun bilgi yüklemesinin niçin işe yaramadığını destekliyor. Ancak Barad ve ekibi, yaptıkları bir çalışmada sürpriz sonuçlar almışlar. Deney, korku verici uyaranla (Küçük Albert örneğindeki metal sesi), başta nötr olan uyaran (örnekteki beyaz ve tüylü nesneler) arasındaki ilişkiyi sönmeye uğratarak tedaviyi mümkün kılma konusunda yapılmış. Fobik hastalar, korktukları uyaran verilmeden, başta nötr durdukları ve bu uyaranla beraber korkmaya koşullandıkları nesneye düzenli olarak kısa ama yoğun seanslarla maruz bırakılmışlar. Bu yolla tedavinin daha etkili olduğu görülmüş. Oysa ekip çalışmanın başında, öğrenmenin zamana yayılması gerektiğini düşünmüş. Aradaki ilişkinin sönmeye uğratılması aşamasında, maruz bırakma seanslarının zamana yayılıp uzun süreç içinde tamamlanmasının daha etkili olacağı sonucuna varmış. Ekip, klinik uygulamanın fobik hastalar üzerinde yapılan maruz bırakma tedavisi seanslarının birkaç saat içinde, yoğun biçimde kısa seanslarla tekrarlanması olduğunu açıklamış.
Barad ve ekibinin bulgusunun niçin şaşırtıcı olduğu konusunda bir beyin fırtınası yaparsak, şöyle bir açıklama mümkün olabilir: Ekip, koşullanma yoluyla öğrenmeden bahsetmekte. Haliyle, ilkel bir öğrenme mekanizması söz konusu. Oysa sınava çalışırken, bilişsel düzenlemeler, yorumlar gerektiren üst seviye bir öğrenmeden bahsediyoruz. İşte ikisi arasındaki etkili yöntem farklılığı da, bu kritik ayrımdan kaynaklanıyor olabilir.
Kaynak: Travis, J. (2004). Fear Not. Science News, 165.

YETİŞKİNLERDE DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE
DÜNÜN YARAMAZ ÇOCUKLARI
Güneş Kayacı
Dikkat eksikliği ve hiperaktivite/aşırı hareketlilik bozukluğu (DEHB) çocuklarda sık görülen nörogelişimsel durumlardan biridir. Bu durum erişkinlikte dikkatini verememe, organize olamama, huzursuzluk, işleri bitirmekte güçlük, eşya kaybetme gibi belirtilerle kendini gösterir. DEHB'nin erişkinlerde görülebileceğinin kabul görmesi ve değerlendirmelerin ona göre yapılması 'dünün yaramaz çocukları'nı anlamak açısından önemlidir.
DEHB'nin yaşam boyu devamlılığı konusunda çeşitli görüşler vardır. Kimi bilim adamları DEHB belirtilerinin ergenlikle birlikte azalmaya başladığını iddia ederken, kimi bilim adamları bu belirtilerin nitelik ve nicelik olarak değiştiğini, ya da kişinin diğer yetilerini geliştirip kullanarak nörogelişimsel farklılığına uyum sağlamayı öğrendiğini ve belirtilerdeki azalmanın bu uyuma bağlı olduğunu iddia ederler.

DEHB tanısı almış yetişkinlerle yapılan araştırmalarda, sıklıkla geriye dönük DEHB belirtileri sorgulanır ve belirtilerin çocuklukta da var olduğu ve tedavi edilmediği için yetişkinliğe dek sürüp gittiği sonucuna varılır.
DEHB tanısı almış yetişkinlerle yapılan araştırmalarda, sıklıkla geriye dönük DEHB belirtileri sorgulanır ve belirtilerin çocuklukta da var olduğu ve tedavi edilmediği için yetişkinliğe dek sürüp gittiği sonucuna varılır. Oysa hem çocuklukta hem de yetişkinlikte benzer bir klinik tablonun olması bu belirtilerin devamlılığına veya aynı durumun çocukluktan yetişkinliğe dek devam ettiğine dair somut bir kanıt oluşturmaz. Aynı hastalık tablosunun devamlılığını öne sürmek için klinik gidişat, ailevi özellikler, ilaca uyum, nörolojik gelişim ve genel olarak tedaviye cevap gibi parametrelerin tümü göz önünde bulundurulmalı ve çalışmalar ileriye dönük olmalıdır. Diğer değişkenleri de göz önünde bulundurarak yapılmış çalışmaların ortak sonucu, DEHB'nin yetişkinliğe uzanan bir durum olduğudur. Bu konu ile ilgili olarak Faraone ve arkadaşlarının (2000) makalesi bilgi vericidir.
Günümüze dek yapılmış çalışmalarda bu belirtilerin çocukluktan yetişkinliğe devamlılığı ile ilgili farklı tezler öne sürülmüştür. Bir iddiaya göre, belirtiler çocukluk döneminde ve yetişkinlikte farklılık göstermese de bu belirtilerin davranışa yansıması farklı olabilmektedir. Bu görüşe göre, DEHB tanısı alan birey çocukken sırada bekleyememe, oyunu sessizce sürdürememe, aşırı hareket etme gibi özelliklere sahipken, yetişkin olduğunda hızlı araba kullanmayı tercih etme, birden fazla işte çalışma veya sık iş değiştirme gibi belirtiler gösterebilir. Bu belirtiler aynı dinamiklerden kaynaklanmaktadır, fakat kişinin yaşam biçimi ve içinde yaşadığı toplumun özelliklerinden etkilenerek, hatta onların doğrudan etkisi altında kendini belli eder.
Başka bir iddiaya göre, belirtiler çocukluktan yetişkinliğe geçerken niteliksel olarak bir değişim yaşar. Çocuklukta 'aşırı hareketlilik' kategorisi altında sınıflandırdığımız belirtiler sık görülürken, yetişkinlikte 'dikkat eksikliği' diye tasnif edilen belirtiler yaygın olarak görülebilir. Bu görüşe göre çocukken görülen dürtüsellik ve aşırı hareketlilik yerini yaşla birlikte ortaya çıkan ve gelişen yüksek düşünme becerilerindeki yetersizliğe ( kendini kontrol edememe, sorumlu davranışta bulunama, bir düzen içinde hareket etme ve diğer sosyal beceriler gibi ) bırakabilir.
Yetişkin hastalar hızlı araba kullanmayı tercih etme, birden fazla işte çalışma veya sık iş değiştirme gibi belirtiler gösterebilir.
Bilim adamlarının üzerinde hem fikir olduğu görüş ise, DEHB'nin uygun müdahalenin yokluğunda yetişkinliğe dek sürebileceğidir. Yapılan çalışmalar DEHB tanısı alan yetişkinlerin zamanı iyi kullanama, öfkelerini kontrol edememe, uyku bozukluğu, insan ilişkilerinde başarısızlık gibi psikososyal problemler yaşadığını ortaya koymuştur. Alkol ve madde bağımlılığı, depresyon, kişilik bozuklukları da sık yaşadıkları problemler arasındadır.
DEHB'nin çocukluktan yetişkinliğe devam eden bir durum olduğunun kabul edilmesi bağımlılık tedavisinde de önemlidir. Yapılan çalışmalarda yetişkin DEHB hastalarında alkol ve madde bağımlılığının görülme sıklığı % 50 olarak belirlenmiştir. Bu oranın yüksek olması DEHB'nin bağımlı yetişkinlerde de sorgulanması gereken bir durum olduğu ve bağımlılığa uygun müdahaleyi belirlerken dikkate alınmasını gerektiğini gösterir.
Aslında çoğu yetişkinde DEHB'nin varlığı bile sorgulanmaz, DEHB'den kaynaklanan bir takım yetersizlikler de kişilik özellikleri, irade zayıflığı veya zekâ kapasitesi ile açıklanmaya çalışılır. Alkol veya madde bağımlılığı gibi insan yaşamını ciddi oranda sekteye uğratacak bir durum da yaşanmıyorsa, o kişi toplumca olduğu gibi kabul görür. Geçmişin sözde 'yaramaz' çocuğu bugünün 'haylaz' ya da 'vurdumduymaz' bireyi haline gelir. Böyle bir durumda da, kişinin kabul görmesi, olumlanması aynı anda problemin yok sayılması anlamına gelebilir. Bu da çözümsüzlüğü doğuracak ve kişiyi baş etmesi daha güç bir dünyaya itecektir. Oysa yapılan çalışmalar uygun müdahale ile DEHB'nin her yaş döneminde tedavi edilebildiğini göstermektedir.
Kaynaklar: Faraone, S.V.,Biederman, J.,Spencer, T., Wilens, T., Seidman, L.J., Mick, E., et al. (2000). Attention-deficit/ hyperactivity disorder in adults: An Overview, Biological Psychiatry, 48, 9-20.
BEKLENTİLERİN GÜCÜ VE PLASEBO ETKİSİ
"İyileşeceğine gerçekten inanan kişi iyileşir" derler. Öyle ki pek çok kanserle savaşım hikayesi vardır sonunda hastaların hayatı yeniden sağlıkla kucakladıkları. Nice ölümlerden dönenler, ölümle burun buruna gelip en amansız hastalıklardan zaferle sıyrılanlar... Günlük hayatta buna kimileri beyin gücü der, kimileri moral, kimileriyse inanç. İsmi her ne konulursa konulsun çoğu zaman kişi bir neden arar "moral" ya da "inancını" yüksek tutmaya. Kendisini iyi edecek bir neden. Bir ilaç. Peki ya bu ilaç bir şekerden ibaretse?
Bugün herhangi bir hastalığın tedavisi sırasında moral ya da olumlu beklentilerin bağışıklık sistemini kuvvetlendirerek süreci hızlandırabildiği biliniyor. Gerek tedavi süreci sırasında doktor ve hemşirelerden gördüğü ilgi, gerekse tedavi gördüğü düşüncesi hastaya aldığı ilaçların biyolojik etkilerinden bağımsız olarak güç kazandırabiliyor. Bu nedenle de biliminsanları herhangi bir ilacın kimyasal etkilerini sınarken ilaç görünümündeki şekerlemelerle ilaçların ayrı ayrı etkilerini gözlemleyip iki etkinin farkından ilacın iyileştirici gücüne dair çıkarımlarda bulunuyorlar. Eğer ki sıradan bir şeker bile yalnızca "ilaç" adı altında sunulduğu için aynı seviyede bir iyileşme gözlemleniyorsa ilaç başarısız kabul ediliyor. İşte, ilaç görünümündeki bu şekerlemeler "plasebo" adını alıyor. Plasebolar salt biyolojik hastalıklara çare ararken yapılan araştırmalarda değil depresyon gibi psikolojik etmenlerin rol oynadığı hastalıkların tedavi araştırmalarında da etkili bir yöntem olarak ortaya çıkıyor. Bazı araştırmacılar plasebo etkisini klasik koşullanmayla açıklarken diğerleri "mutluluk kimyasalı" olarak bilinen endorfin salınımının rol oynayabileceğini düşünüyor:
Klasik Koşullanma ve Plasebolar
Klasik koşullanma sırasında organizmanın belli uyaranlara belli yanıtlar vermeyi öğrendiğine değinen biliminsanları plasebonun da tıpkı bir ilaç uyaranı olarak algılanabileceğini ve bedenin ilaca verdiği biyolojik yanıtların aynılarını tetikleyebileceğini varsayıyorlar. Plasebo aldıktan sonra beyin işleyişi tıpkı ilaç almışçasına değişim gösteren hastalar bu görüşün doğru olabileceğini gösteriyor. Ancak varsayım plasebo etkisini üst seviye bilişsel nedenlerden uzak tutarak otomatik bir koşullanma sürecine bağlıyor. Oysa sözünü ettiğimiz duygular, beklentiler, umut gibi daha zihinsel süreçler olduğundan yalnızca klasik koşullanmayla açıklamaya çalışmak yetersiz kalabiliyor.
Endorfin Salınımı ve Plasebolar
Plasebo etkisini endorfin salınımıyla açıklayan biliminsanlarıysa ilaç alarak iyileşeceğine inanan hastaların içlerinde korudukları umudun duyguları ve bedensel işleyişleri üzerinde olumlu etki yaratabileceğini vurguluyor. Bu etkileşim sırasındaysa "mutluluk kimyasalları" olarak bilinen ve kişinin duygudurumu ve acı algısını düzenleyen endorfinlerin rol oynadıklarını düşünüyorlar. Nitekim plasebo verildikten sonra bedenlerindeki endorfin salınımı engellenen hastaların acı algılarının tekrar yükseldiğini rapor eden çalışmalar bu görüşü destekliyor.

Plasebo genellikle öyle kayda değer etkiler gösterebiliyor ki bazı biliminsanları psikoterapinin de yalnızca plasebo etkisinden ibaret olduğunu, farklı psikoterapi yöntemlerinin bir anlamda "aynı kapıya çıktıklarını" iddia ediyorlar. Ancak bilimsel çalışmalardan da bilindiği üzere hastanın tedaviye olan inancı her koşulda önem gösteriyor. Tedaviye umutla bağlanan hastalar daha çabuk iyileşiyor. Özellikle de psikolojik rahatsızlıklar söz konusu olduğunda terapinin işe yarayacağına gönülden inanan hastalar terapi sürecine daha aktif katılımda bulunup daha hızlı ilerleme kaydedebiliyorlar. Bu gerçek psikoterapinin yalnızca plasebo etkisinden ibaret olduğu anlamına gelmiyor.
Kuşkusuz plaseboların kullanımı etik sorunları da beraberinde getiriyor. Geçmişin aksine bugün hastalar yeni bir ilacın etkisinin sınandığı çalışmalarda plasebo verilen gruba da düşebilecekleri olasılığı bulunduğu konusunda uyarılıyorlar. Bunun yanısıra eğer ki herhangi bir hastalığın standart tedavisi bulunuyorsa yeni tedavinin plaseboyla değil bu standart yöntemle karşılaştırılması, hiçbir hastanın biyolojik tedaviden mahrum bırakılmaması gerekiyor. Her ne kadar yalnızca plasebo etkisine güvenerek bir hastayı biyolojik tedaviden mahrum bırakmak etiğe aykırı düşse de plasebo etkisi bir hastalıkla savaşımda büyük ipuçları veriyor. Olumlu beklentiler ve tedaviye güven iyileşme sürecini kısaltıyor.
Kaynaklar: http://www.psy.gla.ac.uk/~steve/hawth.html Atkinson RL, Atkinson RC, Smith EE, Bem DJ & Hilgard ER. Introduction to Psychology. 10. Baskı (1990).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder