Ayasofya; “Melek ve Çırak” efsanesi…
Bir şey ne kadar büyükse, ona ait olanlar da o kadar çok olur. Ayasofya, yaklaşık 1500 yılda (MS 537) yaptığı ününü, “çokları” ile de pekiştirmiştir. Bu çoklar arasına, efsaneleri de girer.
Bir çok yazar ve ünlü kişi, Ayasofya anılırken, onunla birlikte anılmak için ya bir efsane uydurmaya çalışmış ya da var olan efsaneleri değiştirerek efsanenin bir parçası olmaya uğraşmıştır.
Bizans ve Osmanlı dönemlerinde, kitaplar dolusu efsane çıkmıştır Ayasofya için. Bir iki var olan kaynağa, bir iki de hiç var olmamış kaynağa göndermeler yapılarak. Bazen efsaneye güç katmak için kaynaklar üleştirilmiş, iki üç kaynakta gösterilen aynı efsanenin farklı versiyonları birleştirilmiştir. İşin en ilginç tarafı, “zamana ve zemine göre” uydurulan efsanelerdir. Dönem için sürdürülen politikayı desteklemek için Ayasofya üzerinden efsaneler örülerek, halk arasında yayılmıştır. Günümüzün popüler deyimiyle “resmi ideolojiyi desteklemek için” Ayasofya, yardımcı tema olarak kullanılmıştır.
Her devirde yapı hakkında çeşitli efsaneler çıkmasına rağmen, “Melek ve Çırak” efsanesi, Ayasofya’nın belki de en önemli efsanesidir. İnternette Türkçe yayınlanan ve “bir sitede gör – kes – yapıştır” yöntemiyle üreyen sitelerde pek rastlanmayan bir efsanedir bu[1].
Efsanenin en gelişmiş şekli 1389 ve 1391 yılları arasında Konstantiniye’yi ziyaret eden bir Rus gezginin Anonim’inde karşımıza çıkar.
“Ayasofya’ya gelindiğinde, sahanlığa güney kapısından girilir. Orada Aziz Mikail’e adanmış küçük bir kilise vardır. Aziz Mikail, şantiye bekçisi olan genç adama bu kilisede görünmüştür.
Aziz Mikail aniden belirmiş ve genç adama şu soruyu sormuştur; “Bu kilisenin inşaat ustaların neredeler ve adları ne?”
Genç adam şaşkınlık biraz da korku içinde Mikail’e cevap vermiş; “Ustalar akşam yemeği için saraya gittiler ve kilisenin adı yok[2]”
“Git, ustalarına haber ver. Ayasofya’ya adanan bu kiliseyi bir an önce bitirsinler.
“Saygıdeğer efendim, görüntünüz beni korkuttu, ışığınız beni körletti. Sizin adınız nedir saygıdeğer efendim?”
“Benim adım Mikail”
“Saygıdeğer Mikail efendim, ben ustalarım dönene kadar buradan ayrılamam.”
Bunu işitince Aziz Mikail genç adama sordu.
“Senin adın ne?”
“Benim adım Mikail”
“ Mikail, imparatora git ve ona, ustalarına Ayasofya’ya adanan bu kiliseyi bir an önce bitirmelerini emretmesini söyle; Ayasofya’nın şantiyesini senin yerine ben bekleyeceğim ve ben de kutsal Tanrı İsa’nın gücü bulunduğu için sen gelmeden buradan ayrılmayacağım”
Çırak Mikail imparatorun yanına gitti ve Aziz Mikail’in ona görünüp kendisine söylemesini istediklerini iletti. İmparator gencin dediklerini duyduktan sonra bir süre düşündü ve onu Roma’ya gönderdi.[3]
Böylece Çırak bir daha Ayasofya’ya dönmeyecek ve Aziz Mikail’de sonsuza dek Ayasofya ve Konstantiniye’nin koruyucusu olarak kalacaktı”
Kuşatmaya Türk saflarında katıldıktan sonra o günlerin tarihini yazan Rus tarihçi Nestor İskender, 24 Mayıs günüyle ilgili olarak şunları yazar;
“Cuma gününden önceki gece tüm şehir aydınlandı. Muhafızlar Türklerin şehri ateşe vermesinden korkarak koştular, işareti gördüler ve bağırmaya başladılar. Orada toplananların bazıları, büyük Ayasofya kilisesinin üst kat pencerelerinden büyük bir alev çıktığını ve bütün kubbeyi sardığını gördüler. Uzun süre sonra alev sönmeye yüz tuttu ve bir ışık huzmesi oldu. Tarif etmesi zor olan bu huzme aniden göğe yükseldi. Olayı görenler dövünmeye ve “Kyrie Eleison” diye bağırmaya başladılar. Işık huzmesi göğün duvarına dayandı; göklerin kapısı açıldı, ışığı içeri aldı ve yeniden kapandı.
Ertesi gün Patrik, İmparatora giderek, Justinyanus zamanında kiliseyi korumak üzere gönderilen meleğin kiliseyi terk ederek göğe döndüğünü haber verdi.”
1389 tarihli Rus anonimi meleğin dünyanın sonuna dek kilisede kalacağını söylerken, diğer bir Rus olan Nestor İskender’e göre melek, şehir düşmek üzereyken göğe dönmüştü. Zaten Konstantiniye’nin düşüşü hem Hıristiyan hem de bazı İslam kaynaklarınca Kıyamet Günü’nün habercisiydi. Hatta bu konu, halk arasında yanlış bilinen “İstanbul Pasaportu” olayının da doğmasına neden oldu .
Bir çok yazar ve ünlü kişi, Ayasofya anılırken, onunla birlikte anılmak için ya bir efsane uydurmaya çalışmış ya da var olan efsaneleri değiştirerek efsanenin bir parçası olmaya uğraşmıştır.
Bizans ve Osmanlı dönemlerinde, kitaplar dolusu efsane çıkmıştır Ayasofya için. Bir iki var olan kaynağa, bir iki de hiç var olmamış kaynağa göndermeler yapılarak. Bazen efsaneye güç katmak için kaynaklar üleştirilmiş, iki üç kaynakta gösterilen aynı efsanenin farklı versiyonları birleştirilmiştir. İşin en ilginç tarafı, “zamana ve zemine göre” uydurulan efsanelerdir. Dönem için sürdürülen politikayı desteklemek için Ayasofya üzerinden efsaneler örülerek, halk arasında yayılmıştır. Günümüzün popüler deyimiyle “resmi ideolojiyi desteklemek için” Ayasofya, yardımcı tema olarak kullanılmıştır.
Her devirde yapı hakkında çeşitli efsaneler çıkmasına rağmen, “Melek ve Çırak” efsanesi, Ayasofya’nın belki de en önemli efsanesidir. İnternette Türkçe yayınlanan ve “bir sitede gör – kes – yapıştır” yöntemiyle üreyen sitelerde pek rastlanmayan bir efsanedir bu[1].
Efsanenin en gelişmiş şekli 1389 ve 1391 yılları arasında Konstantiniye’yi ziyaret eden bir Rus gezginin Anonim’inde karşımıza çıkar.
“Ayasofya’ya gelindiğinde, sahanlığa güney kapısından girilir. Orada Aziz Mikail’e adanmış küçük bir kilise vardır. Aziz Mikail, şantiye bekçisi olan genç adama bu kilisede görünmüştür.
Aziz Mikail aniden belirmiş ve genç adama şu soruyu sormuştur; “Bu kilisenin inşaat ustaların neredeler ve adları ne?”
Genç adam şaşkınlık biraz da korku içinde Mikail’e cevap vermiş; “Ustalar akşam yemeği için saraya gittiler ve kilisenin adı yok[2]”
“Git, ustalarına haber ver. Ayasofya’ya adanan bu kiliseyi bir an önce bitirsinler.
“Saygıdeğer efendim, görüntünüz beni korkuttu, ışığınız beni körletti. Sizin adınız nedir saygıdeğer efendim?”
“Benim adım Mikail”
“Saygıdeğer Mikail efendim, ben ustalarım dönene kadar buradan ayrılamam.”
Bunu işitince Aziz Mikail genç adama sordu.
“Senin adın ne?”
“Benim adım Mikail”
“ Mikail, imparatora git ve ona, ustalarına Ayasofya’ya adanan bu kiliseyi bir an önce bitirmelerini emretmesini söyle; Ayasofya’nın şantiyesini senin yerine ben bekleyeceğim ve ben de kutsal Tanrı İsa’nın gücü bulunduğu için sen gelmeden buradan ayrılmayacağım”
Çırak Mikail imparatorun yanına gitti ve Aziz Mikail’in ona görünüp kendisine söylemesini istediklerini iletti. İmparator gencin dediklerini duyduktan sonra bir süre düşündü ve onu Roma’ya gönderdi.[3]
Böylece Çırak bir daha Ayasofya’ya dönmeyecek ve Aziz Mikail’de sonsuza dek Ayasofya ve Konstantiniye’nin koruyucusu olarak kalacaktı”
Kuşatmaya Türk saflarında katıldıktan sonra o günlerin tarihini yazan Rus tarihçi Nestor İskender, 24 Mayıs günüyle ilgili olarak şunları yazar;
“Cuma gününden önceki gece tüm şehir aydınlandı. Muhafızlar Türklerin şehri ateşe vermesinden korkarak koştular, işareti gördüler ve bağırmaya başladılar. Orada toplananların bazıları, büyük Ayasofya kilisesinin üst kat pencerelerinden büyük bir alev çıktığını ve bütün kubbeyi sardığını gördüler. Uzun süre sonra alev sönmeye yüz tuttu ve bir ışık huzmesi oldu. Tarif etmesi zor olan bu huzme aniden göğe yükseldi. Olayı görenler dövünmeye ve “Kyrie Eleison” diye bağırmaya başladılar. Işık huzmesi göğün duvarına dayandı; göklerin kapısı açıldı, ışığı içeri aldı ve yeniden kapandı.
Ertesi gün Patrik, İmparatora giderek, Justinyanus zamanında kiliseyi korumak üzere gönderilen meleğin kiliseyi terk ederek göğe döndüğünü haber verdi.”
1389 tarihli Rus anonimi meleğin dünyanın sonuna dek kilisede kalacağını söylerken, diğer bir Rus olan Nestor İskender’e göre melek, şehir düşmek üzereyken göğe dönmüştü. Zaten Konstantiniye’nin düşüşü hem Hıristiyan hem de bazı İslam kaynaklarınca Kıyamet Günü’nün habercisiydi. Hatta bu konu, halk arasında yanlış bilinen “İstanbul Pasaportu” olayının da doğmasına neden oldu .
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder