27 Aralık 2012 Perşembe

Ahilik Nedir?

Ahilik Nedir?


Tarih alanına çıkışlarından bugüne dek varlıklarını sürdüren çok az ulustan biri ve en başta geleni, en köklüsü olan Türkler, bilim, edebiyat, ekonomi ve sosyal alanlarda örnek eserler bırakmışlardır.
Dünyanın en eski uluslarından sayılan Çinlilere, devlet kurmayı, hayvan yetiştirmeyi, tarımı vb. şeyleri öğretenler Türklerdir.
Çağımızın ünlü sinoloğu W. Eberhard, Çin Tarihi adıyla Türk Tarih Kurumunca basılan eserinde; Çin'e İ.Ö. 3000 yıllarında Kuzey-Batı kültürünü getirenlerin Türkler olduğunu, bunların at besleyip, buğday ve darı tarımı yaptıklarını söylüyor (ss. 17-18). Yine aynı yazar, 33-35. sayfalarında, İ.Ö. 1057-247 yıllan arasında Çin'e egemen olan Çu(Chou) kral soyunun, bir Türk kabilesi olduğunu bildiriyor. O, Çin'e başka Türk kabilelerinin de girdiklerini bunların, yıldız ve güneş kültüne tapan dinî inançlarını da Çin'e soktuklarını anlatıyor.
Bu Alman sinolog W. Eberhard ve Fransız tarihçi Rene Grousset, "L'Empire de Steppes" adlı eserinde, İslam’dan önce kurulmuş Asya devletlerinden Hunların, Avarların, Göktürk ve Uygur Devletlerinin Türk olduklarını ve pek çok uygarlık eserleri bıraktıklarını söylüyorlar. Bunlardan Göktürkler, binlerce km. uzunluğunda derin yeraltı sulama kanalları, alfabe, takvim, vb. uygarlık anıtları, etkisi bin yıllık bir süreyi doldurmuş olan ahi örgütünü kurmuşlardır.
AHİLİK HANGİ NEDENLERLE ORTAYA ÇIKMIŞTIR?
Hangi çağda ve yerde olursa olsun toplumda en önemli konu, o toplumun sosyal ve ekonomik durumunun ahlakla bütünleşerek yükselmesidir. Bu konu, güvenliğin, haber alma, iletişim, yolların ve taşıt araçlarının ilkel ve yetersiz olduğu o çağlarda büsbütün önem kazanıyordu.
Bu koşullar altında yurttaşlara yurt sevgisi ve onu koruma, ülkede sanatı ticareti ve türlü meslekleri geliştirme yeteneği vermek için çok çaba harcamak gerekiyordu.
Ülkenin ileri gelenleri, düşünürleri, halkı her tür tehlikelere karşı güçlendirmeye ve örgütlendirmeye çalışıyorlardı.
Bu gereksinmeler, Türklerin Asya’dan çıkıp Anadolu’ya gelişlerinden sonra büsbütün önem kazandı; çünkü Anadolu, bu yeni gelen Türkler için, çevre, iklim, din, kültür vb. yönlerden bambaşka ve yepyeni koşulları kapsayan bir yerdi.
Böyle bir bölgede kısa sürede her yönden kendilerini tanıtma durumunda idiler. Onların, Selçuklu Türkleri olarak bu yeni yurtlarında kur­dukları en köklü, en etkili sosyo-ekonomik kurum, Ahilikti.

AHİLİK NEDİR?
Ahilik, sanat, ticaret ve mesleğin, olgun kişilik, ahlak ve doğruluğun iç içe girmiş bir alaşımıdır. Ahi diye anılan kişi kesin olarak bir sanat, ticaret ya da meslek sahibidir. O bununla birlikte olgun, ahlaklı, merhametli, iyi­liksever ve her işinde, her davranışında dürüst ve güvenilir bir kişidir.
Özellikle Orta Asya'daki ve Türkistan'daki eski Türk belgelerini in­celeyen, başta W. Barthold gibi Rus bilginlerinin yazdıklarına göre Türk­ler, İslam öncesi dönemlerden beri, sanat, ticaret ve başka meslek alan­larında büyük gelişmeler göstermişlerdir. Örneğin W. Barthold "Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler" adıyla Türkçe olarak yayınlanan ese­rinde, bugün bütün dünyaca kullanılan, bir yerden bir yere yollanan ve "çek" denen kâğıt parçasıyla para alışverişi yapılan ticarî işlemdeki "çek"in ilk kez Asya Türklerince kullanıldığını ve Türkçedeki "çekmek" sözcüğünden geldiğini yazıyor. Yine Asya Türklerince, hükümdarın dam­gasını taşıyan ak ipek kumaş parçasının para olarak kullanıldığı, bu yüz­den, Osmanlı Türklerindeki madenî para birimi "akça"nın, hükümdar damgasını taşıyan bu ipek kumaş parçasından geldiği de, ekonomi ta­rihiyle uğraşan herkesçe bilinen bir gerçektir.
XIII. Yüzyılın ilk yarısında Anadolu Selçuklu Türklerinin ekonomik yaşamında çok etkin rol oynadığını gördüğümüz ahilik, uzun yıllar boyu Türk ahlakının da simgesi olmuştur.
Ahlakla sanatı ve onun kollarını, dallarını yoğurarak kişinin ruhunda, etinde kemiğinde özümlemiş bir kurum olan bu ahilik, Türkler dışında hiç bir ulusta yoktur.



Arap ve İran din ve ahlak bilginleri, İslam’ın ilk dönemlerinden beri ki­şilere doğruluk, iyi ahlak ilkelerini öğretmek, benimsetmek, onları iyi insan, iyi yurttaş yapmak için çaba harcamışlardır. Önceleri yalın bilgiler içeren bu tür eserlere "nasihatname", "pendname" vb. gibi adlar verilirken zaman geçtikçe, toplumların bilgi ve görgü düzeyi arttıkça, kişi düşüncesi geliştikçe bu konuda daha derli toplu eserler yazılmaya başlanmış ve adlarına "fütüvvetname" denmiştir. Bu eserlerde yazılan insanî ve ahlaki ku­rallara uyanlara da "feta", "fütüvvet sahibi", "civanmerd" denmiştir. Bu Arap ve İran bilginleri, kişinin sanat, ticaret ve Öteki meslekleri öğrenmesi konusuna asla eğilmemişlerdir. Onlar, sanatla ahlakı birbirine kaynaştıran Türk ahiliğine tamamen yabancıdırlar.
Türkçedeki karşılığı mertlik, yiğitlik, eli açıklık demek olan fütüvvetçiliğin, fütüvvet sahibi olmanın da dokuz basamağı vardı. Olgun ve mükemmel insan olmak için bu basamaklardan geçmek gerekiyordu.
Farsçada fütüvvet sahibine, "fütüvvetdar", "civanmerd", "feta" den­miştir. Fütüvvetçiler XIII. yüzyılda, Abbasîler halifesi Nasır Lidinillah'ın başkanlığı altında örgütlendiler. Nasır Lidinillah (1155–1225), bu yeni kurduğu sapan atma, kamış gövdesine çakıl yerleştirerek atma demek olan "bundukdarlık" gibi askerî nitelikli sivil örgütlerle kendini, düşmanlarına karşı güçlü göstermek istiyordu ama bu ona pek etkin bir yarar sağlamadı.
Sözünde durma, doğruluk, güven verme, eliaçıklıhk, alçak gönüllülük, bağışlayıcılık, dindarlık, başkasının ayıbını görmemek gibi fütüvvet ku­rallarına uyma, fütüvvet sahibi ve olgun kişi olma gibi yetenekleri be­nimseten kuralları kapsayan fütüvvetnameler, Şiilik, Bektaşilik, ka­lenderlik, Melamilik, ahilik, dahası Yeniçeri sekalan örgütü gibi tarikat ve örgütlerce benimsendi. Her biri, kendi örgütlerine özgü özellikler içeren fütüvvetnameler düzdüler. Bunların kimileri, ahilerin kullandıkları fütüvvetnameleri aynen alıp kimi yerlerini değiştiriyorlardı.
Biz bu yazıda daha çok ahilik ve onun neler getirdiği, ne gibi roller oynadığı üzerinde duracağız. Bu nedenle fütüvvetçilik ve fütüvvetle ilgili şeyler üzerinde daha geniş ve ayrıntılı bilgiler için benim yazdığım ve Türk Tarih Kurumunca basılan "Bir Türk Kurumu Olan Ahi­lik" ile Kültür Bakanlığınca basılan "Ahilik nedir?" adlı eserlere bakmak gerekir. Orada, fütüvvetçilik, kaynaklan, kökenleri, geçirdiği evreler ve gelişmeler uzun uzun anlatılmıştır. Öte yandan bu fütüvvetname kurallarını ahilerin de benimseyip uydukları gibi, başka kurum ve kuruluşlar da benimsemişlerdir; ama yine de söylüyorum ahilik tamamıyla fütüvvetten ayrı bir şeydir.
Biraz önce de değindiğim gibi, ahiliğin belirgin niteliği, ahi adıyla anı­lan kişinin, sanat, ticaret ya da bir meslek koluyla uğraşmakta bu­lunmasıdır. Bununla birlikte ahi, sanat ve meslek yollarını öğrenirken, fütüvvetçilerin bildiği kuralları ve ahlakî nitelikleri de öğreniyordu; yani sa­natın incelikleri, ahlakî nitelikleri aynı zamanda öğreniliyordu.
Ahilerde bu çifte nitelik nasıl öğreniliyordu? Bunlar sanata ve mesleğe çok küçük yaşta başlarlardı. Ahilik yoluna girenlerde ilk basamak, "ya­maklık" ti. Bundan sonra çıraklık, onun ardından kalfalık, kalfalığın üstü de ustalıktı.
Bu basamakların birinden ötekine geçiş süresi fütüvvetnamelere göre 1000 gün yaklaşık üç yıla yakın bir aradır; ama yamaklıktan çıraklığa, iki yılda geçilebilirdi. Çıraklıkla kalfalık, kalfalıkla ustalık arası, sanatına ve mesleğine göre üç yılı da aşabiliyordu.
Dükkânda, tezgahta geçirilen bu sürelerin türlü basamaklarındaki genç, kendi ustasından yaşam ve ahlak kurallarını öğrenirdi.
Ahiler, şehirlerde, kasabalarda ya da mahallelerde, o bölgenin zengin ve etkili ahisince yaptırılmış bulunan ahi zaviyelerinde her akşam top­lanırlardı. Burada sık sık, esnaf ve sanatkârlar topluca akşam yemekleri yerlerdi. Hele, zaviyeye yabancı yerlerden bir konuk gelirse bu şölenler daha görkemli olurdu. Bunun için gündüzden, görevli kişiler her esnaftan, akşam yenilecek yemek için para toplarlar, bununla, gerekli et, sebze ve tatlı malzemesi alınır ve bunlar akşam, bu işleri bilen ahilerce pişirilirdi.
1330’lu yıllarda Fas'ın Tanca şehrinden Anadolu'ya gelip ahi za­viyelerinin pek çoğundaki şölenlere konuk olarak katılan oralarda konuk olan İbn-i Battuta (1304–1368) bunları ayrıntılarıyla anlatmaktadır.
Fütüvvetçilerdeki fütüvvete girme törenleri gibi ahilerde de, ahilerin ilk ahi olma törenlerinde, kalfanın usta oluşu törenlerinde olduğu gibi, kuşak (şed yada önlük) kuşatma işlemi vardı. Özellikle yüksek rütbeli yö­neticiler, dahası hükümdarlar ahi olurlarken, dönemin büyük ahi bil­ginlerinin elinden şed (kuşak) kuşanarak ahi unvanı alırlardı.
Kimi fütüvvetnamelerde bu zaviyelerin; değerli Kıbrıs halılarıyla dö­şeli, gür aydınlıklı lambalarla donanmış olduğu, ahilerin, derecelerine göre oturdukları, yemek pişirme, sofra kurma, zaviyenin üyeleri ile varsa yabancı konuklan yerlerine yerleştirecek görevlilerin işbaşında çalıştıkları anlatılır.
1- Yiğitler: Bunlar en alt sınıftılar.
2- Ahiler: Bunlar altı bölük idiler, ilk üç bölüğe "Ashab-ı tarıyk" yani yola girmiş kişiler, 4, 5 ve 6. bölüklere de "Nakipler" denirdi.
7- Halifeler: Bunlar sahib-i seccade değillerdi yani bağımsız olarak kendiliklerinden bir işe girişemezlerdi.
8- Şeyhler: Bunlar, kendilerinden önceki yedi bölüğün başkanıdırlar.
9- Şeyh ül-Meşayihler: Bunlar, şeyhlerin de başkanıdırlar. Bu Ahi Baba'dır. Zaviyeyi yaptıran ya da onun soyundan gelenlerden olmalıdır.
Yiğitlerin, zaviyelerde düzenli bir kontrol altında bulundurulmaları ve güvenilir kişiler yönetiminde eğitilmeleri gerekirdi. Fütüvvetnamelerde görüldüğü üzere, her çırak yiğidin iki "yol kardeşi" bir "yol atası" bir "üstad"ı, yani sanat öğretmeni, bir de "piri" vardı.
Ahilere zaviyelerde, her gece ayrı bir konuda olmak üzere her ko­nunun uzmanları tarafından meslek ahlakı, genel ahlak ve terbiye ku­ralları, din bilgileri anlatılırdı. Öte yandan, haftanın belli bir gününde ata binmek, kılıç, kalkan, ok ve mızrak gibi silahların kullanılması için as­kerlik bilgileri verilirdi. Bu işler, özellikle Anadolu Selçukluları döne­minde ve Osmanlıların devlet kuruluşlarının ilk sıralarında çok önemli idi.
Anadolu Beylikleri döneminde bir ara, Ankara'da yönetim boşluğu or­taya çıkmıştı. İşte bu sırada Ankara ahileri işe el koyup güveni ve düzeni birkaç yıl korudular. Türk Tarih Kurumu kitaplığındaki "Hadikat üs-Salatin" adlı bir yazmada ahilerin, Ankara'nın yönetiminde baştan beri yardımcı olduklarını söylüyor: " ... Dar ül-îslam olali çok zaman idi. Fethi zamanında içinde kodukları hâkim neslinden haliya (şimdi) şehir ve hisar ve havalisinden bir miktar diyara, ahiler dimekle maruf oniki kimesneler hâkim ve valiydi. Mahsulat-ı vilayti-ki emval-i bîgaye yetişti-iştirakile zabtedip ittefakile devayirin kaadir olduklan adüvden (düşmandan) ko­rurlardı Her birinin kapusunda ve tapusunda şahlar âyinince yatu yarağıyla (silahıyla) âraste, (donanmış) asker suretinde bir kaç yüz evbaş (alaylı, başıbozuk) hazırbaşidi".
Osmanlıların da, bunları "şehir ahileri" olarak bazı yerlere atadıklarını görüyoruz. Murat Hüdavendigâr'ın düzenlediği bir vakfiyede, bu Osmanlı hükümdarının, ahilerden şed kuşanıp, kendisi de hısımlarından Şeydi Sul­tanın kızı ile evlendirdiği ahi Musa'ya eliyle kuşak kuşatıp Malkara'ya ahi atadığı ve ona Malkara'da sınırlan ve şartlan vakfiyede yazılı bir parça yer vakfettiği, eğer Ahi Musa'dan sonra buraya başka bir ahi atanırsa, aynı şartlarla vakfiyede yazılı yerlere onun tasarruf edeceği kayıtlıdır (benim, ahiler, Türk Tarihi Kurumu yayını, ss. 91).
Anadolu Selçuklularında ahiliği kuran ve yayan kişi Ahi Evren'dir. Bu, onun lakabıdır. Onun, tam künyesi Nasırüddin Mahmud B. Ahmed'dir. (1171–1262)
1220'li yıllarda Moğolların, Türk Harezmşahlar ülkesini yakıp yık­tıkları sırada oralardan Anadolu'ya gelmiş olmalı.
Ahi Evren, Anadolu'ya gelip Kayseri bölgesine yerleşti ve ilk kez, o dönemin en gerekli nesnesi olan deri işçiliğini, debbağlığı geliştirdi. Ger­çekten o çağların en yararlı nesnesi, deri idi. Ayakkabı, eyer, gem, kolan, türlü gereksinimler için kullanılan tulumlar vb. deriden yapılırdı.
Ahi örgütünün Anadolu'da yerleştirilip yaygınlaştırılmasıyla şu so­nuçlar elde edildi:
1- Göçebelikten yerleşikliğe geçiş yani Türk şehirleşmeciliği çok hız­landı.
2- Onüçüncü yüzyılın ikinci yarısı başlarına dek büyük bir çoğunlukla, Türk olmayan yerli halkın elinde ve tekelinde bulunan sanat ve ticaret iş­yerlerine Türkler de sahip olmaya, katılmaya, ona canlılık vermeye baş­ladılar.
3- Türk esnaf ve sanatkârları, aralarında sağladıkları karşılıklı da­yanışma ve güven sayesinde, bölgede imtiyazlı bir duruma geçti ve bun­lar, yavaş yavaş şehir ekonomisinde söz sahibi oldular.
Türk toplumunun, Anadolu’nun o zamanki sanatında ve ticaretinde etkin bir duruma geçişi, yoğun olarak yaşamakta bulundukları Türkistan bölgesinden, ikinci büyük bir göçle Anadolu'ya gelişleri üzerine oldu.
Gerçekten, XI. yüzyılın ikinci yansında Maveraünnehir'den kalkıp İran’a geçerek Anadolu'ya giren 1071 yılında Romen Diojen (Romanos Diagenes), komutasındaki Bizans ordusunu Malazgirt ovasında ağır bir yenilgiye uğratan Türkler, büyük çoğunlukla göçebe idiler. Bu göçebe Türklerin, Türkistan'dan Anadolu'ya geçişleri, 1071 yılından 1230'lu yıl­lara dek geçen 160 yıl sürdü.
Harezm'in, Türkistan'ın o zamanki büyük ve uygar şehirlerinin esnaf ve sanatkârları, bu ilk göçte işlerini bırakıp gelmediler ama tarih sah­nesine yeni çıkmış sayılabilecek Moğolların, hükümdarları Cengiz (Temuçin: 1115–1227) komutasında saldırıya geçip, önce Uygur Türklerini buyrukları altına alıp, onlardan askerlik ve uygarlık temellerini öğrendikten sonra 1211 yılında Çin'e girdiler. Cengiz'in danışmanı, Uygur Türklerinden "Irkıl Hoca" idi. Türklerin Moğollarla ırk bakımından iliş­kileri yoktur. Moğol orduları 1219 yılında da Türk Harezmşahlar devleti ülkesine saldırdılar. Cengiz'in öldüğü 1227 yılında, Türkistan ve Harezm bölgesi tümüyle Moğolların eline geçmiş bulunuyordu.
Moğollar, Türkistan'dan İran'a, bugünkü Rusya topraklarına ve Sel­çukluların ülkesi Anadolu'ya yöneldiler.
O çağlarda dünyanın en uygar Türk şehirleri olan Buhara, Taşkent, Semerkand, Belh, Gazne, Merv vb. kentler, bu yarı yaban ulus tarafından yerle bir edildiler. Bu şehirler halkından olup Moğollarca öldürülme kor­kusundan kaçan Türk tüccar, esnaf ve sanatkârların büyük bir çoğunluğu, o sıralarda Anadolu'ya, İran'a ve Çin'e giden Venedikli gezgin Marko Polo (Marco Polo: 1254–1323)nun "Türkmen İli" olarak nitelediği Ana­dolu Selçukluları ülkesine, ırkdaşlarının yanına sığındılar. Kaynaklar bize o zaman, Merv şehri ve çevresinden bir göçte yetmiş bin kişinin Ana­dolu'ya geldiğini bildiriyorlar. İşte bu ikinci büyük göçte Anadolu'ya gelen Türklerin büyük çoğunluğu, şehirli esnaf ve sanatkârlardı. Bunlar Anadolu'nun sosyal, kültürel ve ekonomik yaşamında büyük de­ğişikliklere, bu bölgede Türklerin şehirler kurma olayına yardımcı ol­dular, bu işi hızlandırdılar.
Asya'dan bu yeni gelenler burada kendilerini ayakta tutabilmek ve gü­venlik içinde yaşayabilmek için, geldikleri yerlerdeki sanat ve ticaretlerini sürdürdükleri gibi askerliği de iyi öğrendiler. Yine bunlar, yerli Bizans esnaf ve sanatkârlarının rekabetlerini, kendilerinin bu alanlardaki ku­ruluşlarına çekidüzen vererek, Moğol saldırılarına da karşı onlarla savaşa hazır durumda bulunarak önleyebilirlerdi. Çünkü Moğollar, Doğudan sür­dükleri bu Türkleri, Anadolu'da da rahat bırakmadılar.
Baycu Noyan komutasındaki Moğol orduları, daha İran’ı ele geçirip "İran Moğolları" ya da "İlhanlılar" Devletini kurmadan, o sırada batının en güçlü devleti olan Anadolu Selçuklularını yıkmak için onların ülkesine girdiler, 1243 yılında yapılan "Köse Dağ Savaşı"nda onları yenip, seksen, yüz yıl Anadolu'yu sömürdüler.
Sekiz on yaşındaki Selçuklu hükümdarı ikinci Gıyaseddin Keyhüsrev'in beceriksizliği yüzünden, ordunun büyük bölümünün, savaşa tutuşmadan kaçması, Türkleri böyle talihsiz bir yenilgiye uğrattı. Bu ye­nilgi, Anadolu Türklerinin bütün zenginliklerinin, bugünkü İran'ın Kazvin kenti yakınlarında yıkıntıları bulunan, İlhanlıların başkenti "Sultaniye"ye taşınmasına yol açtı.
Bütün bu nedenlerle, Anadolu'nun o zamanki büyük Türk düşünürleri, halkı, bu tehlikelere karşı güçlendirme ve örgütlendirme çabasına gi­riştiler.
Âşık Paşa Oğlu Tarihinde ve o zamanlar yazılmış bu tür eserlerde, Os­manlı ordusu içinde, düşmana karşı onlarla omuz omuza dövüşen gönüllü yardımcı birlikler arasında ahi zaviyelerinde yetiştirilmiş olan ahi bir­likleri "Ahiyan-ı Rum" yani Anadolu ahileri de anılmaktadır. Bu gönüllü birlikler arasında "Gaziyan-ı Rum" yani Anadolu Gazileri; "Baciyan-ı Rum" yani Anadolu kadınları kolu, "Abdalan-ı Rum" yani Anadolu er­mişleri adlı birlikler de vardı.
Kırşehir'e yerleşen Hacı Bektaş (1210–1270) göçebe ve yerleşik Türk toplulukları arasına girip onların ulusal duygularını kamçılayarak Türk di­linin, müziğinin, folklorunun, edebiyatının ve kültürünün, Bizans ve İran etkileri altında bozulmasını, eriyip gitmesini önledi.
Yine aynı yıllarda Kırşehir e yerleşen Horasan erenlerinden bir başka Türk büyüğü ve ekonomisti Ahi Evren Şeyh Nasırüddin Mahmud B. Ahmed (1171–1262), Türk toplumunun sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel düzeni ile uğraştı. O, Horosan, Harezm ve Türkistan bölgelerinden gelen Türk esnaf ve sanatkârlarını, ahlak, yardımseverlik, konukseverlik ve sanat birleşimi olan ahi kuruluşu içinde birleştirip örgütlendirdi.
Ahilere, ahi babalarınca yaptırılmış olan zaviyelere gitmeye baş­layışlarının ilk günlerinde şu ana ilkeler öğretilirdi ki, zaten bunlar, yüz­yıllarca Türklerin ayırıcı nitelikleri halinde sürüp gelmiştir:
Ahi olan kişinin üç şeyi hep açık, başka üç şeyi de hep kapalı ol­malıdır. Açık olması gerekenler:
1- Ahinin eli açık olacak: Yoksullara, düşkünlere yardım etmek için.
2- Kapısı açık olacak: Konuk olmak ya da ondan bir şey istemeye ge­lenler için.
3- Sofrası açık olacak: Yoksullara, düşkünlere, konuklara yemek ye­dirmek, açları doyurmak için.
Kapalı olacaklar da üçtür:
1- Gözü bağlı olmalı: Kimsenin ayıbını görmemek, kimseye kötü gözle bakmamak için.
2- Beli bağlı olmalı: Kimsenin ırzına, namusuna, haysiyet ve onuruna kötülük etmemek için.
3- Dili bağlı olmalı: Kimseye kötü söylememek, kimse hakkında iftira etmemek, münafıklık, koğuculuk yapmamak için.
Ahilikte en çok beğenilen huy, başkasının ayıbını görmemek, onu yü­züne vurmamak ve alçakgönüllü olmaktır. Birçok fütüvvetnamede, şu olaya çok önem verilir: Bir gün Hz. Peygamber, bir toplulukta otururken birisi gelip filan evde bir erkekle bir kadın kötülükte bulunuyorlar diyor. Onları çağırmak gerektiğinden sahabeden birkaçı, oraya gitmek üzere izin istiyorlarsa da Hz. Peygamber, Ali'ye, sen git ya Ali diyor, bakalım doğru mu? Ali o eve gelince gözlerini yumup içeriye giriyor. El yordamıyla du­varlara tutunarak dolaşıyor, dışarı çıkıp gözlerini açıyor. Peygamberin ya­nına varıp ona, bütün evi dolaştım kimseyi göremedim diyor. Hz. Muhammed, peygamberlik yeteneğiyle işi anlayıp "Ya Ali! Sen bu ümmetin fetasısın" diyor ve sonra bir bardak su ile biraz tuz istiyor. Selman-ı Fârisî getiriyor. Peygamber bir miktar tuz alıp bu şeriattır diyor ve bardağa atı­yor. Yine bir miktar tuz alıp bu da tarikattır diyor onu da suya döküyor; üçüncü kez yine bir miktar tuz alıp bu da hakikattir diyerek yine bardağa atıyor ve suyu Ali'ye verip içiriyor. "Sen benim refîykımsın, ben de Ceb­rail'in refiykıyım Cebrail de Tanrı refiykıdır" diyor. Sonra Selman'a, Ali'ye refiyk (arkadaş) olmasını söylüyor. Selman, Ali'nin elinden tuzlu su içerek onun refîykı oluyor...
Ahiler, kız çocuklarına da şu öğütleri verirlerdi: 1- İşine, 2- Aşına ve 3- Eşine özen göster.

Bu öğütten amaç, evinin işlerine, temizliğine, pi­şirdiği yemeklere ve eşinin gözünün dışarıda olmaması için ona iyi mu­amele etmesini benimsetmektir.
Ahi örgütlerine kadınlar üye olamazlar. Bu durum, kökü çok eskilere dayanan, Müslüman tarikattan, masonluk ve benzeri örgütlerde de ay­nıdır, bu ayırım, erkeğin bencilliği, belki bir ölçüde kıskançlığı so­nucudur. Bu durum İslam ibadetine de yansımıştır. Hıristiyan kiliselerinde kadın erkek yan yana ibadet ederken Müslümanlıkta kadınlar camilerde er­keklerle aynı safta ibadet edemezler. Bu ayrım, nedeniyle örneğin farz-ı ayn olan cuma namazına kadınlar katılamazlar, onlar evlerinde cuma namazı değil, öğle namazını kılarlar. Ama Osmanlılarda kuruluş sıralarında kadın örgütleri "Bacıyan-ı Rum" olarak erkeklerle aynı saflarda sa­vaşmışlardır. Erzurumlu Nene Hatun, Kurtuluş savaşlarında Kara Fatmalar ve benzerleri öyledir. Bu kadın örgütleri, savaş sırasında erkeklerle omuz omuza düşmanla çarpıştılar.
Ahi zaviyelerindeki öğretmen ahiler gençlere, ata binmek, sürek avına çıkmak, kılıç, ok ve kalkan kullanmak gibi şeyleri öğretirlerdi. Yine bu öğretmen ahiler, pirler, yoldaşlar ve yol ataları gözetiminde, duygularını arındırmaya çalışan gençleri, zaviyelerde uyulan inançlara, kurallara alış­tırmakla görevliydiler. Yine bu öğretmen ahiler, öğretmesi için yanına verilen gence dinî bilgileri, yükümlülükleri öğrettiği gibi, ahi fütüvvetnamelerinin kapsadığı insanlık yöntemlerini uygulamalı olarak belletirlerdi. Bu ahi zaviyelerinde öğretmenlerden başka müderrisler, ka­dılar, hatipler, vaizler, bilim ve din adamları da bulunurdu; çünkü bun­ların da, sanatkâr ve tüccarlar gibi işleri ve görevleri vardı; yani ahi olma koşullarını taşıyorlardı.
Osman Oğulları devletinde 1361 yılından önceki yıllarda ordu kurul­madan ya da ordu gücünün düşman saldırısına karşı koymaya yetmediğin­de ahiler, silahlarına sarılıp atlarına binerek savaş alanlarında koşarlardı.
Büyük Türk ekonomisti, sanat ustası Nasırüddin Ahi Evren Mahmud B. Ahmed, ahlâk, konukseverlik, yardımseverlik ve sanatın karışımı olan ahiliği örgütleyerek onu, o denli saygın bir duruma getirmişti ki dönemin emirleri, hükümdarları bile bu kuruma üye olmayı onur saymışlardır. Ör­neğin Osmanlı hükümdarı Orhan Gazi ve oğlu birinci Murad Hüdavendigar ahi idiler.
Burada, Anadolu Türkünün sanat ve meslek yaşamında Ahi Evren'in yaptığı eşsiz hizmetleri sıralarken, Anadolu Selçuklularının saray dilinin ve edebiyatının Farsça olduğu dönemlerde, Türk halkı arasına girerek, on­larla kadınlı-erkekli toplantılar yaparak Türk dilinin, müziğinin, şiirinin, gelenek ve göreneklerinin korunmasında, gelişmesinde büyük emeği geç­miş bulunan Türk bilim ve düşün adamı büyük insan Hacı Bektaş Veli'yi de (1210–1271) saygı ile anmak gerekir.
Asyadaki Anayurdumuzda ahlakla sanatı özemiş bulunan ahilik, Ana­dolu'da da aynı görevi yapmış, üstelik onu köylere dek yaygınlaştırmıştır.
Ahiliğin Anadolu köylerindeki uzantısı, "Yaran odaları"dır. Şe­hirlerdeki ahi meslek ve sanat kuruluşları üyeleri, çevrelerindeki yoksulların, kimsesizlerin her tür gereksinimlerini, vakıflar kurarak gideriyorlardı. Bunlar aşevleri, hastaneler, okullar vb. gibi şeylerdir ki, Türkler dışında hiç bir Müslüman ülkede görülmezdi; ama salgın hastalık, kıtlık, yangınlar, askerlik vb. şeylerle harap olmuş yerleri, yoksul düşmüş köyleri halkı böyle vakıflar kuracak durumda değillerdi. Pek çoğu bu du­rumda olan Anadolu köylerinde başka bir örgüt, "yaran odaları" örgütü kurmuşlardı. Buralarda, köy halkının "imece" denen ve topluca yapılan yardım gelenekleri daha çabuk ve daha etkin olarak yapılabiliyordu.
Köylerde bu yardım ve konuklama işi, "köy yaran odaları" ve "köy konuk odaları" işbirliğiyle yapılıyordu.
Görevleri ve işleyişleri 1950'li yıllara dek Anadolu’nun pek çok kö­yünde sürmüş olan bu iki tür odanın nasıl kurulup nasıl çalıştığını, tanık olup yaşamış bir kişi olarak iyi biliyorum. Bunların ayrıntılarını, yukarıda ad ve basıldığı yerleri belirttiğim iki kitabımda yazdım, onları burada özet olarak veriyorum:
KÖY KONUK ODALARI
Bunlar, şehir ve kasabalardaki zengin ahi babalarının yaptırdığı za­viyeler gibi köyün zenginlerince yaptırılırdı. Ben, Isparta ili Gelendost il­çesinin Yenice köyünde doğdum. Babamın babası Hacı Osman Efendi hâkim (kadı) imiş. Onun yaptırmış olduğu konuk odasına babam Hafız Ferhad Efendi bakardı. Oda bakmak; odaya köy dışından, başka şehir ve kasabalardan gelenlere yemek vermek, hayvanlarına saman, yem vermek, kışın sobasını yakmak, altına yatak sermek, yorgan vermek, yemek çı­karmak gibi şeyler demekti. Bu tür odalarda en az üç dört takım yatak, yorgan bulunurdu. Ben, ağabeylerim, odaya gelen konuklara, hay­vanlarına bakar, yemek götürürdük.
Yolların, ulaşım, taşıma ve konaklama araç ve gereçlerinin ilkel ve ye­tersiz olduğu zamanlarda bu odaların, konuklara parasız olarak verdiği hizmetler çok insanî ve değerli idi. Köylerde, çoğu kasabalarda bugün bile otel ya da han bulunmamaktadır. Oysaki Avrupa’da oldukça düzenli iş­leyen posta arabaları yolcu taşıyor, kır ve kasaba hanlarında yolcular ge­celeyip yemek yiyebiliyordu. Parasız hizmet verecek hayır kuruluşları yoktu.
YARAN ODALARI
Benim ailemde biz, beş oğlan, bir kız kardeştik. En büyük ağabeyim benden 21 yaş büyüktü. Hepimiz ana-baba bir kardeştik.
Büyük ağabeyimle onun küçüğünün, evimizin arka bahçesinde bir yaran odaları vardı; orada akşamları toplanırlardı. Bu tür genç odalarında 20–35 yaş arasındaki gençler toplanırlardı. 35–40 yaşın üstündekiler ihtiyarlar odasında, babam ve onun yaşındaki büyükler de Kadı Odası diye anılan konuk odamızda toplanırlardı. Bizim köy oldukça büyük ol­duğundan, köyde üç yaran odası, üç de, ihtiyarlar odası vardı. Bu üç ih­tiyarlar odasının en saygını, bizim oda "kadıların oda" idi. Çünkü burada medrese tahsili yapmış oldukça iyi okumuş kişiler vardı. Örneğin babam, amcam, hafızdılar, amcam muhtar ve hatib, babam hafız babamın amcası oğlu müderris idi. Köyümüzdeki medresenin başı idi. Bu ihtiyarlar oda­larının bir işi de mahkeme gibi çalışmaktı. Miras, kavga ve nizaların halli bu odaya gelir orada halledilirdi. 1950'li yıllara dek köyden mahkemeye giden pek olmuyordu. Daha önemsiz anlaşmazlıklar öteki ihtiyarlar oda­sında çözümlenir, karışık ve zor olanlar bizim odaya gelirlerdi. Ben küçük olduğumdan, okul zamanları dışında odaya gider büyüklere su filan ve­rirdim. Yaran odaları denen gençlerin odaları, her odanın yaranları ta­rafından yapılırdı. Bu yaran odaları, 100–120 m2’lik büyük salon ha­lindeydiler. Salonun büyük bir ocağı, ocağın karşısındaki alt kısımda, yerden bir buçuk metre kadar yükseklikte tahta bir sofası bir iki penceresi, bir iki su testisi konacak oymaları bulunurdu.
Sonbaharda, harmanlar kaldırılıp ekinler ekildikten sonra bu odalar açılır, gençler akşamlan gitmeye başlarlardı. Mayıs başlarında Hıdrellez'den sonra, yaz ekinleri başladığında odalar da kapanır herkes tarım işleriyle meşgul olurdu.
ODANIN İŞLEYİŞİ
Her odada 20–30 genç bulunur. Odaya her akşam, yemekten sonra ge­linir. Ocakta yakılacak odun, gaz lambalan, daha sonraları lüks lambalan, keşikle, her gün bir yaran efradı (odaya devam edenlere böyle denirdi) ta­rafından sağlanır. Odanın temizliğinden de, kendisine keşik (nöbet) gelen kişi sorumludur. Bu nedenle keşikçi, gündüz odaya gelip temizliği yapar, lambalara gaz doldurur, gece yakılacak odunu getirir. Keşikçi, bir gün ön­ceki akşam oda dağılırken, önceki keşikçiden odanın anahtarını alırdı.
Bu odalarda oturma, konuşma, terbiye ve nezaketin korunması, ahi za­viyelerinde olduğu gibi yaran başı ve onun yardımcısı "oda başılar"ca sağlanırdı.
Yaranın her birine "efrad" denir. Efrad ferdin çoğuludur ama böyle söylenegelmiştir. Her yıl oda açıldığında yaranların hepsinin oylarıyla se­çilen "Yaran başı" ve "Odabaşılar, efrad arasında ortaya çıkacak dargınlıkları, kırgınlıkları, hak, hukuk sorunlarını çözüme bağlardı. An­laşmazlık konusu daha ağır ve çözümü zorsa ihtiyarlar odasına gidilir orada çözüme bağlanırdı. İhtiyarlar odasının verdiği karara itiraz edilmez, kesindir. Zaten bunlar hakça çözümlenirdi. Yukarıda da dediğim gibi benim tanık olduğum uzun yıllarda köyden mahkemeye pek gidilmezdi.
Yaranların başlıca görevleri şunlardı: Düğünlerde düğün sahiplerinden iki tarafa yardım etmek. Düğün sahibi yaranlardan birinin yakını ise bu iş parasız yapılırdı, sadece yaranlara bir iki kez ziyafet verilirdi. Oda Efradı ile ilgisi olmayan birinin düğünü, bir iki koç verme karşılığında yapılırdı. Düğün işi oldukça zahmetli idi. Başka köylerden gelen konukları evlere yerleştirmek, düğün sahibinin akrabalarının bu konuklara hazırladığı 20 kap kadar yemeğin taşınmasını yaranlar yapardı. Düğünde kazanlarla pişen yemekler için dağdan yirmi otuz yük odun getirmek de yaranların görevi idi.
Köydeki yoksul ve kimsesiz kişilerin, dul ya da kendileriyle il­gilenecek kimseleri olmayan, kocası askerde bulunan kadınlara yardım da bu yaran odalarının görevleri idi. Böylelerinin çifti, hayvanı yoksa ekin­lerini ekiverme, harmanlarını kaldırıverme, evi yanmışsa ev yapma gibi işleri yine bu odaların görevi idi.
Köyün genel işlerine yardım etmek de bu yaran odalarının görevi idi, bunlar, dere, göl taşması, orman, ekin ya da harman yanması gibi şeylerdi. Böyle bir durum ortaya çıktığında oda gençleri hemen topluca olay yerine koşar, tehlikeyi önlerlerdi.
Köyün yaran efradı, harman sonunda, aralarında para toplayıp hep bir­likte Eğirdir Gölü kıyısına gidip bir hafta orada eğlenir, balık ve kuş avlar, yüzme ve güreş gibi sporlar yaparlardı. Bu tür eğlenceler, Hıdrellez gü­nünde de (6 Mayıs) yalnız o güne özgü olarak yapılırdı. Bu topluluklar, kışın da odalarında çalgılı, türkülü eğlenceler yaparlardı.
Ahlakî ve insanî bilgileri ve eğitimi ahi zaviyelerinde alan ahinin kesin olarak bir meslek ya da sanatı olurdu yani, ahiliğe ancak, esnaf, sanatkâr ya da meslek sahipleri katılabilirlerdi; zaten ahiliğin, tekke ve türbelerde çöreklenip halka el açarak kutsal duygular sömürücülüğü yapan, cahil hal­kın sırtından geçinen asalak tarikat topluluklarından farkı buradadır.
Ahilik, Anadolu Türküne, alın teri ile geçinme, başı dik, kendine güvençli ve minnetsiz yaşama yeteneği kazandırmış, bu ruhu onlara aşı­lamıştır.
Atölyede, tezgâhta sanat eğitimi, ahi zaviyelerinde kültür ve genel bilgi alarak çifte bir eğitim gören Türk Esnafı ve Sanatkârı, hem ara­larında güçlü bir dayanışma ve yardımlaşma kurmuş, hem de yerli Bizans sanatkârlarıyla yarışabilecek bir sanat ve meslek yeteneğine kavuşmuş oluyorlardı.
Onların, her grup sanatkâr ve meslek sahibi için ayrı olmak üzere, be­desten, arasta ya da uzun çarşı denen, kalın duvarlarla çevrili görkemli ya­pılar içindeki yan yana dizilmiş dükkânlarda sanat ya da mesleklerini be­cerili ve yetenekli olarak gururla sürdürüyorlardı.
Ahiler, aralarında kurdukları güçlü ve etkili bir otokontrol ile de stan­dart, sağlam ve ucuz mal satarak, her dinden ve milletten kişilere, güvenli ortamda ürünlerini satarak işlerini yürütüyorlardı.
Aile terbiyesi, meslek terbiyesi, din duygusu, Allah korkusu onları iş­lerinde üstün kılıyordu. Her sanatın ve meslekin bir piri vardı. Onun adını;
Her seher besmeleyle açılır dükkânımız
Hazreti ..... Pirimiz üstadımız
yazılı bir levha ile dükkanın başköşesine asarlardı. Bunlardan bir iki örnek: Saatçi dükkânında
Saatin çaldığı evkat değildir her gâh
Müddet-i ömrü geçüb gittiğinde eyler ah.
İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah
Yardımcısıdır doğruların hazret-i Allah
Bir berber dükkânında:
Her seherde besmeleyle açılır dükkânımız,
Hazreti Selman pak'tır pirimiz üstadımız.
Ayrıca dükkânlarda meslek, ahlak ve öğüt içeren levhalar da vardı.
Bunlardan bir örnek:
Dükkân kapusu Hak kapusu, Hak'kına yalvar,
Çeşmim gibidir çeşmeleri akmasa da damlar.
Ahilerin ahlak dışı saydığı, ahiyi ahilikten çıkaran şeyler şunlardı:
1- İçki İçmek, 2- Zina İşleymek, 3- Münafıklık, dedikodu ve iftira etmek, 4-Gururlanmak, kibirlenmek, 5- Merhametsizlik, 6- Kıskanmak, 7- Kin Bes­lemek 8- Sözünde durmamak, 9- Yalan söylemek, 10- Emanete hıyanet etmek, 11- Kişinin ayıbını örtmemek, bu ayıbı yüzüne vurmak, 12- Cimrilik, eli sıkılık, 13- Adam öldürmek...
Bunlar bugünkü toplumumuzda da kişiyi değersiz kılan, kötü görülen şeylerdir.
Üyeleri sadece ehl-i fütüvvet diye adlandırılan Iran ve Arap böl­gelerinde ahiler gibi bir sınıfa, örgüte raslamıyoruz. Oralarda yaran oda­larına benzeyen şeyler de yoktur. Kentlerde ve köylerde, ahilerde, konuk ve yaran odalarında görülen, Türklere özgü, yardımseverlik, ko­nukseverlik, büyüklere saygı, küçüklere, düşkünlere şefkat, en yüksek ölçüde tarih alanına çıkışlarından bugüne dek yalnız ve sadece Türklerde görülen şeylerdir. Bu konuda, çok uzun tarihimizin ta eski dönemlerinde bugüne dek geçen süresinden, bugüne dek izleri ve anıları sürmüş birkaç örnek vermek istiyorum:
1- Atilla Hunları diye anılan Hun devletinin egemen olduğu za­manlarda (Î.Ö. 220-Î.S. 216) Çin halkı, binlerce kişilik topluluklarla, kendi hükümdarlarının zulmünden kaçıp kuzeydeki bu Hun Türklerine sı­ğınmışlardır. 7000Km'lik ünlü Çin Seddi'nin yapılmasının başlıca ne­denlerinden biri bu idi. Çinliler, kendi halklarının Türklere kaçıp onlara sığınmalarını önlemek için bu şeddi yaptılar.
2- 1492 yılında İspanyolların soykırımından kaçan Yahudileri, Fatih Sultan Mehmed'in oğlu ikinci Beyazid döneminde Anadolu'ya kabul edip onların canlarını kurtardık. Yahudiler bu yıl, o olayın anısını kutluyorlar.
3- ikinci Cihan Savaşı sırasında Hitler Almanya'sının zulmettiği pek-çok bilgini, Ulu Önderimiz Atatürk Türkiye'ye getirterek hem onların can­larını kurtardı, hem de onlardan Türk Üniversiteleri ve aydınları çok ya­rarlandı. Onlardan bazılarının minnet ve şükranlarını kulaklarımla Ame­rika'da dinledim.
4- Daha geçen yıllarda, Körfez Savaşı sırasında Irak'tan kendi hü­kümetlerinin zulmüne uğrayıp bize sığınan, o soğuk kış günlerinde sel gibi gelen yarım milyon Iraklı Kürt ve Arap, Türk halkını bağrımıza bas­tık, aylarca yedirdik, içirdik, giydirdik, çadır, yatak battaniye verdik. Bun­ların perişan hallerini televizyonlarda ibretle ve hayretle seyrettik.
Oysaki Birinci Cihan Savaşı'nda, Türk gençlerinin eli silah tutanların batıdaki Avrupalı saldırgan devletlere karşı yurdu savunmaya gittikleri sı­rada, Doğu Anadolu'da Ermeniler, kadın, çocuk, yaşlı demeden binlerce masum Türkü camilere doldurup yaktılar, köylüleri diri diri toprağa gömüp öldürdüler, üstüne üstlük, dünyaya Türkler Ermenilere soy kırımı yaptılar diye arsız hırsız misali olayı çarpıtarak son yıllarda yaygara ko­pardılar.
Balkan savaşlarında, Anadolu'nun işgalinde, İngilizlerin yardımıyla girdikleri Anadolu Türk köylerinde, kasabalarında, köylerinde Yunanlılar da aynı vahşeti yaptılar. Balkan Savaşlarında Bulgarlar da aynı şeyi yap­tılar. Tarihimizin hiç bir döneminde biz Türkler, kadına çocuğa, yaşlıya dokunmamışızdır.
XIII-XIX. Y. YILLARDA TÜRK EKONOMİSİNİN TEMEL DİREĞİ AHİLİĞİN ÖZELLİKLERİ
Ahilik, kişiye mesleğinde ve ahlakî davranışında yüksek fazilet ve say­gınlık verdiğinden, 12301ı yıllardan, meslek ve sanatın her türlü kont­rolünün bu kuruluştan alınıp, meslek ve sanat tutmanın serbest bırakıldığı 1860'h yıllara dek 630 seneden çok bir süre, Anadolu Türkünün sanat, ti­caret ve meslek kuruluşlannı ayakta tutabilmiştir.
Esnaf ve sanatkârların iş yerleri, 1727 yılında "gedik" haline gelinceye dek, deri işçilerinin hammaddesi olan türlü cins hayvan derilerinin fi­yatları, bunların "ahi baba", "kethüda", "yiğit başı", 10,15,20 yıllık us­talara, Ahi Evren'in düzenlemiş olduğu kurallara göre bölüştürüldüğü, bunların işlenişine, satılışına dek her tür işlemi inceden inceye kurallara bağlamıştır. Bu kurallar, hem meslek erbabı arasındaki sürtüşmeyi, hem de üretici-tüketici sürtüşmesini, kavgayı ortadan kaldırmıştır.
Esnaf ve sanatkârlar, üretici-tüketici arasındaki anlaşmazlıkları, alım-satımdaki sürtüşmeleri çözümlemek için yönetim kurulu ve büyük kurul olmak üzere iki kurul oluşturmuşlardı. Yıllık genel kurul, olağan ve ola­ğanüstü toplantılar için olmak üzere de üç ayrı kurulları vardı.
AHİLERİN GİYSİLERİ
Bunların giysileri de ayrıydı. Ahi örgütünün ve üyelerinin yaşam an­layışı, tasavvufçuların yaşam anlayışından çok değişikti. Tasavvuf yolunu tutmuş olan kişiler, dünya dışında, başka bir havada yaşamak istedikleri halde ahiler, toplum içinde ve hayatın akışına uyarak yaşarlardı. Ahiler, sanat ya da mesleklerini toplum içinde ve toplum için sürdürdüklerine göre başka türlüsü de olamazdı.
Bu tür anlayış, doğal olarak Ahi giysilerine de yansımıştır. Örneğin kendini tasavvufa verenlerin hırka giymelerine karşın ahiler, şalvar gi­yerler, meslek ya da sanat sahipleri "şed" yani kuşak ya da peştamal ku­şanırlardı.
Ahi gençlerinin üzerlerinde şalvardan başka, aba'dan bir giysi, ayaklarında mest vardı. Bunlar, bellerine kemer bağlarlar, bu kemere de bir metre kadar uzunlukta bir saldırma yani bir tür kılıç asarlardı. Başlarında, yine bir metre kadar uzunlukta, iki parmak eninde bir "taylasan" yani başa sarılan şal gibi sarık vardı.
Fütüvvetnamelerde ahilerin ipek giysi giymemeleri, altın yüzük takmamaları gerektiği yazılıdır. Ahilerin sarığı, yedi ya da dokuz arşındı. Bu­rada şuna değinmek isterim ki., Türkler atlı bir ulus olarak tarih alanına çıktıklarından, ata inip binmekte rahatlık için şalvarı da onlar icat ettiler. Bunu pek çok eski çağ tarihçileri yazarlar. Arap ve İran eski giysileri fistandır. Batıda örneğin İngilizler çok eskiden uzun ve iki çorap biçiminde pantolona benzer bir şey giyerlerdi. Bu yüzden bir parçadan oluşan bu­günkü pantolonların adı "trousers" biçiminde çoğul olarak yazılır.
Ahilerin silahla askerlik eğitimi gören üyeleri, o dönemin biçimine uygun giysiler giyerlerdi.
Ahilerin katında sarı ve kırmızı renk beğenilmezdi. Fütüvvetna­melerde "Hiç bir peygamber, kızıl ve sarı don (renk) giymezdi. Bunlar Fir'avn-i lain donudur." denmektedir. Gök, ak, kara ve yeşil renkler, ahiler katında beğenilen renklerdi. Yeşil renk, ahilerden müderrislere, kadı ve hükümdar sınıflarına özgü idi. Ak renk, ahilerin kalem erbabına, hafızlara özgü idi. Kara renk, daha ahilik basamağına gelmemiş kişilere yani yi­ğitlere özgü idi. İbn-i Batuta, "Ahiler, zaviyelerdeki toplantılarda, te­pelerinde iki parmak eninde, bir arşın boyunda taylesan sarar, başlarına ak yünden külah, sırtlarına, sof yani tiftik yününden kara cübbe, ayaklarına mest giyerler, zaviyede yerlerine oturduklarında külahlarını çıkarıp ön­lerine koyarlardı." diyor.
Ahilerde her tür esnafın bir davulu, bir sancağı ve bir borusu vardı, bunlar, giyinişleri, görünüşleri ve silahlarının güzelliği ile övünür ve bir­birleriyle yarış ederlerdi.
Evliya Çelebi (1611–1682), Dördüncü Murat (saltanatı: 1623–1640) döneminde, sadrazam Bayram Paşa'nın yaptırdığı nüfus, meslek ve emlâk defteri suretini seyahatnamesine almıştır. O, tanık olduğu bu törende üç gün padişahın önünden geçen İstanbul esnafının 57 bölüm 1100 sınıftan oluştuğunu, bu sınıfların adlarını, bağlı oldukları meslek ve sanat pir­lerinin adlarını, her bir sınıfın biçim ve kılıklarını, mehter hanelerini, bay­raklarını birer birer yazmaktadır.
Çoban Oğlu'nun yazdığı, Türkiye kitaplıklarında şimdiye dek ele geçen en eski fütüvvetnameye göre, ahi zaviyelerinde, Türkçe fütüvvetname, Kur'an, yemek pişirme yöntemi, oyun oynama, çalgı çalma, türkü söyleme, tarih, önemli kişilerin, bilginlerin yaşam öyküleri, ta­savvuf, Türkçe, Arapça, Farsça ve edebiyat öğretilirdi.
Fütüvvetnamelerdeki bu açıklamalara göre ahi zaviyeleri bir tür okul idi ki bu durum, Osmanlı Sultanı ikinci Mahmud dönemine dek (saltanatı: 1808–1839) devletin, yurttaşın eğitimini kendi görevi saymadığı dönem için çok önemli idi.
AHİLİĞE KATILMA TÖRENİ
Ahilik, pek çok kez yinelediğim gibi sadece Türklere özgü bir ku­rumdur. Fas ülkesinin Batuta (daha doğrusu: Bututa) kasabasından çıkıp, Mısır dâhil, bütün kuzey Afrika'yı ve Suriye'yi dolaştıktan sonra 1330’lu yıllarda Anadolu'ya gelen, buradan kırım Yarım adası'na, Kuzey Kaf­kasya'ya, Altın Ordu hükümdarı Özbek Hana, İran yoluyla Hindistan'da Delhi Sultanları Tuğluk Şahlar ülkesine, Çin'e, Malabar Adalarına giden, İstanbul'u, Hicaz'ı, Tanzanya'yı gören, buralarda 120.000 km yol yapan İbn-i Batuta (1304–1368) bütün bu İslam ve gayr-i müslim ülkelerde, Anadolu’daki ahiliğe benzer bir kurum gördüğünü söylememektedir.
Bir kişi, ahi olmadan önce, sanat, ticaret ya da bir meslek sahibi ki­şidir. Bu uğraşılardan hiç birinde çalışmayan kişi ahi olamaz.
Ahiliğe girecek kişi aynı zamanda, fütüvvetnamelerde yazılı olan, ah­laklı yaşam kurallarından en az 124 ünü bilmek, benimsemek, günlük ya­şamında bunları uygulamak zorundadır. Adab-ı muaşeret denen toplum yaşam kuralları (edepleri)nin en yüksek derecesi 740 kural bilmektir.
Bir ahi gencinin zaviyeye alınması şöyle olurdu. Ahiliğin dokuz ba­samağından biri olan nakiplik basamağındaki kişi, bir eline tuz alıp, top­luluğun ortasında duran suya salar. Bunun üzerine öteki nakipler kapıyı açarlar, geçmiş erkân erlerini birer birer anıp dua ederler ve salâvat getirirler, en sonunda zaviyeye alınacak yiğidi gösterirler. Bundan sonra, bir sıra törenle o genci toplulukları arasına almış olurlardı.
Öğretmen ahi, öğretmesi için yanına verilen gence, namaz, oruç gibi İslam koşullarını (şartlarını) öğretir, ahi ahlak kurallarını kapsayan fütüvvetnamelerin belirttiği insanlık yöntemlerini de pratik olarak bel­letirlerdi. Fütüvvetnamelerdeki bu ahlak kuralları genellikle cumartesi günleri öğretilirdi. O zamanlar tatil günleri, perşembe öğleden sonra baş­layıp cuma günü akşamına dek sürdüğünden, cumartesi günü tatil gün­lerinden pazartesi gibidir.
Ahilere silah kullanma, ata binme, ok, kılıç, kalkan kullanma gibi as­kerlik bilgisi, bunları iyi bilen ve kimi koşullan üzerlerinde taşıyan ki­şilerce verilirdi. Bu dersleri verecek kişide şu deneyimler aranırdı:
1- Ahi görmek, 2- Şeyh görmek, 3- Bir adayı eğitip yetiştirmiş olmak.

Demek ki, ahi ve şeyh gözetiminde bu eğitimi almayanlar, bu alanda öğ­retmen olamazlardı. Bu da Türklerin her alanda eğitime ve deneyime ne ölçüde değer verdiklerini göstermektedir.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu Türklerine sanat, ticaret ve ekonomi alanlarında aşağı yukarı altıyüzelli yıl yön verip, ışık tutmuş olan ahilik, örgüt olarak, kendi kural ve kurullarıyla, Üçüncü Sultan Ahmet dönemine dek (saltanatı: 1703–1730) sürdü. Adı geçen bu Osmanlı sultanı döneminde 1727 yılında "gedik" denen bir düzen uygulanmaya başlandı. Gedik sözcüğü Türkçedir, tekel ve imtiyaz (ayrıcalık) anlamına gelir ki, sahiplerinin işleyeceği işi, başkalarının işleyememesi koşuluyla hükümetçe verilen beratın ya da senedin içinde yazılı olan hakların kul­lanılmasıdır. Gediğin tekelci biçimi daha önce de vardı ama uygulama yeri başkaydı. 1727 yılında esnafın sayısı "ustalık" adıyla sınırlandırılmış ise de sonraları "gedik" adını almıştır.
Bu tür esnaflık ve sanatkârlık 1860 yılına dek sürdü. Ruslarla yapmış olduğumuz Kırım Savaşı'nın ardından, Osmanlı Sultanı Birinci Abdülmecit (saltanatı: 1839-186l)'in 1856 da yayınladığı "Islahat Fermanı" ile Osmanlı İmparatorluğunun bütün uyruklarının, her türlü sanat, ticaret ve meslekleri özgürce yapabilmeleri kabul edilince, 1860 yılında bütün gedik beratları sona ermiş oldu.
1860 yılına dek, bir sanat ve ticaretle kaç kişi uğraşır ve içinde ça­lışılan dükkân, mağaza, atölye vb. ne kadar yer varsa, bir zorunluluk ol­madıkça, eskisinden çok ya da eksik olmaması yolundaki tekelci kuralı, esnafça ve hükümetçe korunduğundan, bir kişi, çıraklıktan, kalfalıktan ye­tişip de boş olan ya da zorunlu gereklilik dolayısıyla yeniden açılan ve us­talık basamağına çıkmadıkça yani gedik sahibi olmadıkça dükkân açıp sa­natını ya da ticaretini yürütemezdi. Bu işleri, ancak ellerinde imtiyaz fermanı (Padişahça verilmiş gedik beratı) olanlar yapabilirlerdi.
Bu fermanlar, esnafın sayılarının artırılıp eksiltilmemesi ve mal sa­hiplerinin kira yerlerinin eski kiralarını artıramaması, gediği ol­mayanlarına veya kalfalarına verilmesi, dışarıdan esnaflığa yabancı bir kimse alınmayıp esnafların çıraklıktan, kalfalıktan yetiştirilmesi hü­kümlerini kapsardı.
Eskiden ahi örgütlerinin bulunduğu kentlerde, kasabalarda "arasta", "bedesten", "uzun çarşı" vb. adlarla anılan türlü meslek ve sanat ürün­lerinin sergilendiği görkemli alış-veriş merkezleri vardı. Bunların en ün­lüleri, Kırşehir'de, Konya'da, Bursa'da, Edirne'de, İstanbul'da ve Anadolunun öteki büyük şehirlerinde bulunuyordu. Ama ne yazık ki, elimizde buraların işleyişine, geleneklerine, kurallarına ve törenlerine ait belgeler çok azdır, olanlar da son yüz, yüzelli yıl öncesine aittir.
Tancalı Arap gezgin İbn-i Batuta Türkçe bilmediğinden, sadece, konuk olarak kaldığı ahi zaviyelerinin, konuk ağırlama yeri ve toplantı sa­lonu olarak gördüğü işe dair bilgiler veriyor.
Sanatkârların pratik çalışmaları üzerinde Evliya Çelebi (1611–1682) ve ondan sonra Serezli Es'ad bey, 18401ı yıllardaki Gedik dönemi üze­rinde oldukça ayrıntılı bilgi veriyorsa da yetersizdir.
Bunlardan ve başka birkaç belgeden çıkarabildiklerimize göre ahilerin, meslek ve sanat işlerinin sağlam ve iyi yürütülmesinde çok ciddî ve dü­zenli kuralları ve bunları iyi gözetleyen kurulları vardı. Daha önce de değindiğimiz gibi bu kurullar:
1- Yönetim Kurulu, 2- Büyük kurul, 3- Olağan yıllık toplantı, 4- Yıllık genel toplantı, 5- Olağan üstü toplantı (gerektiğinde),
AHİLERİN ÖDÜNÇ PARA VERME VE YARDIM SANDIKLARI
Her esnafın sandığında altı kese (torba) bulunurdu. Bunlar:
1- Atlas kese: Esnaf vakfına ait her türlü hüccet ve yazışma belgeleri bu kesenin içinde saklanırdı.
2- Yeşil kese: Esnafa ait vakıf gelirlerin senetleri ve tapu senetleri bu kese içinde saklanırdı.
3- Örme kese: Vakıf paralarının konmasına ve saklanmasına özgü kese idi.
4- Kırmızı kese: Faize verilen paraların senetleri bunda saklanırdı.
5- Ak kese: Her türlü gider belgeleriyle, onaylanmış yıl hesaplan bu kesede saklanırdı.
6- Kara kese: Tahsili olanaksız senetlerle, bunlarla ilgili şeyler bu kese içinde saklanırdı.
Esnaf sandığının belli başlı gelirleri şunlardı: Kira gelirleri, vakıf pa­ralan, faizler, vasiyet, hibe, giriş ücreti ve bağışlar.
Esnaf sandığının giderleri: Onarım giderleri, vergiler, yoksul esnafa yardım, görevlilere aylık ya da yıllık. Yazları tüketilen kar, sebil ve ben­zeri şeyler giderleri.
ESNAFIN KENDİ ARALARINDA YARDIMLARI
a- Emekliler: Bunlar esnafın yaşlı üstatlarından olup dükkânına gidip gelemeyenlerdir. Bunlardan sermayesi müsait olanlar, kalfalar eliyle yine dükkânlarını yönetirler.
b- Düşkünler: Bunlar da esnaf ustalarındandırlar, kalfalar eliyle yü­rütülecek dükkânları yoktur. Bunlardan yardıma muhtaç olanlara, para, ekmek, kömür ve benzeri şeyler sandıktan verilir.
c- Sakatlar: Esnafın hangi basamağında olursa olsun, herhangi bir ârıza veya tedavisi kabil olmayan bir hastalığa uğrayanlardır. Bunlara esnaf sandığından yardım edildiği gibi, esnafın ustaları ve kalfaları tarafından da ayrıca yardım edilirdi.
Esnaf sandığında biriken paralar, yüzde bir faizle, ihtiyaç duyanlara ya da sanatını ya da ticaretini geliştirmek isteyen esnafa borç verilir, fa­izlerden biriken bu paralar da hayır işlerine harcanırdı.
1909 yangınında yanan, İstanbul'daki Uzun Çarşı esnafı, her yıl ramazan ayında Eyub camiinde sandık hesabına hatim indirtirler, zerdeli pilav pişirterek esnafa ve halka yedirirlerdi. Esnaftan, durumu iyi ol­mayanlara, bir felakete uğrayanlara, hastalara yardımda bulunurlar, es­naftan ölenlerin yoksullarına ölü kaldırma ve kefenleme parası verilirdi.
AHİLERDEN İNSANLIK VE MESLEK AHLAKI DERSİ ALINABİLİR
Ahi kurumu ve örgütü ortadan kalkalı, 1860'dan bu yana uzun bir süre geçtiği halde, o kurumun neler yaptığı, nasıl işlediği üzerinde duruşumu­zun amacı, bu kurumu bugün yeniden diriltmek değildir. Bu hem ola­naksız hem de gereksizdir; ama onlardan bugünün sanat ve meslek sahip­lerinin alacakları çok önemli dersler vardır. O Türk’e has ata yadigârı mü­kemmel kuruluş ahlak ile sanatı öyle özümlemiştir ki, yüzyıllar boyu fiyatlar, ücretler değişmeden sürmüştür. Dürüstlük, yardımseverlik, acıma duygusu köylere dek yayılmış, genellikle köylerde, bir ölçüde de kasaba­larda az bozularak gelmiştir. Ahi zaviyelerini, köy konuk odalarının, o olumsuz koşullarda ne denli iyi görevler yaptığını burada biraz değindik.
Bu zaviyeler ve konuk odaları, doğudan, yerleşmek üzere Anadolu’ya gelen soydaşlarımıza yardım ettiler, yerleşip iş güç sahibi olmalarını sağ­ladılar.
Öte yandan ahiler, meslek ve sanatları için gerekli malların dağıtımını, satımını, yasalar, tüzükler ve narh ayarlamaları ile kontrol ediyorlardı.
Değerli yazarlarımızdan Ali Emîrî(l857–1924), yazdığı bir yazıda "ahilik millî bir birlik olup, himmetleri sonunda Osmanlı İmparatorluğu gibi büyük bir devlet ortaya çıkmıştır" der, yine değerli yazarlarımızdan Osman N. Ergin (1882–1961) "Esnaf örgütünün, memleketin ekonomisi, özellikle Müslüman topluluğun yaşantısı bakımından çok önemli bir yeri vardır. Esasen bu kuruluşun ruhunda, millî egemenlik kuralı bütün an­lamıyla belirir. Kâhyalar kurulu, bütün üyeler ve öteki bireylerini kap­sayan esnafın, kasabanın öteki bütün esnaf ve sanatkârlarıyla ilişkilerini sağlayarak bir birlik zinciri ile bağlayıp güçlendirmiş-yurd, bizim-hak ve gerçeğini hep işlerinin baş kuralı edinmiş, bütün çalışmalarını bu anlayış içinde birleştirmiştir." der... Türk toplumunun pek çok yönüne ve geniş bölü­müne yüzlerce yıl düzen vermiş, yönetmiş bir kurumun, burada anlatmaya çalıştığımız ahlakî ve insanî boyutlarından çok örnek almamız gerek.
Onların meslek ahlakını, hakseverliğini kendimiz için izlenecek yol bilirsek, bizler de öteki uluslardan saygı görür, kalp huzuru duyar, uzun süre güven içinde yaşayabiliriz. Fırsat düşkünü, vurguncu, haksız kazanç yolu­nu tutan kısa bir süre için çok para kazanabilir ama bu kazancının hayrını görmez, onu rahat rahat yiyemez, hep fakirin ilenci onu vicdanen rahatsız eder. Yabancıların güvenini de sarstığından ekonomimize de zarar verir.
Kaynak:
Ahlakla Sanatın Bütünleştiği Türk Kurumu Ahilik?
Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder