31 Aralık 2012 Pazartesi

Hoşgeldin 2013.. Yeni yıla açık mektup..

Hoşgeldin 2013.. Yeni yıla açık mektup..

Hoşgeldin 2013.. Yeni yıla açık mektup..
 
Sevgili 2013,
Mektubuma başlamadan evvel hususiyeten en derinden selam eder, gözlerinden öperim. Ayrıca 2012'nin de çok çok selamlarını iletirim sana.. 2012 de biz de dört gözle yolunu bekliyoruz, umutlarımız, isteklerimiz, yarınlarımız, hepsini sana yükledik, istiyoruz ve diliyoruz ki beklediğimiz güzel günler seninle gelsin.. Ne kaldı ki şunun şurasında, sayılı saatler var artık buluşmaya..

Koskoca bir 2012 yılını geride bıraktık, acısıyla tatlısıyla, dile kolay, şimdi yeni yılda yeni şeyler söylemek lazım cancağızım.. 2012 çok çekti bizden, çok kahrımızı çekti, neler neler oldu bir bilsen.. Bilemezsin tabii ki nereden bileceksin, ama ben sana satır başları ile anlatacağım 2012'de neler yaşandı ülkemde ve dünyada, anlatacağım ki seni nelerin beklediğini sen de az çok bil istiyorum. Yoo, gözün korkmasın hemen, dünya sadece kötülüklerle dolu değil, ama sakın bütün bir yılın da yılbaşı gecesi seni ilk karşıladıkları şekilde şaşaalı coşkulu sevinç içinde geçeceğini düşünme, Noel babayı ve geyiklerini de ilk ve son defa göreceksin, böyle şatafatlı curcunalı yılbaşı partileri de sadece gelişinde düzenleniyor, ne kadar merakla beklendiğini anla diye, kıymetini bil diye, isteklerimizi gerçekleştir diye ama yılın geri kalanında daha çok dünyamıza pek de yakışmayan şeylerle karşılacaksın, savaşlar, ölümler, acılar, yıkıntılar..

2012'den beklentiler de en az senden beklenenler kadar çoktu emin ol.. Yani zannetme ki dünya yıllardır seni bekliyor dört gözle.. Kimimiz için güzel bir yıl oldu, beklentilerinin karşılığını aldılar, kimimiz için beklentilerin gerçekleşmediği kaybedilen bir yıl oldu, kimi terki diyar eyledi dünyadan, kimileri yeni bir hayata merhaba dedi.. Nihayetinde yepyeni umutlar ve taptaze düşler için gönlümüze seni yerleştirdik.. Her yeni yılda olduğu gibi bu yıl da hayallerimizi yüksek tuttuk dileklerimizi yeşerttik..

Yeni yılda seninle birlikte yeni bir hayata başlayacak olan talihli insanların sayısı da az olmayacak.. Yeni yıl çekilişi ile yeni yılın ilk saatlerinde milyon liralar sahiplerini bulmuş olacak.. Az buz para da değil hani, 40 milyon lira en büyük ikramiye.. Bakalım bu sene kimlerin yüzünü güldüreceksin..

2012'de neler oldu bitti sana anlatacağımı söylemiştim ya.. Hazır mısın sevgili 2013.. Hadi bakalım kısa bir tura çıkalım şimdi seninle beraber ve görelim bakalım 2012 neler getirmiş neleri götürmüş..

*Bütün hayatını Kıbrıs'a ve Kıbrıs davasına adayan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, tedavi gördüğü Yakındoğu Üniversitesi Hastanesi'nde çoklu organ yetmezliği nedeniyle 87 yaşında vefat etti.

*Türkiye’de ilk yüz nakli ameliyatı Antalya Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde gerçeleştrildi. Uşak’ta beyin ölümü gerçekleşen Ahmet Kaya’dan alınan yüz, Antalya’nın Manavgat ilçesine bağlı Gebece köyünde yaşayan 19 yaşındaki Uğur Acar’a nakledildi.

*Türk lirasının yeni simgesi tanıtıldı.

*Amerikalı ünlü pop şarkıcısı Whitney Houston, 48 yaşında hayatını kaybetti. Houston, Los Angeles'ta Beverly Hilton Oteli'ndeki odasında ölü olarak bulundu. Muhteşem sesi ve yorumuyla ve tam 415 ödülle Guinness Rekorlar Kitabı'nda "en çok ödül alan kadın şarkıcı" unvanını elinde tutan şarkıcının, 1992 yılında Kevin Costner ile başrollerini paylaştığı "The Bodyguard" filminde söylediği "I Will Always Love You" şarkısı, neredeyse tüm ülkelerin müzik listelerinde uzun süre bir numarada kalmıştı.

*Sivas’ta 2 Temmuz 1993'te Madımak Oteli’nin yakılması ile ilgili dava zaman aşımına uğradı ve düştü.

*Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Time dergisi tarafından düzenlenen "dünyanın en etkili 100 ismi" listesinde yer aldı.

*Patlattığı sızıntı belge ve bilgilerle dünyayıyerinden oynatan Wikileaks'in kurucusu Julian Assange, Güney Amerika ülkelerinden Ekvador'un İngiltere'nin başkenti Londra'daki büyükelçiliğine sığınarak siyasi iltica talebinde bulundu ve kabul edildi..

*Türk Hava Kuvvetlerine ait F-4 Phantom II keşif uçağı radar testi yaparkan Suriye karasularının 1 mil açığında sınır ihlali gerekçesiyle Suriye tarafından düşürüldü

*Afyonkarahisar’da bulunan askeri depoda meydana gelen patlamada 25 askerimiz hayatını kaybetti.

*2011-2012 Türkiye Spor Toto Süper Ligin şampiyonu Galatasaray, Beko Basketbol Liginin şampiyonu Beşiktaş oldu.. Beşiktaş basketbol takımı ayrıca ülkemize FIBA EuroChallenge Kupasını kazandırmıştır.

*"Korkusuz Felix" tarihi denemesini yaptı. Serbest düşüşte ses duvarını aşan ilk insan olarak tarihe geçmeyi hedefleyen 43 yaşındaki Avusturyalı ekstrem sporcu Felix Baumgartner, helyum balonla çıktığı stratosfer tabakasında kendini boşluğa bıraktı ve yere inmeyi başardı. ABD'nin New Mexico eyaletindeki Roswell kenti yakınlarında 850 bin metreküplük helyum balonunun taşıdığı 1360 kilogram ağırlığındaki kapsülle gökyüzüne çıkan "Korkusuz Felix" yaklaşık 39 kilometre yükseklikten atlayarak yere inmeyi başardı.

*ABD'de halk, başkanlık seçimi için sandık başına gitti. Demokrat Parti'nin adayı Barack Obama ikinci kez ABD başkanlığına seçildi.

*İsrail'in Gazze'ye düzenlediği hava saldırısında, Filistin Hamas'ın askeri kanadı İzzeddin El-Kassam Tugayları Komutanı Ahmet el-Caberi hayatını kaybetti.

*Tüm dünya, Maya takvimine göre yeryüzünün 21 Aralık'ta yok olacağı ile ilgili iddialar nedeniyle diken üstündeyken devasa bir asteroit, Dünya'nın yakınından geçti. Kıyamet kopmadı tabii ki..
Ve dönüşü olmayan o gemiye binerek aramızdan ayrılan diğer güzel insanlar.. Şarkıcı Azer Bülbül, milli kayakçı Aslı Nemutlu, eski futbolcu Lefter Küçükandonyadis, tiyatro ve sinema sanatçısı Müşfik Kenter, sinema ve dizi oyuncuları Ünsal Emre, İlhan Kantarcı, Evin Esen, Baykal Kent, Ekrem Bora, senarist Meral Okay, ekranların sevimli Ümit Ustası Ümit Ömer Sevinç, ilk dünya güzelimiz Keriman Halis, şarkıcılar Ayten Alpman, Nilgün Atılgan, eski futbolcu ve teknik adam Erdoğan Arıca, radyo ve tv sunucusu Orhan Boran, son Osmanlı padişahı Vahdettin’in ve son halife Abdülmecit’in torunu Fatma Neslişah, klasik Türk müziği bestekarı Rahmi Kalaycıoğlu, şair yazarlar Abdürrahim Karakoç, Güngör Gençay, Atatürk’ün manevi kızı Ülkü Adatepe, yönetmen ve sinemacı Metin Erksan ve diğerleri.. Mekanları cennet olsun.. Yerleri artık kalplerimizde..

Bu yılın en absürd olayı belki de Maya takvimine göre kıyametin 21 Aralık'ta kopacağı tantanası idi.. Yok Mayalar şöyle dedi, yok Mayalar böyle buyurdu.. İşin ilginci hatta trajikomik olanı ise belki milyonlarca insan da buna inandı.. Maya tutmadı ama.. Olması gerektiği üzere kıyamet falan kopmadı tabii ki.. Hem zaten kıyameti Allah'tan başka kim bilebilir değil mi sevgili 2013.. Ama işte insanlar..

Ve ve veeee tabii ki milyonları kendinden geçiren Gangnam Style.. Koreli şarkıcı Park Jae-sang'unyılı oldu 2012 yılı ancak durum onu gösteriyor ki yeni yılda da Gangnam Style fırtınası esmeye devam edecek.. İlginç figürleri ve at üstünde dıgıdık hareketlerinden mütevellit dansıyla Park Jae-sang'ı yani namı diğer PSY'yi biz çok sevdik, bunu da Youtube'de en çok izlenen klip ünv anı ile tescilledik, senin de seveceğine eminim..

İşte sevgili 2013 sana satır başlarıyla yaşadığımız koca bir yıl.. Şimdi sahne senin.. Söz senin. Sen üzüntülerin felaketlerin değil mutluluğun, başarının, sağlığın ve huzurun yılı olursun inşallah.. Satırlarıma burada son verirken tekrar selam eder gözlerinden öperim.. Hoşgeldin..
***,
HERKESE MUTLU YILLAR YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN
(alıntı)

Yeni yıl ve beklentiler

Yeni yıl ve beklentiler

Birbirine bağlanan yıl dönümleri, bir diğerinin tıpkıbasımı olan yazılarla okunsa da, insanın içindeki en değerli hazine olan umudun en masum vaatleriyle yüreklerimizden dilimize akar; nice "mutlu yıllar!". 2012'dan başlayıp geri gidene bakarak yeislenmek değil de, her zorluğa karşın, 2013'ün ilk an'ından geleceğe umutla bakabilmektir aslolan... İnsan, duygularının yıkıcısı, düşlerinin oyun kurucusudur. Bazen 'kendi kalesine gol atsa da', bazen hayat, ona verdiğinden çok azını sağlasa da; yine de umutlanmak ister. Varoluş biraz budur; 2013 de umutla dolsun! Dört bir yanımız yanıyor; enkazdan insancıl bir yerküre çıkarmak zor görünüyor... Oysa, yeni bir dünya kurulabilir; bebeklere süt, analara aşı, babalara aş, gençlere iş bulunabilir; biraz silahtan kısılsa, o arada, vergide, gelirde hakça bir düzen kurulsa; insanlığın çekirdeği infilak etmeyebilir; doğa tuzaklardan arınabilir, yaşam doğallaşır, insan insan olur! Biliniyor; kendi küçük dünyalarımız bizlere taşınması güç yükler bindiriyor, fakat, aynı zamanda, paylaşım denilen: sevinci katlayan hüznü yarılayan o erdem, mahşeri vicdanın içinde saklı bir mücevher gibi bizi bekliyor. Varıyla yoğuyla bize ait olan elbet bizde kalmalı, ama insan, "daha az dert daha çok olanakla" yaşamak istiyorsa, toplumla da insanlıkla da hemhal olmalı; çünkü yaşam denilen bu döngü her bir bireye ait olduğu kadar, aslında, toplumun parçası ve en güzeli onun bir arada idraki. Gerçekten, tek tek herkese "nice mutlu yıllar" dilerken, özde, o kadar çok kendimize de mutlu yıllar dilemiş oluyoruz. Evrene en yalın sempatiler içinde iyi niyetli dilekler göndermek, dillerden kültürlere bir büyük buluşma momentini oluşturuyor; açığa çıkan enerji, dikelerle değil eylemlerle gerçekten mutluluğa katkı yapabildik mi? sorusunu da içinde barındırıyor. Saatin gece on ikiyi vurduğu o an, keşke yedi gün yirmi dört saat, on iki ay dört mevsim sabitlense de, sömürüsüz bir dünya bizim olsa!.. Hiç bir yoksulluk gecesinin olmadığı, refah güneşinin batmadığı, açlığın, işsizliğin ocakları karartmadığı, herkesin emeğinin karşılığını alması adına gündüz gibi saydam bir ekonominin işlediği, tertemiz yönetimlerin kenti beldeyi ihya ettiği, özgürce konuşabilme anlamında bulutlar kadar berrak bir iklimin olduğu bir yaşam! Öyle umut ederim ki, 2013 yılı, insanın doğallaştığı, doğanın insancıllaştığı böyle bir yaşamın kapılarını aralar ve 'insanlar el ele', barış, özgürlük ve varlık içinde geleceğe umutla bakar. Bu dileklerle yeni yılınızı kutlar, sizlere, halkımıza ve insanlığa sonsuz saadetler ve esenlikler dilerim.

YENİYILINIZ KUTLU OLSUN

yeni-yil-gif


Yeni yılda ; hayatı tutabilmek,sevgiyi kaçırmamak,keşke dememek için düşlerini iki ile çarp bu kez ve onları gerçekleştirecek zamanı ayır kendine mutlu yıllar Ahilerdiyari.com


yeni-yil-gif-2013

Voyvoda'ya esir düşen iki Osmanlı askeri ( "Artık suyunuz var ama vicdanınız yok!" )

 
Voyvoda'ya esir düşen iki Osmanlı askeri
Voyvoda'ya esir düşen iki Osmanlı askerine tepeyi kazıp su bulunca özgür kalacakları söylenir. Suya ulaşılır; ancak verilen söz tutulmaz.
Bundan 383 yıl önce bugünkü Romanya'nın Transilvanya bölgesinde esir düşen iki Osmanlı askerine reva görülenler de günümüzdeki uygulamalardan pek farklı değil. Transilvanya'nın güneydoğusunda Raşnov (Rosenau) isminde yüksekçe bir kale bulunuyor. 13. yüzyılda Moğol ve Tatar saldırılarından korunmak amacıyla Bârsa halkı tarafından inşa edilen ve şimdi Braşov sınırları içerisinde yer alan kale, 1620'li yıllardan sonra o zamanlar Erdel Prensi (Voyvoda) 1. Gheorghe Rakoczi'nin idaresindedir. Osmanlı'nın en güçlü döneminin yaşandığı devirde nasıl olmuşsa iki Osmanlı askeri bu Voyvoda'ya esir düşer. Yıl 1623'tür.

Askerler, çok iyi bir sığınak olan Raşnov kalesine götürülür. Burası, okulu, kilisesi ile aynı zamanda küçük bir yerleşim yeridir aynı zamanda. Rakoczi'nin esirleri serbest bırakmaya niyeti yoktur. "Nasıl olsa böyle yüksek bir kalede bunu gerçekleştirmeleri çok zor." diyerek özgürlüklerine karşılık şu teklifi yapar onlara: "Bu kalede kuyu kazacaksınız. Eğer kuyudan su çıkarırsanız sizi serbest bırakırım. Yoksa ömür boyu burada esir kalırsınız."

"Ama nasıl olur? Böyle yüksek bir yerden su nasıl çıksın?" diye karşılık verir askerler; ama karşıdakinin onları dinlemeye niyeti yoktur. Günlerce Voyvoda'nın akla ziyan teklifi karşısında uzun uzun düşünen askerler "Umut umuttur." diyerek sonunda teklifi kabul etmeye karar verirler. Tekrar Rakoczi'ye giderek, "Tamam kabul ediyoruz. Bu kuyuyu kazarsak ve buradan su çıkarırsak bizi serbest bırakacağınıza söz veriyor musunuz?" diye sorarlar. Voyvoda ise, "Tamam" diye cevap verir: "Siz buradan suyu çıkarın ben de sizi serbest bırakacağım."

Aynı yıl (1623) kalenin üst tarafından kuyuyu kazmaya başlarlar. Kuyu derinleştikçe kazarlar. Haftalar, aylar, yıllar birbirini takip eder. Mevsimler gelir geçer. Su bir türlü çıkmaz. Her kazma vuruşunda kuyu derinleşir ama suyun damlası bile görünmez. Yıllar su gibi geçer ama su bir türlü bulunmaz. İki Osmanlı askeri "Allah'tan umut kesilmez." diyerek kazmaya devam eder. Her sene ortalama 9 metre kazarlar. Nihayetinde 146 metre derinliğinde kuyuyu kazdıktan sonra suya kavuşurlar. Yıl 1640'tır. Dile kolay, aradan tam 17 sene geçmiştir. Ömürleri kuyu kazmakla geçen çilekeş esirler, sonunda müjdeyi verirler Voyvodaya; "17 senedir kuyuyu kazıyoruz. Suyu bulduk, çıkarttık. Biz sözümüzü tuttuk. Siz de sözünüzü tutun ve bizi serbest bırakın. Artık memleketimize gidelim."

Voyvoda ciddiye almadığı olayın 17 sene sonra gerçekleştiğini, kuyudan su çıktığını görünce hayretini gizleyemez. Ancak yine de sözünde durmaz. Esir tuttuğu Osmanlı askerlerini serbest bırakmaz. Bunun üzerine askerler kazdıkları kuyunun kenarına Osmanlıca şöyle ibretlik bir not bırakırlar: "Artık suyunuz var ama vicdanınız yok!"

Kaledeki bu kuyu voyvodalar değişse de 1850'ye kadar kullanılır. Kuyunun mevcudiyeti kalenin buradaki halk için daha güvenli bir yer haline gelmesini sağlar. Çünkü daha önceleri kaledekiler su için dışarı çıkmak zorunda kalmaktadır. Kuyu ile su ihtiyaçlarını tamamen buradan sağlamaya başlarlar.

RAŞNOV KALESİNİN ÖZELLİKLERİ VE GEÇMİŞİ

Transilvanya'nın bu bölgesinde yaşayan halk zor dönemlerde veya saldırı durumlarında uzun veya kısa süreli olarak bu kaleye sığınır, hayatına burada devam ederdi. Moğolların Bârsa eyaletine ilk saldırıları başlattıkları tarih olan 1335 yıllarındaki belgelerde kalenin ismi geçiyor. Kale ve dış avlusu, taş duvarların yükseltilmiş olduğu tepe zirvesinin biçimini izlediği bir çokgen alanı çeviriyor. Kuzey-Batı ve Doğu kenarlarında, dış saldırılara karşı erimiş reçine dökmeye yarayan pencereler ve oyuklarla atış ağızları olan çift duvarlar yer alıyor. Perde hatlarının arasındaki yerde atış alanları var. Bazı zamanlar ise, bu sahalar hububat deposu olarak kullanılmış.

Duvarın Kuzey kenarı üç kuleden diğer yerlere göre üç kat daha da kuvvetlendirilmiş. Her iki ucunda birer burç yapılmış. En çok tehlikenin geldiği doğu kenarı, tepenin dik olmayan inişinden oldukça kolay erişim nedeniyle, çok fazla desteklenmiş. Ucundaki burcun arkasında iki katlı silah kulesi yapılmış. Duvarın ortasında, iki katlı çokgen kule, kuzeye doğru bakan öbür ucunda ise, daha güçlü bir kule inşa edilmiş. Doğu duvarının iç tarafında ise başka bir duvar yapılmış. Arasındaki iki katlı geçit ise askerlere silah deposu olarak kullanılırmış.

Çevre duvarları 9 kule ve 2 burç ile desteklenen kuleye dış avludaki mazgallı demir kapı ile veya güney tarafının ucundaki burcun yanında bulunan ikinci kapıdan giriliyor. Râşnov-Poiana Braşov anayolunun solundan çıkan yoldan dış avludaki ana giriş kapısına erişilirdi. 1718 yılına kadar faaliyet gösteren ve yerleşimi doğrudan kaleye bağlayan eski hastanenin avlusundan çıkan ve bugünlerde de gidip gelinen bir patika ikinci kapıya götürüyordu. Kalenin içi, halkın normal hayatını sürdürebileceği şekilde konutları, okulu kilisesi olan küçük bir kasaba olarak teşkilatlanmıştı.

1650'de kale içinin en yüksek noktasında inşa edilen kilise gözetleme kulesi olarak da kullanılıyordu. Osmanlı İmparatorluğu ile Avusturya İmparatorluğu arasında Transilvanya nedeniyle savaş oldu. Râşnov'daki kale uzun süreli bir sığınağa dönüştü. 1612 yılının Mart ayında, Bathory'nin ordusu Râşnov kalesini kuşattı ve 3 Nisan'da ele geçirdi. Bathory'nin ordusu kalenin dışarıdan su ihtiyacının sağlandığı gizli kaynağa giden yolu keşfettikten sonra, Râşnov kalesi teslim olmak zorunda kalmıştı. Gabriel Bathory, kaleye kendi askerlerinden oluşan bir garnizon yerleştirdikten sonra, 14 Temmuz ve 25 Eylül 1612 tarihlerinde, Râşnovlular, Braşov'un silahlı desteği ile iki kere kaleyi yeniden fethetmeye çalıştı, fakat başaramadılar. Ancak bir yıl sonra, Braşovlular Bathory ile barış yaparak iki kale için 3 bin florin değerinde tazminat ödedikten sonra kaleyi ele geçirebildiler.

Osmanlı Transilvanya'ya girip bölgeyi yüzyıllarca yönetmelerine rağmen, Râşnov kalesine karışmamıştı. Bunda sivil halkın ve kilisenin de bulunmasının büyük etkisi olduğu ifade ediliyor. 19. yüzyıla yaklaştıkça kalenin savunma rolü önemli derecede azalmaya başlar. Ancak 1789'da, birkaç ay içerisinde, Rus ve Avusturya ordularının Osmanlılarla savaştıklarında, kale sığınak olarak kullanılır. 1848'den sonra ise Raşnov kalesi tamamen terk edilir. Kale bugün Alberto Drera isimli bir İtalyan işadamı tarafından devletten kiralanarak restore ediliyor. Restorasyon bittikten sonra kale turizm amaçlı olarak kullanılacak.

Drakula'nın (Vlad Tepeş) Bran kalesine de çok yakın olan Raşnov'da esir düşen iki Osmanlı askerinin akıbeti ne mi oldu? Kuyuyu kazıp suyu bulduktan sonra onların başına ne geldiği bilinmiyor. Bir rivayete göre hâlâ kalede sergilenen iki iskelet o iki askerimize ait. Onlardan hatıra kalan kuyuyu ise bugün gezmek, görmek ve o dönemin hatıralarını tüm canlılığı ile yaşamak hâlâ mümkün. Bir gün yolunuz Raşnov'a düşerse eğer, kaleyi ve kuyuyu ziyaret etmeyi unutmayın sakın. Tabii iki askerimizin ruhuna fatiha okuyup hatıralarını yâd etmeyi de

Paralel Evrenler Teorisi nedir ?

Paralel Evrenler Teorisi


Benim gibi 2 yıldır Fringe’in her bölümünü keyifle izliyorsanız , Flash Forward , Paradox gibi paralel evrenle ilgili dizileri izledikten sonra bilimle ilgili her türlü araştırmayı yapanlardan iseniz J.Richard Gott’un Paralel Evrenler Teorisi ile ilgili Time Travel İn Einstein’s Universe: The Physical Possibilities of Travel Through Time kitabından bir alıntıyı sizlerle paylaşmak istedim.

” 20.yy’ın başlarında geliştirilen kuantum mekaniği, atom ve molekülerin davranışlarını klasik fizikten farklı radikal bir anlayışla açıklayabilen bir disiplindir.
Kuantum mekaniğine göre parçacıklar hem dalga hem de parçacık karakteri taşırlar. Kuantum mekaniğini klasik fizikten ayıran en önemli ilkelerden biri olan Heisenberg belirsizlik ilkesi bir parçacığın konumunun ve hızının aynı anda belirlenemeyeceğini söyler. Makrskopik büyükler için bu belirsizlik önem taşımaz. Ancak mikroskopik boyutlarda yani atomik boyutlarda önem taşır.
Kuantum mekaniği elektrotların enerji seviyelerini değiştirdiklerinde atomların belirli dalga boyundaki ışınımları nasıl yayınladığını veya soğurduğunu açıklar.Parçacıkların dalga özelliği kuantum tünellemesi gibi klasik fiziğin yabancı olduğu olaylara çözüm getirir. Kuantum tünellemesinde, bir helyum çekirdeği aniden uranyum çekirdeğinden dışarı fırlayarak ve uranyum çekirdeğinin radyoaktif bozulmasına neden olur. Kuantum mekanik dalga denkleminin çözümü parçacıkların farklı konumlarda bukunma olasılıklarını verir. Parçacıkların farklı konumlarda bulunma olasılıkları parçacıkların farklı gözlemleneceği anlamına gelir ve bu kuantum mekaniği çoklu paralel evren yorumlarını doğurur.Birçok fizikçi bu yorumun teoriye gereksiz bir ek olduğunu düşünmektedir.Ancak kuantum teorisi sınırlarında çalışan pek çok fizikçi de paralel evren yorumunu , bu yorumdaki gelişmeleri ve yoruma yapılan ekleri çok ciddiye almaktadır.

Bu anlayışa göre evren, yalnızca tek bir dünya tarihi değil paralel olarak birçok dünya tarihi içerir. Bizim gibi bir dünya tarihini yaşamak,geçmişten geleceğe giden raylar üzerinde bir trende bulunmak gibidir. Trendeki yolcular yol üzerindeki istasyonların geçişlerini izler gibi , tarihteki olayların geçişlerini izler.İşte Roma İmparatorluğu yılıkldı,2.Dünya Savaşı sona erdi, insanlar Ay’a iniyorlar. Ancak evren bir çok rayın kesiştiği dev bir değişim alanı olabilir.Tren sürekli olarak bir yol ayrımıyla karşılaşır ve her iki yoldan birini seçer. Kuantum mekaniğinin çoklu evren teoremine göre , bir gözlemin kaydediliği ya da bir kararın verildiği her seferde raylarda bir yan yol oluşur. Gözlem ya da karar insanlar tarafından yapılmak ya da alınmak zorunda değildir. Atomda bir enerji seviyesinden diğerine geçen bir elektron bile raylardaki bu ayrılmaya neden olabilir.
Bu senaryoda Oxford Üniveristesi fizikçilerinden David Deutch’un görüşü , bir zaman yolcusu geçmişe gidebilir ve daha genç bir kızken büyükannesini öldürebilir , şeklindedir. Bu olay evrenin bir zaman yolcusu ve ölü bir büyükanne içeren yola girmesine neden olur. Büyükannenin yaşadığı ve zaman yolcusunu dünyaya getiren anneyi doğurduğu evren ( hatırladığımız evren ) hala vardır. Zaman yolcusu yalnızca ,değiştiriliş tarihte yer alacağı farklı bir evrene geçer.
Bu fikirler Gregory Benford’un 1980 Nebula Award ödüllü bilim kurgu romanı “Timescape’de” çarpıcı bir şekilde sunulmuştur. Hikaye 1998′de geçer ve hikayenin kahramanı 1998 yılında dünyayı çok büyük ölçüde etkileyecek ekolojik bir felaket hakkında bilim adamlarını uyarmak için 1963 yılına takyon ( tachyon) demeti (ışıktan daha hızlı hareket eden sanal parçacıklar) kullanarak bilgi aktarır.
Bu romanın dikkatimi çekme nedeni , 1974 yılına ait bir makalemin romanda yer almasıdır. Hikayenin kahramanı 1998 yılında bir uçak yolculuğu sırasında makalemi okur ve bu ona bir takyon vericisi yapma ilhamı verir.Benford zamanında benim makalemle ilgili kısmı “Cathy ona verdiği , Gott tarafından yazılan makaleyi bulmak için çantasının altını üstüne getirdi şeklinde anlatır sonra , İşte ; A Times Symetric, Matter and Anti-Matter Tachyon Cosmology ( Zaman-Simetrik Madde ve Anti-Madde Tachyon Kozmoloji)Gerçekten zor bir alan .Ancak Gott’un çözümü orada, sayfada parlıyordu” diye bitirir.( Öylesine parıldayan benim araştırma makalem miydi? )
Uyarı 1963 yılının sonbaharında alınır ve bilim insanları üzerinde çalışmaya başlarlar. Kuantum mekaniğinin çoklu evren teoremini bilmektedirler ve ekolojik felaket hakkında yaptıkları yayınlar, evreni , bu felaketten uzaklaştıran farklı bir çizgiye yönlendirir.Tesadüfen bu paralel evrende Başkan Kennedy Dallas’da öldürülmeyip sadece yaralanır.
Elbette ki bu sadece hikayedir. Gerçek olabilir mi? Belki de kitapla anlatılanların aynen gerçekleştiği paralel bir evren vardır.

Bazı insanlar neden gerçekliği tartışılmaz yaşanmış bir tarih varken , farklı olaylardan oluşan çok sayıda başka başka tarihlerin varolduklarına inanırlar ?
Caifornia Institute of Tecnology (Caltech)’nin ünlü fizik profesörlerinden Richard Feynman , genelde belirli bir sonucun olasılığını bulmak için , o sonucu doğuracak tüm olasılıkların gözönüne alınması gerektiğini göstermiştir. Öyleyse aynı sonucu doğuracak tüm olayların gerçekleşme olanağı vardır.
Sevdiği birini kurtarmak üzere geçmişe dönmek için bir zaman makinesi yapmak isteyen birine söyleyebileceğim en rahatlatıcı söz , bugün anladığımı kadarıyla ancak kuantum mekaniğinin çoklu-evren teorisi doğruysa hayalini gerçekleştirebileceğidir.Ve bu teori doğruysa , o zaman zaten sevdiğiniz kişinin iyi olduğu bir paralel evren var demektir. Çünkü tüm olası evrenlerin gerçek tarafı vardır.Ne yazık ki siz yanlış bir evrende bulunuyorsunuz…”
Kaynak: Time Travel İn Einstein’s Universe: The Physical Possibilities of Travel Through Time _J.Richard Gott

GÜNÜN KARİKATÜRLERİ

En komik karikatürler-7

En komik karikatürler-3

En komik karikatürler-4

En komik karikatürler-11

En komik karikatürler-13

YEMEN DE OSMANLI ASKERLERİNİN AKİBETİ VE DIRAMI

 H.Hüseyin BALAK (ESKİ MİLLET VEKİLİ) kaleminden,

TÜRKİYE – YEMEN Parlementoları arasında oluşturulan dostluk gurubu üyesi olduğum için Yemen Parlementosu tarafından yapılan davete dört milletvekili olarak oluşturduğumuz bir heyetle icabet ettik. 21-27 Haziran 2002 tarihleri arasında gerçekleşen bu seyahat esnasında, ön bilgi sahibi olmak için YEMEN hakkında yazılmış birkaç kitap okudum. Gerek okuduğum kitaplar ve gerekse bizzat görerek müşahade ettiğim şeyler karşısında hayretler içerisine düştüm.

Türk tarihinde kanayan ve hiç kapanmayan bir yarayı anlatan bu sayfalar bu asil milletin evlatlarının devletine olan bağlılığının, muhabbet ve sevgisinin, zamanın devlet yöneticileri tarafından nasıl istismar edildiği ve Yemen macerasının nasıl bir faciaya dönüştüğünü anlatmaktadır.

Edindiğim bilgilerden sonra bu millete mensub olmanın Allah’ ın insana bahşettiği büyük bir lütuf olduğu düşüncesiyle, o masum anadolu evlatlarına vicdanen duyduğum aşk, muhabbet ve hicranın bir tezahürü olarak bu satırları kaleme alıyor ve bu hicranı, yeisi, elemi sizlerle paylaşıyorum.

Millet olarak bizler, milli ve mukaddes değerlerimiz uğrunda en aziz varlığımız olan hayatımızı dahi fedadan imtina etmeyecek bir inanç doğrultusunda yetiştirildik. Bu milli ve mukaddes değerleri korumak için elzem olan yegane materyalin insan olduğu düşünülecek olursa, insanımız üzerinde devlet ve yöneticileri olarak göstereceğimiz hassasiyet ve şefkatin fevkalade yüksek olması lazım gelir diye düşünmekteyim. Fakat ne hazin bir tecellidir ki tarih boyunca hovardaca harcanan, israf edilen, yegane kaynağımızın, insanımız olduğu görülmektedir.

Şimdi gelelim konumuza...

Yemen denilince Arap yarımadasının güney batısında kahvesiyle meşhur, eskiden Osmanlı mülkü içinde yer alan, sıcak iklimi, çöllerle kaplı dümdüz arazisi olan bir ülke aklıma gelirdi.

Gerçekte sadece sahil ve ülkenin doğu kesimleri düzlük olup iç ve kuzey kesimleri dağlık ve çok engebelik, asırlarca süregelen erozyon neticesinde kayaların ve kayalardan oluşan sarp dağların bulunduğu, rakım ortalamasının 2500 metrenin üzerinde olduğu bir arazi yapısına sahiptir. Başşehri olan Sana’ nın deniz seviyesinden 2350 metre yüksekte olması bilgisi, Yemen arazisini hayalinizde tecessüm ettirmenizi kolaylaştıracaktır.

Ahalisinin tamamı müslüman olup irili ufaklı aşiretlerden oluşan bir sosyal yapıya sahiptir. Kişi başına milli gelir 450 $ dır. İhracatını ham petrol, ham deri, balık ve deniz ürünleri teşkil etmektedir.

Hangi ülkede yaşamak istersin sualine karşılık, hiçbir karı ve zenginliği olmayan, çilenin hakim olduğu, hayatta kalmanın sanat sayıldığı bir mekan olarak görüleceğinden ve kimse tarafından tercih edilmeyeceğinden emin olabilirsiniz.

İşte böyle bir belde için müslüman Türk evladının başına gelen felaketi tarihi seyri içinde anlatmaya çalışacağım.

Türkçe karşılığı ile imam; önder demek olduğundan kendine güvenen herkes bir kabilenin başına imam kesiliyor ve Yemen’ in her tarafında kavgalar savaşlar devam edip gidiyordu.

Diğer taraftan Mısır, bilhassa Portekizlilerin baskısına maruz kaldığından Mısır Sultanları şayet ülkeleri istilaya uğrarsa kendilerine kaçacak ve barınacak bir yer hazırlamak maksadıyla Yemen’ i ele geçirmeye çalışıyorlardı.

Hacı Raşit Paşa’ nın yazdığı tarihe göre Yemen’i Aden’e kadar hükmü altına alarak yıllardan beri kasıp kavurmakta olan Sultan Amir isminde ki imam Mısırlılarla savaşa savaşa Aden’den Sana’ ya kadar çekiliyor. Sana’ da Mısır askerleri tarafından yakalanan Sultan Amir ‘ in kafası kesiliyor. Sultan Amir’ in zulmünden kurtulduğuna sevinen Yemenliler Kölemen askerlerinin yağmada ve mezalimde Sultan Amir’ i aratmadıkları ve ondan aşağı kalmadıklarını anlamakta gecikmiyorlar. Sana ahalisinden 1500 kişinin kafasını kestikleri gibi zengin fakir demeden herkesin malını yağmalayıp halka çeşitli zulüm yapıyorlardı.

Mısır Sultan’ ı Emir İskender’ i Yemen Valisi olarak atamıştı. Yavuz Sultan Selim’ in 1517 de Mısır’ı fethettiğini duyan Emir İskender Sanalıları Camii Kebir’ de toplayarak Mısır’ ın Osmanlı tarafından fethedildiğini dolayısıyla Yemen’inde Osmanlı mülkü olduğunu ve Yemen halkının da Osmanlı tebasına geçtiğini söyleyip biat ettirmiş ve Yavuz Sultan Selim için camilerde hutbe okutmuştu. İşte Türklerle Yemen arasında ilmikli bir bağ yaratan ilk tarihi hadise bu hutbe olmuştur.

Yavuz Sultan Selim Han Emir İskender’e paşalık ünvanı vererek 1517’ de Yemen’e vali tayin etmiş. Bu tarihten itibaren Osmanlı İmparatorluğunun bir parçası haline gelen Yemen’ i artık ne pahasına olursa olsun muhafaza etmek, asileri itaata zorlamak bunun içinde anayurttan ordular yollamak lüzumu hasıl olmuştur.

1520 de Yavuz’ un ölümü neticesi tahta geçen Kanuni tarafından Yemen tekrar feth olunmuştur.

Ancak şu da bilinmelidir ki; Yemen tarihin hiçbir kesiminde fethedilememiştir. Şehare mıntıkası denilen ve imamlara isyan karargahı olan bu yerler hiçbir ordu tarafından zaptedilmemiş yerlerdir. Bundan başka Yemen tamamen zapt olunsa bile ordunun çiğneyip geçtiği yerlerde ilk fırsatta isyan ve savaş tekrar başlardı. Yemen’in tabiat ve hasleti böyle olunca Osmanlı İmparatorluğu ömrünün sonuna kadar Yemenle uğraşmıştı. Kanuni zamanında imam Mutahhar Yemen Fatihi ÖZDEMİR paşaya kök söktürmüş Kanuni de Özdemir Paşa ya takviye kuvvet gönderdiği gibi imam Mutahhara da 4-5 sayfalık bir ferman yazmıştır. İmam Mutahhar Kanuni’ nin fermanına ve akıbetinin ölüm olacağını bildiren kati ifadeli bu tehdide ehemmiyet vermemiş, devleti uzun yıllar uğraştırmıştır.

Osmanlı ordusu ile imam emrindeki kuvvetler arasında geçmiş savaşlar Yemen arazisinin her dağı ve her yamacı bir müstahkem mevkii denilecek kadar sarp ve çetin oluşu, Türk askerinin yılmayan sebatı, en korkunç yerde bile irkilmeyen kahramanlığı, Yemen halkının da yaşadıkları yer kadar çetin savaşçı olması yüzünden çok kanlı geçmiştir.

Süveyş kanalının açılışından sonra 1870 de Asir’ de Mehmet bin Ayz adı ile türeyen bir emir’ in Yemen de ki Türk hakimiyetini söküp atmak için harekete geçmesi üzerine İstanbul işi ciddiye alarak Redif paşa komutasında 17 tabur ve Mısır’ dan yirmi bin kişilik bir kuvvet gönderdi. Sonra Gazi Muhtar Paşa komutayı alıp isyanı bastırmıştı.

Hiç bitmeyen isyanları bastırmak için 1870-1919 arasında yüz binlerce Anadolu çocuğu yemen ellerine gönderilmişti.

Tarihçi diyor ki: “ Bizler son kafile olarak 1919 da Yemen den ayrıldığımıza göre Türkler Yemen de tam 400 sene kalmışlardır. Bu dört yüz sene içinde mücadele, isyan,kıtal (saldırı) devam etmiş ne Yemenlilerin huyu değişmiş ne de biz bu inattan vazgeçmişiz. Yemen’in en sakin görünen zamanları bile mevzi vakalarla ve hastalıklarla Türk askerinin ölümüne sebep olmuştur. Hani geçmişte yüz yıl muharebeleri meşhurdur ya, tarihin en uzun süren savaşı olarak gösterilir. Yemen harbi yüz yıl savaşlarından dört misli daha uzun yani 400 sene sürmüştür. Çölü, suyu, dağı, taşı askere düşman olan bu ülkede ne gayeyle 400 sene harp edildi? Neden iç tarafları olsun kendi haline bırakmadıkta Türk Milletine tarihin en büyük felaketini yükledik. Yemen’den ne bekliyorduk? Oralarda ne yapmak istiyorduk?

Yemen’ e gönderildikten sonra öz yurtlarıyla alakası kesilmiş gibi bir duruma düşen Türk Askeri, boyna ölüyor, halkın dilinde Yemen’e giden dönmez sözü yalanlanamaz bir hakikat şekline dönüşüyordu. Yemende Osmanlı idaresi silaha davranıyor, silahı kullanan asker ise orada ancak ölüyordu.

Yemen e asker göndermekte çok güçlük çekiliyordu. Bundan dolayı Zeydiler güç kazandılar ve 1905 de 7. orduyu yenerek Sana’ aldılar. Bunun üzerine İttihat ve Terakki Hükümeti Yemen’ e kuvvetli bir ordu yolladı. Aynı zamanda imam Yahya ile müzakereye girişti. Sonunda imamın muayyen bir mıntıkada hükümet etme hakkını tanıyarak 1910’ da muahade imzalandı. Tarihler vakaları, savaşları yazıyorlar. Fakat hastalıklardan nerede, ne kadar asker öldü? Bunu hiçbir kitap yazmıyor. Şunu diyebiliriz ki: Yemen’ de harplerde ölen asker mevcudu, hastalıklardan ölenlerin onda biri dahi yoktu.”

Yine tarihçi diyor ki:

“ Yemen vilayetinin teşkilatından bu güne kadar her gün askerden ve ahaliden bir seylap-ı hun akmaktadır ki Şap Denizi bir derya- sürahsar-ı hunine tahvil eyledi. Arapların da onu bahr-i ahmer namıyla tevsim etmeleri hakikate munkalip oldu.”

Yani Yemen’ de bir kan seli akmaktadır ki Şap Denizini kızıl bir kan deryasına çevirdi. Arapların onu Kızıl Deniz diye isimlendirmesi hakikat haline geldi anlamına gelmektedir.

Hiçbir Osmanlı sultanının ve sadrazamının görmediği, elimizde tutmakla hangi menfaati temin ettiğimizi bilmediğimiz Yemen için tarihçi Ahmet Raşit Paşa 1872 yılında ki Yemen gelir gider hesabını kayıtlardan çıkartıp şöyle göstermiştir.

Bütün Yemen’ in senelik varidatı Yıllık Masraf Açık

Kise ( 5 altın sikkeye tekabül eden Kise Kise

para birimi)

50,000 85,000 35,000

Çok vahim olan tarihi vakaları bir makalelik sayfalara sığdırmak imkansız olduğundan ben burada tarihçinin yorumunu alarak sizlere intikal ettirdim. Sizler muhayyilenizde bu vehameti ne kadar büyütecek olursanız abartmış olmazsınız diye düşünüyorum.

İşte böyle kuru bir inat uğruna elde tutulmak için asırlarca mücadele verilen ve bu mücadele de başarı göstermek için hayatının baharında yurtlarından, yuvalarından alınarak binlerce kilometre uzaklıktaki Yemen Çöllerine getirilip katlettirilen veya hastalıklara yenik düşürülen anadolu evlatlarının dramı bağrımı yaktı.

Yemen reis-i cumhurunun emriyle restore ettirilen Osmanlı Kışlasını gezerken; anadoludan yeni gelmiş, vatanına hizmet heyecanıyla yanıp tutuşan, kırmızı yanaklı, burma bıyıklı, her birisi bir sıhhat ve kuvvet kaynağı olup bir fazilet abidesi gibi duran nöbetçileri, talimgahlarda talim eden askerleri görür, aynı aşk ve heyecanı duyar gibi oldum. Biraz ötede ki şimdi Askeri Müze olarak kullanılan Osmanlı Hastanesini gezerken de ranzalarda vatanının, görmediği hatta mevcudiyetinden bile bihaber olduğu yavrusunun, simasını dahi güçlükle hatırladığı karısının hasretiyle solgun dudağından

Şu Yemen elleri

Ne de yamandır

Burası Buş’tur

Yolu yokuştur

Giden gelmiyor


Acep ne iştir.

Diye dökülen hicran dolu nameleri duyar gibi oldum. Göz pınarlarıma dolan damlaları göstermemek için tenhalara kaçtım.

Cenab-ı Hak bu necip milleti bir daha böyle acılara garketmez diye dua ederek dört yüz elli binle bir milyon arasında muhtelif rakamların söylendiği şehitlerimizin ruhlarına Fatiha okudum.

Bu mübarek insanların hepsini rahmetle anıyor, aziz hatıraları önünde hürmetle eğiliyorum
 
Kaynak: H.Hüseyin BALAK
 

SARIKAMIŞ HAREKÂTI'NDA RUSLARIN ELİNE GEÇEN TÜRK ESİRLERİ

SARIKAMIŞ HAREKÂTI'NDA RUSLARIN ELİNE GEÇEN TÜRK ESİRLERİCihan Harbinin mağdurları içinde en talihsiz kesim, hiç şüphesiz Ruslara esir düşen Türk askerleri ile bölgeden tehcir edilen Müslüman halktı. Dünyanın en sağır ve sessiz kamplarında son asrın insanlık trajedisi yaşandı. Çok duygusal yanlışlara kolayca düşülebilecek bir konuda iddialı olmak ilk planda yadırganabilir. Tarih ilmi şahitlik ettiği konularda, her zaman ilmin objektif kuralları peşinde koşmaz. Tarihe mal olmuş olayları, ileriye doğru sürdürülmek istenen hâkimiyet için bir malzeme olarak ele alma alışkanlığı hakikat peşinde koşanları aldatır.

Dünya hâkimiyeti ve menfaat kavgalarını kendi topraklarında seyreden Osmanlı imparatorluğu, tarihin yönünü çevirmek bir yana, binlerce Türkün yaşadığı bu kanlı trajedileri insanlık alemine duyurmak becerisini dahi gösterememiştir. Hakim güçlerin işaret etmeye çalıştığım alışkanlıkla ileri sürdükleri sözde Ermeni soykırımı iddiaları bir bakıma, Osmanlı esirlerinin, maruz kaldığı zulümlerin yeterince anlatılamamasından kaynaklandı denilebilir. Bu bölüm incelendiğinde akla ilk gelen soru, bu iddiaların psikolojik altyapısını Osmanlı esirlerine yapılan zulümlerin oluşturup oluşturmadığı sorusudur. Zira yapılan bunca fecaatin üstünü bu iddiadan başka bir şeyle örtme imkânı yoktur.

Harp meydanlarında esir edilen askerlerin yanında, işgale uğrayan bölgelerden ve Kafkasya içlerinden toplanılan yerli halka bilhassa Rus Ordusu'nda bulunan Ermeniler tarafından yapılan zulümler artan bir kin ve hırsla, Cihan Harbi boyunca devam etmiştir.

ESİRLERİN NAKLİ

Sarıkamış'ta esir edilen Türk subayları, askerlerle karışık bir şekilde hayvanlara mahsus vagonlar içerisinde Tiflis'e kadar götürüldüler. Tiflis'te 4 kişilik mevkilere 13 subay oturtulmak şartıyla ayrı bir trene alındılar. Bir ay süren bir yolculuktan sonra Sibirya'da Kamışlı istasyonuna gelindi. Bölgede kurulan İrbid panayırında Kazan, Oranburk, Samara, Oka, Simbirsk taraflarından gelen Müslümanlara teşhir edilen subaylar buradan Krosnobarsk şehrine sevk olundular.

Sarıkamış'ta esir düşen IX. Kolordu karargâh subaylarının üstlerindeki elbiseleri dahil bütün şahsi eşyalarına General Prezevalski'nin kumandasındaki Plaston Tugayı Kazak süvarileri tarafından el konuldu. Ruslar esir subaylar hakkında uygulanan yerleşmiş kuralların aksine Osmanlı subaylarına her türlü hakareti yaptılar. Sadece ekmek almaya yetecek kadar para (50 Rus kapiği) verilerek açlığa mahkûm edilmekle kalınmamış, tedaviden mahrum bir şekilde hakaret maksadı ile en pis ve sefil hapishanelere yerleştirildiler. Alman ve Avusturyalı esirler Rusya'nın Avrupa kıtasındaki şehirlerinde tutulurken Osmanlı esirlerinin tamamı Sibirya'ya sevk edildiler.

Ruslar rütbesiz askerleri 30 kişilik vagonlara 50, 60 kişi istif ederek Sibirya'nın en uzak ve en soğuk bölgelerine sevk ettiler. Yaklaşık iki ay süren yolculuk esnasında açlık, bakımsızlık ve tedavi imkânlarından yoksunluk yüzünden esirlerin %50'den fazlası yollarda şehit edildi. Askerler ayakta ancak durabildikleri vagonlarda günlerce yolculuk ettiler. Yol boyunca esirlere ekmek ve su verilmedi. Yolculuk esnasında vagonların açılmasına izin verilmiyordu.
Tuvaletin bulunmadığı vagonlarda insan pislikleri ayak altına bırakılıyordu. Kokunun şiddetinden vagonların yanlarına yaklaşmak imkânı yoktu. Pislikten kaynaklanan ishal ve tifüs yaygın bir şekilde devam ediyordu. Asker arasında hergün dört beş ölüm olayı yaşanıyordu. Cenazeler üç dört gün vagonlardan alınmıyor ya da yolculuk esnasında dağ başlarına atılıyordu.

Sarıkamış'ta esir edilen Türk askerlerini İsveç Salib-i Ahmer Murahhası Graf Londrof şöyle tarif etmişti. "İzdihamdan, kokudan yanlarına varılmayan, kapıları kilitli ve içerisi tıka basa Osmanlı esirleri ile dolu büyük bir tren 1915 Ocak ayının sonunda Sirzan istasyonuna geldi. İçindeki esirler, insan kılığından çıkmış, açlıktan renkleri sararmış, yanakları çökük, elmacık kemikleri dışarı fırlamış, kımıldayamayacak şekilde yorgun ve kuvvetten düşmüş, elbisesiz, ayakları çıplak, kâinatta mevcut bütün bulaşıcı hastalıklarla müptela bir haldeydi. Bu feci manzara insanların yüzlerini kızartacak ve kalplerini sızlatacak derecedeydi."

Her birinde 40-50 esirin bulunduğu iki vagon kapıları kilitlenerek Tiza istasyonuna terk edilmiş, günler süren yürek parçalayıcı feryatlara kimse kulak vermemiş, açlık ve susuzluktan esirlerin tamamı şehit olmuştur. Bu cinayetten bir iz bırakmak istemeyen Ruslar vagonları ateşe verdiler.

Ruslar hastalık var bahanesi ile 500 askerin üzerlerinden elbiselerini soydular. Yalnız don gömlek kalan askerler Tiza şehrine varana kadar tamamen soğuktan dondular. İçlerinden yalnız bir tanesi kurtulabildi. Sınır bölgelerini boşaltan Ruslar yerlerinden ettikleri kadın ve kızlara tecavüz etmekten geri kalmadılar. Yerli Müslüman halktan toplayıp sürgün ettikleri insanlar arasında 3 yaşında kız çocukları ile beraber 80 yaşında ihtiyarlar vardı.

Kafkasya içlerine sürgün edilen Osmanlı esirlerinden Rus ve Gürcülerin yaşadıkları bölgelere gönderilenler nispeten iyi şartlarda tutulmuş, iç karışıklıkların başladığı dönemlerde serbest kalarak çeşitli iş kollarında çalışmakla hayatta kalmayı başarmışlardır. Ancak Ermeni nüfusun yoğun olduğu bölgelere sevk edilen Osmanlı esirlerinin imhası için hiçbir şart eksik değildi. Buralarda hiçbir zaman hasta erler diğerlerinin içinden alınmadılar.

Barınaklar son derece pis ve havasızdı. Ekmek oldukça yetersizdi ve günde bir defa sade suya salınmış balık çorbası verilmekteydi. Ermeni askerler sırf zevk için Osmanlı esirlerini öldürüyor ya da işkence ediyorlardı. Bilhassa Kars ve Aleksandrapol de her türlü zulüm yapılıyordu. Buralarda Osmanlı esirlerini alıp satmak için pazarlar kurulmuştu. Sağlam esirler 12 ruble, zayıflar daha ucuz, hastalar bir paket tütüne satılıyordu.

Doğu cephesinde Ruslar esirlere fena davranmaktan hiçbir zaman vazgeçmediler. 1916 Ocak'ında Hasankale'den 13 esir subay ve 350 askerle yola çıkarılan bir esir kafilesinde, yolda yürümekte zorlanan 95 asker kafilenin gözleri önünde kurşuna dizildi. Gece üstü açık dört duvar arasında bir yere tıkılan kafilede 8 asker donarak şehit oldu. Aynı kafile ikinci gün yine sözde muhafız Rus askerlerinin kurşunları ile 80 şehit daha verdi. Sarıkamış'a kadar 15 günde götürülen kafileye yol boyunca yiyecek bir şey verilmedi. Frankfurt Çaytong Gazetesi'nde yer alan bir haberde (22.6.1916) Şubat 1916'da Krasnobarsk'tan Primor'a sevk edilen 1.000 Osmanlı esirinden sadece 200'ünün Primor'a varabildiği belirtilmekteydi.

ESİR KAMPLARI

Osmanlı esirleri Kars, Gümrü, Batum, Gori, Aleksandropol, Tiflis, Rostof, Nargin Adası, Ziç Adası, Tambuk, Kamışlı, Nermi, İrbid, Krosnoyarsk, Omusk, Estroniski, İrkotks, Kosturma, Otlaga, Çohluma, Noryevski, Açinisk, Skotof, İstavrapol, Maykop, Tuays, Bielaritzenskaya gibi Sibirya şehirlerinde kurulan kamplarla Rusya Avrupa'sında bulunan Moskova, Nijni, Nevagordo, Petrograt, Şarye, Nikolsk şehirlerinde tutuldular.

Krasnoyarsk şehrinde kurulan kampta lekeli humma şiddetle hüküm sürüyordu. Esirler hasta da olsa tamamen kuru tahta üzerinde yatıyorlardı. Esirlerin durduk yerde şehit edildikleri görülüyordu. Osmanlı esirlerinin üzerlerinden elbiseleri alınmış bir çoğu iç çamaşırları ile Sibirya'nın soğuğuna terk edilmişti. Ruslar ele geçirdikleri yaralıların tedavisi ile ilgilenmediler. Yaralıların büyük çoğunluğu bulundukları yerlerde ölüme terk edildi. Bir hastaneye kaldırılmak bahtiyarlığına erenler buralarda bulunan Ermeni doktorlar ve hastabakıcılardan devamlı surette kötü muamele gördüler. Ruslar diyet yapacak hastalara siyah ekmek vererek ölümlerine sebep oluyorlardı. Hiçbir temizliğin olmadığı hastanelerde lekeli hummadan pek çok asker şehit oldu, Az bir dikkatle tedavi edilebilecek hastaların çoğu bakımsızlık yüzünden ölüyordu.

Krasnoyarsk'in 3.000 km kuzeyinde bulunan Sirentiski'de havalar ekseriya eksi 40 50 derece arasında seyrediyordu. Yazlık barakalara doldurulan esirler arasında salgın hastalıkların korkunç boyutlara varması üzerine esir düşen Türk doktorların bir kısmı bu kampa gönderildi. Esirler arsında lekeli humma, yılancık, kızıl mançuri humması yaygındı. Bu salgın hastalıklara rağmen askerler kucak kucağa yatıyordu. Hastaların üzerine örtecek örtüleri yoktu. Hastanelerde ilaç bulmak mümkün değildi. Ruslar dışardan ilaç sağlanmasına da izin vermiyordu. Birtakım bahanelerle esirlerin birkaç gün aç bırakıldığı oluyordu.

Kızıl Deniz'in Bakû tarafında bulunan Nargin Adası, üzerinde bitkiden eser olmayan yılanları ile meşhur bir yerdi. Havası gayet bozuk olan adada su bulunmazdı. Ada Rus canilerinin sürgün yeri idi. 500 metre eninde 1500 metre uzunluğunda olan adada 1915 yılında 10.000 esir alacak şekilde ikişer katlı olarak 40 baraka yapıldı. Barakalar 125 kişilik olarak planlanmıştı. Harbin başlaması ile birlikte Osmanlı esirleri Nargin adasına gelmeye başladılar. Zaman zaman sayıları 10.000'ni bulan bu esirlerin çoğu kısa zamanda hastalanıyordu. Temizlenme imkânı olmayan esirler son derece pis ve zayıftı. Cansız bir şekilde yerde yatan hastaların üzerinde binlerce sinek dolaşıyordu Bu hastaların çoğu abdest bozmak için yerinden kalkamıyordu. Esirlere verilen ot minderler çoktan parçalanmış, yerden hafifçe yüksek tahtalar üzerinde yatıyorlardı... Esirlerin en çok ihtiyaç duydukları şey içmek için bir parça su idi. Esirlere bazen 6 gün su verilmediği oluyordu. Adada kaynak suları olmadığı için şehirden getirilen su, öncelikle Rus kahvehanelerine verilir, muhafız Rus askerleri ihtiyacı olan suyu aldıktan sonra kalırsa esirlere verilirdi. Susuz ve kanalsız helâlar kısa zamanda dolduğu için esirlerce barakalar etrafına bırakılan pislikler yüzünden etrafı çirkin bir koku kaplamıştı. Hastane olarak ayrılan 400 kişilik bir barakada 1200 hasta bulunuyordu. Adada görevlendirilen 5 Rus doktoru tıbbi malzeme alamadıkları gibi hastalarla da ilgilenmiyorlardı. Bütün olumsuz şartlara rağmen esirler arasında bulunan Konsolos Doktor Ferbets Nidermayer küçük büyük 1800 ameliyat gerçekleştirmişti. Ölüler hiçbir merasime tabi tutulmadan deniz kenarında açılan çukurlara üst üste gömülürdü. Temizlenme imkânı olmayan esirler arasında çıkan kolerada bir çok Türk esiri şehit oldu. Esirler barakalarda beton zemin üzerinde yatıp kalkmaktaydı. Eksi 45 derece soğukta ısınma imkânı yoktu. Esirlere günlük olarak içinde yağ ve et bulunmayan bol sıcak su ile yapılmış bir çorba ile 100 gram siyah ve ekşi bir ekmek veriliyordu. Sonradan bu miktar yarıya indirildi. Esirlerin tamamından ayakkabıları alınmıştı. Bu şartlarda pek çoğu hastalanan esirler süngü tehdidi altında yollarda çalıştırılıyordu. Hastalanan esirlerin tedavisine bakılmadığı gibi istirahat etmelerine de imkan verilmiyor, çalışamayacak durumda olanlar Ermeni ve Rum muhafızlar tarafından dövülüyordu.

Esirler 200, 250 kişilik döşemesiz ve penceresiz barakalarda tutulurdu. Barakalarda sinek ve tahtakurusundan uyumak mümkün değildi. Hiçbir zaman temizlik maddesi verilmemişti. İlaçlama bahanesi ile esirlerin elinden alınan elbiselerin yerine gayet fena elbiseler verilirdi. Esirlerin beslenmesi için ayrılan tahsisat üzerinde bir çok yolsuzluk yapıldığı tespit edilmişti.

İsveç ve Danimarka Konsolosları ile Azerbaycan Himmet Fırkası Murahhası, Alman doktorlar Nerimof ve Mahmudof, Muhacat Fırkası'ndan Ağa Muhammed ve Muavenet Cemiyeti üyesi Morislof un katıldıkları bir heyet Nargin Adasına geldiler. Gördükleri karşısında dehşete kapılan heyet üyeleri Osmanlı esirleri karşısında ağlamaktan kendilerini alamadılar. 300 kişinin kalabileceği bir hastanede 1200 hasta vardı. Bir kısmı ölüm halinde bulunan hastalar su ve yemek isteriz diye inliyorlardı. 30 kadar cenaze bir kenarda üst üste yığılmıştı. Hastaların büyük kısmı için yatak yoktu. Üzerlerinde elbiseleri de bulunmayan hastalardan günde en az 30 kişi vefat ediyordu.

Kafkasya bölgesinde yaşayan Ermeni, Gürcü ve Rus Muhacirleri Türklere karşı çok acımasız ve asabi davranıyorlardı. Bu yüzden Nargin adasındaki esirler çok ağır davranışlara maruz kaldılar. Bu fecaatler Rusya Menzil Sıhhiye Müfettişi General Prens Oldenburg'a şikâyet edildiği halde herhangi bir iyileştirme sağlanmadı. Nargin Adası'nda inceleme yapan Rusya Üsera ve Muhacirin Komiserliği memurlarının adaya esir sevkinin durdurulmasını isteyen raporları Tiflis'te alıkonuluyordu. Esirlerin büyük kısmı ölmesine rağmen sevkıyatın devam etmesi yüzünden adadaki esir sayısı 6000'nin altına inmedi.

Tomask şehrinde bulunan Kıryos zindanında elbiseleri üzerinden alınarak tahtalar üzerine atılmış 20 kadar hasta Osmanlı askerinin perişanlığı, gören herkesi ağlatıyordu. Bu karanlık ve pis zindanda esirler hemen her gün telgraf tellerinden yapılmış kırbaçlarla dövülüyordu. Tomask'ta bulunan 1400 Osmanlı esirinden sadece 200'ü hayatta kalmayı başardı.
Bölgede yaşayan Müslüman halktan esirlere yiyecek ve giyecek yardımı yapmak isteyenler şiddetle men ediliyordu. Tomask şehrinde esirlere elbise, kitap, harita ve sair eşyaları satanlar 5 ay hapis ve 3000 ruble hapis cezasına çarptırılıyordu.

ESİR KAYIPLARI

Sarıkamış ve Oltu civarında esir edilen 4000 askerden sadece 400'ü Kars'a ulaşabilmiş diğerleri Rus Kazaklarının cinayetleri ve hastalık yüzünden yollarda kaybedilmiştir. Sarıkamış civarında Hamamlı mevkisindeki esir kampında vefat eden Türk esiri miktarı tahminen 30.000 kadardı (10 Temmuz 1333). Sarıkamış'tan bir ay uzaklıktaki Nermi'ye sevk olunan askerlerin büyük kısmı tifüs hastalığı ile şehit oldular. Nargin adasında hastalanan 700 askerin Tambuk'a nakilleri esnasında 176 asker vefat etti. Sibirya'ya gönderilen Türk esirlerinin üçte ikisi pislik ve gıdasızlık yüzünden kaybedildi. 1916 senesi Ağustos ayına kadar lekeli humma teşhisi ile vefat eden Türk esirlerinin sayısı tahminen 64.000'e ulaştı.

Hiçbir yorum yapmadan aktarılan bu satırlar esir Türk subaylarının esaret dönüşü verdikleri raporlar ve tarafsız ülkelerin Salib-i Ahmer heyetlerinin raporlarından alınmıştır. Aktarılan kısımlar rapor sahiplerinin üzerinde ittifak ettikleri noktalardır. Ruslar doğu vilayetlerini işgal edince esir Osmanlı askerleri ile birlikte bölgede yaşayan halkın büyük kısmını da Sibirya içlerine sürdüler. Bunu fırsat sayan Ermeniler Rusya'daki iç karışıklıklardan da yararlanarak Türk esirleri üzerinde milli duygularını tatmin ettiler!

Geri dönüş imkânlarının son derece sınırlı olduğu bölgeden salgın hastalıklar ve katliamların da etkisi ile pek az Osmanlı esiri kurtulabildi.

2100'de dünya nasıl olacak?

2100'de dünya nasıl olacak?



ABD'de en çok satanlar listesine giren kitaptaki değerlendirmeler ağzınızı açıkta bırakacak
 

ABD'de en çok satanlar listesine giren kitaptaki değerlendirmeler ağzınızı açıkta bırakacak

Geleceğin Fiziği: 2100 Yılına kadar bilim insanoğlunun kaderini ve günlük yaşantımızı nasıl şekillendirecek

"Bugün 1 Ocak 2100, yeni yılın ilk günü varsayın. Sizi nazikçe uyandıran ses "Molly"den geliyor. Molly bir yazılım programı ve bütün gün sizinle birlikte olacak. Gözünüze kontakt lensinizi yerleştirmezseniz bu dünyada size yer yok, çünkü artık 2100'de yaşıyoruz..."

HT Cumartesi'den Alihan Mestci'nin haberine göre, New York Şehir Üniversitesi'nde ders veren ünlü fizik kuramcısıMichio Kaku, kendini bilimsel keşiflere adamış 300'den fazla bilimadamıyla yaptığı görüşmelerden faydalanarak yazdığı son kitabında bizi 2100'e götürüyor.


EN ÇOK SATANLARDA BİR HAFTA ZİRVEDE KALDI

"Geleceğin Fiziği: 2100 Yılına Kadar Bilim İnsanoğlunun Kaderini ve Günlük Yaşantımızı Nasıl Şekillendirecek" adlı kitabın yazarı Michio Kaku, Japon göçmeni bir ailenin çocuğu olarak 1947'de California'da doğdu. Yazarın bu son kitabı Mart 2011'de Allan Lane Yayınevi'nden çıktı ve "New York Times En Çok Satanlar Listesi"nde 5 hafta zirvede kaldı. Henüz Türkçe'ye çevrilmedi. Ama Kaku, ismini ilk kez bu kitapla duyurmuyor, 2008'de yayımlanan bir önceki kitabı "İmkânsızın Fiziği"yle de en çok satanlar listesinde uzun süre kalmış. Michio Kaku'nun resmi internet sitesine girerseniz, fiziğin rock starı gibi bir izlenime kapılabilirsiniz. Zira sitede fotoğraflarının basılı olduğu tişörtler satılıyor. Böylece "bilimi halkla buluşturan fizikçi" gibi bir sıfat ediniyor.

İCAT EDİLEBİLECEK NE VARSA ETTİLER DEMİŞLERDİ AMA

Son kitabında "Tarih, eksik kalmış başarısız gelecek tahminleriyle dolu" diyor Kaku. "ABD Patent Kurumu Başkanı Charles H. Duell 1899'da, "İcat edilebilecek ne varsa icat edildi" demişti. Warner Bros'un kurucularından Harry M. Warner 1927'de sinema henüz sessizken "Aktörleri kim duymak ister ki" diyordu. IBM'in başındaki isim Thomas Watson ise 1943'te epey kötü bir tahmin yapmış: "Bilgisayar olsa olsa 5 tane satar." Michio Kaku bu örneklerden yola çıkarak "Gelecekle iddiaya girmek çok riskli, zira teknolojik gelişimi hepsi eksik hesapladı" diyor. Gelecekten haber veren tarihçileri, sosyologları, bilimkurgu yazarlarını, fütüristleri okuduğunu söylüyor. "Ama bilim dünyasının geleceğini öngören bu isimlerin hiçbiri bilimle birinci elden ilgilenmiyordu" diye yakınıyor.
Gelecek tahminlerinin neden tutmadığınıysa "Mağara Adamı Prensibi"yle açıklıyor. "Modernteknoloji ve ilkel arzularımız arasındaki çatışmayı çoğu zaman ikincisi kazanıyor. Güvenmek için temas etmeye ihtiyacımız var. Bu yüzden insansız şehirler belki de hiç var olmayacak, çünkü insanlar hiçbir zaman teknolojiye tam olarak güvenemeyecek" diyor. Kaku'nun buradan çıkardığı sonuç 2100'ün teknolojilerinin özünde "yüksek dokunurluk" (high touch) olacağı. Yani Kaku'ya göre mağazada olmasak bile giysileri elimizle seçiyormuş gibi hissettiren; stadyumda bulunmasak da maçı sahada izlettiren aygıtlar 2100'de bizi bekliyor.

GELECEKTEN KARELER

* Kaku'ya göre tanrılara dönüşmek 2100'deki kaderimiz. Ama aracımız, ne sihir ne de iksir; bilgisayar teknikleri, nanoteknoloji, yapay zekâ, biyoteknoloji ve hepsinden öte tüm teknolojilerin temelindeki kuantum teorisi olacak.
* Bu yıllarda robot sektörü, geçen yüzyılın otomobil endüstrisinden daha büyük olacak. Her iş için robot satın alabileceksiniz.
* Gelecek yüzyıl "mükemmel kapitalizm çağı" olacak. Piyasaları bu kez gerçekten görünmez bir el değil, sınırsız bilgi şekillendirecek. Her ürünü en ince ayrıntısına kadar analiz eden kontakt lensler, fiyatları mükemmel doğruluğa çekecek. Yani kazık yemek yok!
* Bugün kişiye özel üretim çok pahalıyken, 2100'de her giysinin bedenimize uygun olanını fabrikaya sipariş edeceğiz. Nasıl mı? Kredi kartlarında bedenimizin 3 boyutlu kaydı, siparişi verdiğimiz anda fabrikaya yollanacak.
* Çocuk sahibi olmak isteyen çiftler bebeklerinin ismi gibi, ne tip genlere sahip olacağı konusunda da uzlaşmak zorunda.

MESELA GELECEKTE NELER OLMAYACAK?
- Tümör 2100'lülerin anlamını bile bilmediği bir kelime olacak, çünkü tedavi yöntemleri tümör oluşumuna artık asla izin vermeyecek.
- Güneş/Hidrojen enerjisi fosil yakıtların yerini alacak.
- Kanser değil, kanserden ölmek tarihe karışacak.
- Turist rehber kitapları ve haritalara gerek kalmayacak. Kontakt lensler yol gösterecek.
- Yemek pişirmek artık sadece robotların işi olacak.

SERİ ÜRETİMİ OLMAYAN TEK ŞEY İNSAN BEYNİ

Michio Kaku, "Yeni yüzyılda emtia kapitalizminden, entelektüel kapitalizme geçeceğiz, çünkü seri üretimi yapılamayan tek şey insan beyni olarak kalacak" diyor. "Geleceğin para birimi aklıselim; yatırımıysa eğitim ve kültür olacak. Uzun soluklu rekabette fark yaratmak için robotların yapamadığına erişmek gerekir; yani ayırt etme ve mantık kurma yetisine..." Kaku gelecekte fark yaratanları anlatmaya böylece başlıyor: "Yapay zekâ iki beceriye erişemiyor. Birincisi gördüğünü algılama yetisi. İkincisiyse aklıselim sahibi olmak. Mantık bize 'İp bir cismi çekmeye yarar, itmeye değil' derken, bir robot böyle bir sonuca varamıyor. Geleceğin meslekleri işte bu iki prensibe göre şekillenebilir. Mavi yakalıların bir kısmı, örneğin otomobil fabrikası işçileri yerlerini robotlara bıraksa da sanıldığının aksine bilgisayar devrimi birçok işkolunun varlığını ısrarla destekleyecek. Polislik, çöp toplayıcılığı, inşaat işçiliği, bahçıvanlık ve tesisatçılık gibi meslekler hep insanlar tarafından yapılacak. Beyaz yakalılardan işini ilk kaybedenler, hesap uzmanları, brokerlar ve küçük ofis çalışanları olacak. Aracı firmalar tarihe karışacak. Diğer yandan internet üzerinden saatinizi veya kontakt lensinizi kullanarak ev satın alabileceksiniz belki ama böylesi büyük bir yatırım yaparken size iyi okulların hangileri olduğunu, nerelerde suç oranının düştüğünü ve kanalizasyon sisteminin iyi çalıştığını anlatacak rehber kişilere her zaman ihtiyaç duyacaksınız. Geleceğin kazananları, yaratıcılık, oyunculuk, liderlik, bilim ve sanat gibi bizi insan yapan donanımlarımızı kullandığımız meslekler. Roman, senaryo ve oyun yazarları işlerini sürdürürken medya sektöründe her kafadan ayrı ses çıkmasından usananlar bilgece yapılmış yorumlara bugün olduğundan daha fazla rağbet gösterecek."

1 OCAK 2100 CUMA, SAAT 06.15

* Kayıtlara göre 72 yaşındasınız ama organlarınızın biyolojik yaşı 30. Daha uzun yaşamak için genetik programlanmaya tabi tutulan ilk nesilsiniz. 30'lu yaşlarınızda yaşlanmayı durdurmayı tercih ettiniz. Mesleğiniz robot tasarımcılığı.

* Yeni yılın ilk günü sabah 6.15'te ışıklar yanıyor ve duvarda tanıdık bir yüz beliriyor. Bu Molly, kısa bir süre önce satın aldığınız yazılım programı. Molly nazikçe "Uyan John. Kriz. Ofiste bekleniyorsun" diyor. "Bu kadar önemli ne olabilir" diye söyleniyorsunuz.

YÜZÜNÜZÜ YIKARKEN SAĞLIK TARAMASINDAN GEÇİYORSUNUZ

* Yatağı terk edip tuvalete gidiyorsunuz. Yüzünüzü yıkarken aynada, tuvalette, lavaboda gizlenmiş yüzlerce DNA ve protein sensörü harekete geçiyor, nefesinizde ve vücut salgılarınızdaki molekülleri analiz ederek en ufak hastalık belirtisini kontrol ediyor.

* Tuvaletten çıkarken kafanıza sardığınız kablolar sayesinde evinizi telepatik olarak kontrol ediyorsunuz. Böylece sadece düşünce gücüyle dairenizin sıcaklığını artırıyor, robot aşçınıza kahvaltı siparişini veriyor, manyetik otomobilinize garajdan çıkıp kapıya gelmesini emredebiliyorsunuz.

RETİNANIZDA PARLAYAN EKRANDA GAZETE MANŞETLERİNİ OKUYABİLECEKSİNİZ

* Gözünüze bir kontakt lens yerleştiriyorsunuz. Retinanızda parlayan ekranda internete bağlanıyor, günün manşetlerini okuyorsunuz. Bu sırada bir mesaj geliyor: "Şehri saran duvarlarda çatlak tespit edildi. Tamir edilmezse tıpkı geçmişte başka yerlerde olduğu gibi tüm şehir sular altında kalacak."

* Otomobilinize atlıyorsunuz, telepatik olarak sizi en kısa zamanda ofise götürmesini emrediyorsunuz. Manyetik otomobil anında internete bağlanıyor, GPS ve yoldaki milyarlarca çip trafiği anlık olarak gösteriyor.

HOLOGRAFİK GÖRÜNTÜ SANDALYENİZDE OTURACAK

* Ofise varıyorsunuz. Girişte plastik güvenlik kartı kullanmıyorsunuz. Kimliğiniz bedeniniz. İş arkadaşlarınız toplantıya yetişemese de sorun yok. Holografik görüntüleri sandalyeleri dolduruyor.

* Sizi ofise getiren krizin sebebi de duvarlardaki çatlak. Robotlar duvarı tamir edemediği gibi çatlağa zarar da veriyorlar. Duvarların tamiri için insan müdahalesi gerekiyor. Dolayısıyla her hareketinizi algılayan kuantum robotları başka bir merkezdeki insanlarla tek beden oluyor. Avatar filmini hatırlayın.

ELBİSELERİNİZ AMBULANS ÇAĞIRABİLECEK


* Günün yorgunluğunu çıkarmak için eve döndüğünüzde Molly, robot doktorunuz Dr. Brown'ın sizinle görüşmek istediğini söylüyor. Dr. Brown, rahatsız ettiği için özür dileyerek söze başlıyor. Alplerde geçirdiğiniz kayak kazası sonucu yaralanan kolunuzun mekanik bir kolla değiştirilmesinin iyi olacağını söylüyor. O kazada bilincinizi yitirmiştiniz. Neyse ki üzerinizdeki giysiler bu durumu fark etti ve ambulans çağırdı. Sağlık geçmişinizi hastanedeki robot doktorlara yükleyen giysileriniz hayatınızı kurtardı. Bu sırada zarar gören organlarınız mikro cerrahi uzmanı robot doktorlar tarafından yenileriyle değiştirildi.

ORGAN KLONLAMAK ARTIK BASİT BİR İŞ

* Organ klonlamak artık basit bir iş. İşte bu yüzden Dr. Brown yeni organlarınıza check-up yapmak istiyor. Elinizde cep telefonu büyüklüğünde bir kart var. Organlarınız üzerinde gezdirip MR çekiyorsunuz. Pankreasınızda kanserli hücreler tespit edildi. Kanserli hücreleriniz, Dr. Brown'ın sipariş ettiği nanopartiküllerle değiştirilecek. Yoksa kalan ömrünüz 7 yıl.

PAZAR GÜNÜ SİZE EŞLİK EDECEK BİRİSİNİ BULUYOR

* Sonunda hafta sonu planı yapmaya vakit ayırıyorsunuz. Molly'den size eşlik edecek birini bulmasını rica ediyorsunuz. Bir saat sonra mesaj geliyor. Aradığınız özelliklere uyan Karen, (Bu arada kadınlar için de aynı teknoloji, eşit biçimde hizmette) davetinizi kabul etmiş. Molly rezervasyonları yapıyor ve "Karen'ın profil bilgilerini araştırayım mı" diye soruyor. "Hayır" diyorsunuz, "Sürprizi kaçmasın."
Kaynak:gazetevatan.com

FOTOSENTEZ NEDİR?

FOTOSENTEZ NEDİR?
Fotosentez en basit anlatımıyla bitkilerin nefes alıp vermesi, yada bitkilerin karbondioksiti emip yerine oksijen üretmesidir.

Fotosentez işlemi bitkilerde bulunan kloroplast adlı hücrede gerçekleşir.Bu hücreyi incelemek gerekir ise:
- Kloroplast: Bitki hücresiyle hayvan hücresi genel olarak aynı özellikleri taşımaktadır. Bu iki canlı türünün hücreleri arasındaki en önemli fark, bitki hücresinde artı olarak, içinde fotosentezin gerçekleştiği yeşil bir deponun (plastid) yani kloroplastın bulunmasıdır. Seyyar bir enerji santrali gibi güneş ışığını emen klorofilleri saklayan bu organizmalar bütün sistemin kalbidir. Kloroplastlar, iç içe geçmiş balonlara benzeyen yapılarıyla, doğanın yeşil rengini verirler.
Bitki hücresinde, fotosentez işlemi kloroplastlarda meydana gelir. Kloroplast 2-10 mikrometre kalınlığında (mikrometre metrenin milyonda biridir), 0,003 milimetre (milimetrenin binde üçü) çapında mercimek şeklinde küçük disklerden oluşmuştur. Bir hücrede 40'a yakın kloroplast vardır. Bu ilginç birimler bu kadar küçük olmalarına rağmen bulundukları ortamdan iki zarla ayrılmışlardır. Bu zarların kalınlığı ise akıl almayacak kadar incedir: 60 angström, yani 0,000006 milimetre. (milimetrenin yaklaşık yüzbinde biri)
Kloroplastın içinde "tilakoid" adı verilen yassılaşmış çuval şeklinde yapılar vardır. Bunlar fotosentezin kimyevi birimleri olan klorofilleri muhafaza eder ve daha ince zarlarla korunurlar. Bu tilakoidler, "grana" adı verilen 0,0003 milimetre büyüklüğünde ve madeni para şeklinde üst üste yığılmış diskler olarak dizilmişlerdir. Bir kloroplast içinde bu granalardan 40-60 adet bulunur. Bütün bu karmaşık yapılar, protein ve yağların belirli bir amaç için biraraya gelmeleriyle oluşur. Bunlar da belirli oranlarda bulunurlar. Örneğin tilakoid zarı %50 protein, %38 yağ ve %12 pigmentten oluşmuştur.
- Tilakoid: Kloroplastın içindeki ikinci aşama tilakoid adı verilen torbalardır. Bunlar çuvala benzeyen ve içinde klorofil molekülünü saklayan zarlardır. Bu torbaların içinde güneş ışığını emen yeşil pigment olan klorofil bulunur.
- Grana: Tilakoidler biraraya gelerek granaları oluştururlar.
- Klorofil: Kloroplastın içinde bulunan ve güneş ışığını emen yeşil pigmenttir. Klorofil olmasaydı, ne oksijen, ne besin, ne de doğanın rengi olurdu.
- Stroma lamella: Kloroplast içinde granaları bağlayan boru şeklindeki zar.
- Stroma: Kloroplastın içindeki jele benzeyen sıvı.


3.1. FOTOSENTEZ VE IŞIK
Kloroplastların fotosentezi gerçekleştirebilmesi için güneş ışığına ihtiyaçları vardır.
Atmosfer, gerek fonksiyonları gerekse kimyasal bileşimiyle yaşam için zorunlu, mükemmel bir örtüdür. Güneş, çok farklı dalga boylarında ışığı yayar. Ancak bu dalga boylarından sadece çok dar bir aralık yaşam için gerekli olan ışığı içerir. Ve bu noktada önemli bir mucize görülür; atmosfer öyle bir yapıya sahiptir ki, sadece yaşam için gerekli olan aralıktaki ışığın geçmesine izin verirken, yaşam için zararlı olan X ışınlarını, gama ışınlarını ve diğer zararlı tüm ışınları emer ya da geri yansıtır. Yaşam için son derece önemli olan bu seçilimden sorumlu olan atmosfer tabakası ise, kimyasal formülü O3 olan "ozon tabakası"dır. Ozon tabakasının evrendeki diğer 1025 adet farklı dalga boyuna sahip ışın cinsi arasından, yalnızca yaşam için gerekli 4500 - 7500 A0 aralığındaki görünür ışığı geçirmesi bizim için özel tasarlanmış bir mucize olduğunun göstergesidir. Eğer atmosfer bu aralıkta bulunan ışığı geçirmeseydi veya bu ışıkla birlikte farklı dalga boylarındaki ışıkları da geçirseydi, yeryüzünde canlılık kesinlikle oluşamazdı. Bu, canlılığın oluşması için gereken yüzbinlerce koşuldan sadece bir tanesidir ve bu koşulların tamamının eksiksiz olarak oluşması, canlılığın tesadüfen meydana gelmesinin kesinlikle imkansız olduğunu gösterir.
Farklı dalga boyundaki ışıklar farklı renkler demektir. Gördüğümüz bütün renkler belirli bir dalga boyuna ve frekansa sahiptir. Örneğin kırmızının dalga boyu mordan uzundur. Bizim renkleri görebilmemizin sebebi ise gözlerimizin bu hassas dalga boylarını algılayacak ve beynimizin de bunları yorumlayacak şekilde yaratılmasından kaynaklanır.
Işığın dalga boyu "nanometre" adı verilen bir birimle tanımlanır. Bir nanometre ise metrenin milyarda birine eşittir. Örneğin kırmızının dalga boyu 770, koyu morun ise 390 nanometredir. Ancak bu o kadar küçük bir birimdir ki, insanın gözünde canlandırabilmesi kesinlikle imkansızdır. Bu ışıkların bir de frekansları vardır. Bu frekans "hertz" veya saniyedeki devir sayısıyla ölçülür. Bir devir ise dalganın en üst ve en alt noktası arasındaki mesafedir. Işık saniyede 300.000 km yol alır. Eğer dalga boyu daha küçük ise fotonlar aynı sürede daha fazla mesafe kat etmek zorunda kalırlar.
Buraya kadar anlatılan özelliklerden anlaşılacağı gibi bitkinin kullandığı ışık çok özel bir yapıya sahiptir. Bu ışık, hem atmosferde hassas bir elekten geçirilerek süzülür, hem bizim algılayamayacağımız kadar küçük bir mesafe aralığında hareket eder, hem de bilinen en büyük hıza sahiptir. Ayrıca hem dalga olarak hem de foton denilen tanecikler şeklinde hareket ettiği için maddeleri oluşturan atomlara çarparak kimyasal reaksiyonlara sebep olma özelliğine de sahiptir. (Yani ışık hızına çıkılmış oluyor.)
Bu kadar kompleks bir yapıya sahip olan ışık büyük mesafeler katedip bitkiye ulaştığında, özel bir anten sistemi tarafından algılanır. Bitkide bulunan bu anten sistemi o kadar hassas bir yapıya sahiptir ki, sadece bu çok küçük bir dalga aralığında bulunan ışığı yakalayacak ve bu ışığı işleyecek sistemleri başlatacak şekilde yaratılmıştır. Eğer ışık herhangi başka bir değere, hıza veya frekansa sahip olsaydı, pigment (bitkinin anteni) bu ışığı göremeyecek ve işlem daha başlamadan sona erecekti. Pigment ve ışık arasındaki uyum, çok sık karşılaştığımız özel yaratılış örneklerindendir. Örneğin kulak ve ses dalgası, göz ve ışık, besinler ve sindirim sistemi gibi sayısız uyumlu yaratılış örneği mevcuttur. Ne ışık kendi dalga boyunu ayarlar ne de pigment algılayabileceği ışık boyunu seçme şansına sahiptir. Açıktır ki, ikisi de bu sistem için özel olarak yaratılmışlardır.



3.2. RENKLİ BİR DÜNYADA YAŞAMAMIZI SAĞLAYAN MUCİZE!
Işığı emen bütün maddelere pigment adı verilir. Pigmentlerin renkleri, yansıtılan ışığın dalga boyundan, başka bir deyişle madde tarafından emilmeyen ışıktan kaynaklanır. Bütün fotosentetik hücrelerde bulunan ve bir tür pigment olan klorofil, yeşil dışında, görünen ışığın bütün dalga boylarını emer.

Fotosentez işleminde görev alan anten, yüzlerce klorofil ve karotenoid molekülünden ve reaksiyon merkezi olan klorofil a molekülünden oluşur.
Yaprakların yeşil olmasının sebebi yansıtılan bu ışıktır. Siyah pigmentler kendilerine çarpan ışığın bütün dalga boylarını emerler. Beyaz pigmentler ise kendilerine çarpan ışığın neredeyse bütün dalga boylarını yansıtırlar.
(Sanırım ufolarda da diğer tüm ışıkları yansıtan bir metal ve renk kullanılıyor. Bu renk yeşil yada beyaz olabilir. Ufo sadece gerekli olan ışığı emiyor ve gerisini yansıtıyor. )
Örneğin bitkilerdeki klorofil ismi verilen pigmentler hem yeşil rengin oluşmasını sağlayan, hem de fotosentezin gerçekleştiği yerlerdir. Pigment, karbon, hidrojen, magnezyum, nitrojen gibi atomların biraraya gelerek oluşturdukları moleküllerin gerçekleştirdikleri bir yapıdır. İşte bu tür bir pigment olan klorofil hayatın devamında çok önemli bir role sahip olan fotosentezi, hiç durmaksızın gerçekleştirir. Klorofil pigmentinin boyutlarını düşündüğümüzde konunun ne kadar ince ve hassas hesaplar üzerine kurulu olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
250-400 kadar klorofil molekülü gruplar şeklinde organize olarak, "fotosistem" adı verilen ve çok hayati işlemler gerçekleştiren bir yapı oluştururlar. Bir fotosistem içindeki bütün klorofil molekülleri, ışığı emme özelliğine sahiptirler; ama her fotosistemde sadece bir klorofil molekülü gerçekten ışıktan elde edilen kimyasal enerjiyi kullanır. Enerjiyi kullanan molekül, fotosistemin ortasına yerleşerek, sistemin reaksiyon merkezini tespit eder. Diğer klorofil molekülleri "anten pigmentler" olarak adlandırılırlar. Klorofil a olarak adlandırılan reaksiyon merkezinin çevresinde anten benzeri bir ağ oluşturarak reaksiyon merkezi (yani klorofil a) için ışık toplarlar. Reaksiyon merkezi 250'den fazla anten molekülünün birinden enerji aldığında, elektronlarından biri daha yüksek bir enerji seviyesine çıkarak bir alıcı moleküle transfer olur. Yani klorofil a'ya ait olan bir elektron, etrafta dizilmiş bulunan diğer klorofil moleküllerine geçer. Bu sayede zincirleme bir reaksiyon ve elektron akışı dolayısıyla fotosentez de başlamış olur. Bu yüzden pigment dediğimiz organlar fotosentez işlevi içinde hayati bir rol oynamaktadırlar. Bu çok özel yapılı moleküller aynı zamanda çevremizdeki yeşil bitki dünyasını oluşturmaktadırlar.

Not: İleride tarif edilen ufolarda reaktör merkezi olarak üst üste dizilmiş madeni para şeklindeki turuncu plakaların burada tarif edilen granaların olduğunu düşünmekteyim.
3.3. IŞIĞIN SÜRESİ VE ŞİDDETİ
Fotosentez, ışığın şiddeti ve süresine bağlı olarak değişir. Ayrıca, ışığın doğrudan ya da dağılmış olarak gelmesi de fotosentez açısından önemlidir. Doğrudan veya direkt ışık ile bulut, sis ve diğer cisimlere çarparak yayılan ışık arasında önemli farklar bulunur. Doğrudan gelen ışınlar toplam ışığın %35'ini, yayılan ışık ise %50-60'ını oluşturur. Yayılan ışığın fizyolojik kalitesi daha yüksek olduğu için bitkilerin ihtiyacı olan ışık açığı karşılanmış olur.
Bitkilerin fotosentez yapabilmeleri ve hayatlarını sürdürebilmeleri için ısıya ihtiyaçları vardır. Belirli bir sıcaklıkta tomurcuklarını patlatarak çiçek açan, yapraklanan bitkiler, ısı belli bir sıcaklığın altına düştüğünde yaşamsal faaliyetlerini sona erdirirler. Örneğin, genelde ısı 10 derecenin üzerinde olduğunda orman ağaçları büyüme devresine girerler. Tarımda ise bu sınır 5 derecedir. Isı arttıkça kimyasal işlemler de iki ya da üç misli artar. Ancak ısı, 38-45 dereceyi aştığında, bitkinin büyümesi türüne göre yavaşlar, hatta durur.
3.4. FOTOSENTEZİN AŞAMALARI
Bilim adamları kloroplastların içinde gerçekleşen fotosentez olayını uzun bir kimyasal reaksiyon zinciri olarak tanımlamaktadırlar. Ancak, önceki sayfalarda da belirtildiği gibi, bu reaksiyonun olağanüstü hızlı gerçekleşmesi nedeniyle, bazı aşamaların neler olduğunu tespit edememektedirler. Anlaşılabilen en açık nokta, fotosentezin iki aşamada meydana geldiğidir. Bu aşamalar "aydınlık evre" ve "karanlık evre" olarak adlandırılır. Sadece ışık olduğu zaman meydana gelen aydınlık evrede fotosentez yapan pigmentler güneş ışığını emerler ve sudaki hidrojeni kullanarak kimyasal enerjiye dönüştürürler. Açıkta kalan oksijeni de havaya geri verirler. Işığa ihtiyaç duymayan karanlık evrede, elde edilen kimyasal enerji şeker gibi organik maddelerin üretilmesi için kullanılır.
3.4.1. AYDINLIK EVRE
Fotosentezin ilk aşaması olan aydınlık evrede, yakıt olarak kullanılacak olan NADPH ve ATP ürünleri elde edilir.
Fotosentezin ilk aşamasında görev yapan ve ışığı tutmakla görevli olan anten grupları büyük bir öneme sahiptirler. Daha önce de gördüğümüz gibi, kloroplastın bu görev için tasarlanmış bir parçası olan bu antenler, klorofil gibi pigmentlerden, protein ve yağdan oluşur ve "fotosistem" adını alır. Kloroplastın içinde iki adet fotosistem vardır. Bunlar 680 nanometre ve altında dalga boyundaki ışıkla uyarılan Fotosistem II ve 700 nanometre ve üstünde dalga boyuyla uyarılan Fotosistem I'dir. Fotosistemlerin içinde ışığın belirli bir dalga boyunu yakalayan klorofil molekülleri de P680 ve P700 olarak adlandırılmışlardır.
Işığın etkisiyle başlayan reaksiyonlar bu fotosistemlerin içinde gerçekleşir. İki fotosistem, yakaladıkları ışık enerjisiyle farklı işlemler yapmalarına rağmen, iki sistemin işlemi tek bir reaksiyon zincirinin farklı halkalarını oluşturur ve birbirlerini tamamlarlar. Fotosistem II tarafından yakalanan enerji, su moleküllerini parçalayarak, hidrojen ve oksijenin serbest kalmasını sağlar. Fotosistem I ise NADP'nin hidrojenle indirgenmesini sağlar.
Bu üç aşamalı zincirde ilk olarak suyun elektronları Fotosistem II'ye, daha sonra Fotosistem II'den Fotosistem I'e son olarak da NADP'ye taşınır. Bu zincirin ilk aşaması çok önemlidir. Bu süreçte tek bir fotonun (ışık parçası) bitkiye çarptığı anda meydana gelen olaylar zincirini inceleyelim. Söz konusu foton bitkiye çarptığı anda, kimyasal bir reaksiyon başlatır. Fotositem II'nin reaksiyon merkezinde bulunan klorofil pigmentine ulaşır ve bu molekülün elektronlarından birini uyararak daha yüksek bir enerji seviyesine çıkartır. Elektronlar, atom çekirdeğinin etrafında belirli bir yörüngede dönen ve çok az miktarda elektrik yükü taşıyan son derece küçük parçacıklardır. Işık enerjisi, klorofil ve diğer ışık yakalayan pigmentlerdeki elektronları iterek yörüngelerinden çıkartır. Bu başlangıç reaksiyonu fotosentezin geri kalan aşamalarını devreye sokar; elektronlar bu sırada saniyenin milyonda biri kadar bir zamanda yankılanma veya sallamadan kaynaklanan bir enerji verirler. İşte ortaya çıkan bu enerji, bir sıra halinde dizili bulunan pigment moleküllerinin birinden diğerine doğru akar.
Bu aşamada, bir elektronunu kaybeden klorofil, pozitif elektrik yüklü hale gelir, elektronu kabul eden alıcı molekül ise negatif yük taşımaktadır. Elektronlar, elektron transfer zinciri adı verilen ve taşıyıcı moleküllerden oluşan bir zincire geçmiş olur. Elektronlar bir taşıyıcı molekülden diğerine, aşağı doğru ilerlerler. Her elektron taşıyıcısı bir öncekinden daha düşük bir enerji seviyesine sahiptir, sonuç olarak elektronlar zincir boyunca bir molekülden diğerine akarken kademeli olarak enerjilerini serbest bırakırlar.
Sistemin çalışabilmesi için suyun, tilakoidlerin iç tarafındaki alanda parçalanması gerekmektedir. Bu sayede elektronlarını zar boyunca ileterek stromaya ulaştıracak ve orada NADP+'ye (nikotinamid adenin dinükleotid fosfat fotosentez sırasında, Fotosistem I için elektron alan yüksek enerji yüklü bir molekül) indirgenecektir Ancak su kolay kolay parçalanmadığı için bu bölgede güçlü bir organizasyon ve işbirliğine ihtiyaç vardır. Bu işlem için gerekli olan enerji, yol boyunca iki noktada devreye giren güneş enerjisinden sağlanır. Bu aşamada suyun elektronları iki fotosistemden de birer "itme" hareketine maruz kalırlar. Her bir itişin ardından, elektron taşıma sisteminin bir hattından geçerler ve bir parça enerji kaybederler. Bu kaybedilen enerji fotosentezi beslemek için kullanılır.
3.4.1.1. FOTOSİSTEM I VE NADPH OLUŞUMU
Fotosistem I'e çarpan bir foton, P700 klorofilinin bir elektronunu daha yüksek bir enerji seviyesine çıkartır. Bu elektron, elektron taşıma sisteminin NADPH hattı tarafından kabul edilir. Bu enerjinin bir kısmı, stromadaki NADP+'nın NADPH'ye indirgenmesi için kullanılır. Bu işlemde NADP+ iki elektron kabul ederek sistemden çıkar ve stromadan bir hidrojen iyonu alır.
3.4.1.2. FOTOSİSTEM 2 – FOTOSİSTEM 1
Elektronun yörüngesinden çıkması, elektron alıcısına ulaşması ve bunu takip eden birçok işlem, fotosentez için gerekli olan enerjiyi sağlar. Fakat bu işlemin bir defa gerçekleşmesi tek başına yeterli değildir. Fotosentezin devamı için bu işlemin, her an, tekrar tekrar gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu durumda ortaya büyük bir sorun çıkmaktadır. İlk elektron yörüngesinden çıktığı zaman, onun yeri boş kalmıştır. Buraya yeni bir elektron yerleştirilmeli, sonra gelen foton bu elektrona çarpmalı, yerinden fırlayan elektron alıcı tarafından yakalanmalıdır. Her defasında da fotonu karşılayacak bir elektrona ihtiyaç vardır.
Bu aşamada P700'ün kaybettiği elektronun yerine yenisi konur ve stromada bulunan hidrojen iyonu (H+) tilakoidin içine taşınır. Bir foton Fotosistem II'de P680'in bir elektronuna çarparak enerji seviyesini arttırır. Bu elektron diğer elektron taşıma sistemine geçer ve Fotosistem I'de P700'e kadar ulaşarak kaybedilen elektronun yerini alır. Elektron bu taşıma zinciri boyunca hareket ederken, fotondan aldığı enerji, hidrojen iyonunun stromadan, tilakoidin içine taşınması için kullanılır. Bu hidrojen daha sonra ATP üretiminde kullanılacaktır. Bütün canlıların hayatta kalmak için kullandıkları yakıt olan ATP, ADP'ye (adenozin difosfat – canlılarda bulunan bir kimyasal) bir fosfor atomu eklenmesiyle elde edilir. Sonuçta elektron, elektron transferini gerçekleştiren taşıyıcı moleküller, Fotosistem II'nin elektronlarını Fotosistem I'e ulaştırarak, P700'ün elektron ihtiyacını karşılar ve sistem mükemmel bir şekilde işlemeye devam eder.
3.4.1.3. SU-FOTOSİSTEM 2
Ancak bu karmaşık tablo burada bitmez. Elektronlarını P700'e veren P680 bu aşamada elektronsuz kalmıştır. Ancak onun ihtiyacı olan elektronun karşılanması için de ayrı bir sistem kurulmuştur. P680'in elektronları, köklerden yapraklara taşınan suyun, hidrojen, oksijen iyonları ve elektronlar şeklinde parçalanmasıyla elde edilecektir. Sudan gelen elektronlar Fotosistem II'ye akarak P680'nin eksik elektronlarını tamamlarlar. Hidrojen iyonlarının bazıları, elektron taşıma zincirinin sonunda NADPH üretmek için kullanılır, oksijen ise serbest kalarak atmosfere geri döner. Bu kompleks ve üstün tasarım sayesinde kloroplast ve hücrelerin zararlı miktardaki ısı artışından korunması sağlanmış, ayrıca bitkinin NADPH ve ATP gibi asıl ürünleri oluşturması için gerekli olan vakit kazanılmış olmaktadır. Fotosentezin ilk aşaması olan aydınlık evre, bu kadar üstün sistemlerle çalışmasına rağmen aslında bir hazırlık aşamasıdır. Bu aşamada üretilen yakıt niteliğindeki maddeler asıl işlemlerin gerçekleştiği karanlık evrede kullanılacak, böylece bu tasarım harikası sistem tamamlanacaktır.
3.4.2. KARANLIK EVRE
Aydınlık evre sonucunda ortaya çıkan enerji yüklü ATP ve NADPH molekülleri, karanlık evrede kullanılan karbondioksiti, şeker ve nişasta gibi besin maddelerine dönüştürürler.
Karanlık evre dairesel bir reaksiyondur. Bu devre, sürecin devam edebilmesi için reaksiyonun sonunda yeniden üretilmesi gereken bir molekülle başlar. Kelvin devri de denilen bu reaksiyonda NADPH'yle bitişik olan elektronlar ve hidrojen iyonları ve ATP'yle bitişik olan fosfor kullanılarak glikoz üretilir. Bu işlemler kloroplastın "stroma" diye adlandırılan sıvı bölgelerinde gerçekleşir ve her aşama farklı bir enzim tarafından kontrol edilir. Karanlık evre reaksiyonu gözenekler yoluyla yaprağın içine girerek stromada dağılan karbondiokside ihtiyaç duyar. Bu karbondioksit molekülleri stromada, 5-RuBP adı verilen şeker moleküllerine bağlandıklarında dengesiz 6-karbon molekülü oluştururlar ve böylece karanlık evre başlamış olur. Kelvin dairesel reaksiyonunu inceleyelim:

Karbondioksitin stromaya girmesiyle Kelvin devri başlar. (1) Karbon molekülleri, 5-RuBP adı verilen şeker moleküllerine bağlandıklarında dengesiz 6-karbon molekülü oluştururlar. (2) Bu 6-karbon molekülü hemen ayrılır ve ortaya iki tane 3-fosfogliserat (3PG) molekülü çıkar. (3) Her iki moleküle de ATP tarafından fosfat eklenir ve bu işleme fosforilasyon denir. Fosforilasyon sonucunda iki bifosfogliserat (BPG) molekülü oluşur. (4) Bunlar NADPH tarafından parçalanır ve ortaya iki gliseral-3-fosfat (G3P) molekülü çıkar. (5) Bu son ürünün bir kısmı kloroplastı terk ederek sitoplazmaya gider ve glikoz üretimine katılır. (7-8) Diğer kısmı ise Kelvin devrine devam eder ve tekrar fosforilasyona uğrar. Böylece devrin en başındaki 5-RuBP molekülüne dönüşür.
Bu 6-karbon molekülü hemen ayrılır ve ortaya iki tane 3-fosfogliserat (3PG)molekülü çıkar. Her iki moleküle de ATP tarafından fosfat eklenir ve bu işleme fosforilasyon denir. (bkz. yukarıdaki şekil, 2. aşama) Fosforilasyon sonucunda iki bifosfogliserat (BPG) molekülü oluşur. Bunlar NADPH tarafından parçalanır ve ortaya iki gliseral-3-fosfat (G3P) molekülü çıkar. (bkz. yukarıdaki şekil, 3-4. aşamalar) Bu son ürün artık kavşak noktasındadır ve bir kısmı sitoplazmaya giderek glikoz üretimine katılmak için kloroplastı terk eder. (bkz. yukarıdaki şekil, 5. aşama) Diğer kısmı ise Kelvin devrine devam eder ve tekrar fosforilasyona uğrar. Böylece devrin en başındaki 5-RuBP molekülüne dönüşür. (bkz. yukarıdaki şekil, 7-8. aşamalar) Bir glikoz molekülü oluşturmak için gerekli olan G3P molekülünün üretilebilmesi için bu devrin 6 kez tekrarlanması gerekir.
Fotosentezin her aşamasında olduğu gibi bu aşamasında da enzimler önemli görevler üstlenmişlerdir. Bu enzimlerin ne kadar hayati öneme sahip olduklarını anlamak için bir örnek verelim. Fotosentezin özellikle bu aşamasında etkili olan karboksidismütaz (ribuloz 1,5 difostaz karboksilaz) adlı enzim 0,00000001 milimetre (milimetrenin yüzmilyonda biri) büyüklüğünde olmasına rağmen asitleri ayrıştırır, oksitleme işlerini katalize eder.
Bu ne işe yarar? Eğer karbonhidratlar (trioz-heksoz moleküller) hücre içinde belirli bir oranda ve belirli bir yapıda depolanmazlarsa, hücre içi basıncı artırır ve en sonunda hücrenin parçalanmasına yol açarlar. Bu yüzden bu depolama, sıvılardan kaynaklanan iç basıncı etkilemeyen nişasta makromolekülleri şeklinde gerçekleşir. Bu ise enzimlerin 24 saat boyunca yaptıkları sıradan işlerden biridir.
Daha önce de belirtildiği gibi geriye kalan 5 RuBP molekülü ise sistemi yeniden başlatmak için gerekli olan madde ihtiyacını karşılayarak, kesintisiz bir reaksiyon zincirinin kurulmasını sağlamış olur. Karbondioksit, ATP ve NADPH mevcut olduğu sürece bu reaksiyon bütün kloroplastlarda devamlı olarak tekrarlanır. Bu reaksiyon sırasında üretilen binlerce glikoz molekülü bitki tarafından oksijenli solunum ve yapısal malzeme olarak kullanılır ya da depolanır.
3.4.3. ATP (ADENOZİN-TRİFOSFAT NEDİR?
Hücre içinde bulunan çok işlevli bir nükleotittir. İngilizce Adenosine Triphosphate'dan ATP olarak kısaltılır, en önemli işlevi hücre içi biyokimyasal reaksiyonlar için gereken kimyasal enerjiyi taşımaktır. Fotosentez ve hücre solunumu (respirasyonu) sırasında oluşur. ATP, bunun yanısıra RNA sentezinde gereken dört monomerden biridir. Ayrıca ATP, hücre içi sinyal iletiminde protein kinaz reaksiyonu için gereken fosfatın kaynağıdır.
Not: ATP ile yaşayan bir organizma olduğunu düşündüğüm ufonun (İngilizce de critter deniyor) heryerinde, makinenin çalışmasını sağlayan sinyallerin aktarıldığını düşünmekteyim.
Kimyasal Özellikleri
ATP, adenozin ve üç fosfat grubundan oluşur. Adenozinden itibaren sayınca ikinci ve üçüncü fosfat grupları arasındaki bağın enerjisi çok yüksektir. Bu bağın kırılmasıyla ATP, ADP'ye dönüştüğü zaman meydan gelen enerji değişimi, hücre içinde -12 kCal/mol, labortuvar şartlarında ise -7,3 kcal/mol'dür. Açığa çıkan bu büyük enerji miktarı, biyokimyasal reaksiyonlarda ATP'nin bir kimyasal enerji deposu olarak kullanılmasına yarar.


3.4.4. FOSFOR NEDİR? NERELERDE KULLANILIR?
Fotosentez işlemi sırasında da ATP’de kullanılan fosfat, yapay gübre ve bazı ilaçların yapımında kullanılan fosforik asidin tuzu veya esterine deniyor.Atom numarası 15, atom ağırlığı 30.97 olan fosfor, periyodik tablonun 5. grubunda bulunmaktadır. Oksijene olan afinitesinin çok yüksek olması nedeniyle litofil bir elementtir. Ayrıca C, H, N, O gibi canlı bünyelerin önemli bir yapı elementi olması nedeniyle de biyolojik önemi vardır. Bu nedenlerle tabiatta asla serbest halde bulunmaz; fosforik asidin tuzu ve esterleri alinde bulunur. Çabuk alev alan, karanlıkta parlayan basit cisimdir. Yunanca «phos», ışık ve «phoros», taşıyan sözcüklerinden. Beyaz fosfor, çok şiddetli bir zehirdir; balmumu gibi yumuşak olan bu madde suda erimez ve açıkhavada öylesine çabuk alev alır ki, su içinde saklamak zorunluluğu vardır. Kırmızı fosfor, beyaz fosforun ısıtılmasıyla elde edilir. Daha az tehlikeli olduğundan kibrit ve havai fişek yapımında kullanılır. Canlı organizmaların işlemesinde önemli bir rol oynayan fosfor, özellikle kemiklerde, sinir dokusunda ve beyinde bulunur. Fosforun eczacılık, metalürji, tıp ve nükleer fizik alanlarında kullanımı daha sonra başladı.
Fosforışı (Fosforesans)
Beyaz fosfor havada bırakılacak olursa, hafif bir mavi ışık çıkartır. Bu olay, oksijenden hemen etkilenen fosforun, ışık çıkartarak ağır ağır yanmasından ileri gelir: fosforışı denilen işte budur. Bu terim, yaygınlaştırılarak, zayıf bir ışık çıkartan bütün cisimler (hattâ suyosunları, deniz anaları ve ateşböcekleri) için kullanılmıştır.
Günümüzde floresan lambaların içinde kullanılan fosfor, gaz sayesinde olur.içinde bulunan civa gazının Flamanlarca ısıtılarak buharlaştırılması sonucu oluşan gözle görülmez ışımanın camın iç yüzeyine kaplanmış olan floresan adı verilen madde sayesinde parlak, gözle görülebilir bir ışık üretiyor.
Floresan lambalarda, elektrik düğmesine basıldığında, trans-formerden geçen elektrik, tüpün bir ucundaki elektrottan diğerine bir ark oluşturur. Bu arkın enerjisi tüpün içindeki cıvayı bu-harlaştırır. Bu buhar elektrik yüklenerek gözle görülmeyen ült-raviyole ışınları saçmaya başlar. Bu ışınlar da tüpün iç yüzeyine kaplanmış olan fosfor tozlarına çarparak görülen parlak ışığı oluşturur.18 Watt'lık bir floresan lamba, 75 Watt'lık bir ampul kadar ışık verebilir. Yani floresanlar daha az enerji harcayıp, daha çok ışık verirler, yaklaşık yüzde 75 enerji tasarrufu sağlarlar. Işık tek bir noktadan değil de tüpün her tarafından geldiği için daha fazla dağılır. Mavimsi ışıkları daha yumuşaktır ve gözleri yormaz. İleride fosforun ve floresan lambanın ufolarla ne gibi bir ilgisi olduğu üzerinde teoriler yapacağız.