3 Kasım 2012 Cumartesi

AHİLİK

(KIRKAMBAR)

AHİLİK TARİHÖNCESİ’NDE BAŞLAR

-Sonsuzdan Gelir, Sonsuza Gider-



Sunuş
“Güneşin Altında Yeni Bir Şey Yok”: Ahd-i Atik’te Kudüs kralı, Davud’un oğlu (torunu; sg) Vaiz böyle diyor. Bu söz pek genel bir gerçek: Ahilik de; ilk insan kadar eski!..
2000 yılında yayınlanan, “Sokrat ve Eflâtun’dan Günümüze Ahilik” adlı; tezli olduğu adından da belli olan eserimizin “Sunuş” yazısında şöyle demiştik:
“Konunun özü bakımından da şunu söyleyebiliriz ki, Ahiliğin geçmiş yüzlerce, hattâ binlerce yıldaki gelişmesi açısından Sokrat ve Eflâtun, (ve hattâ Hesiodos) bizim vardığımız en eski çıkış noktaları değildir. Çalışmamızda kısaca da olsa değineceğimiz gibi, bizim için Ahiliğin asıl kökleri, onlardan çok daha eski çağlarda, hepimizin ve insanlığın en eski çocukluğundadır. Ahiliğin, evrenselliği ve büyük insancıl bir sırrı haber verişi de, köklerinin Tarih öncesi’nde ve insan ruhunun derinliklerinde olmasından ileri gelmektedir.
Ahiliğin, Sokrat ve Eflâtun öncesi araştırmalarının ayrıca yapılması ve sonuçlarının ortaya konması gerekir. Buna göre bu kitap, bütünlenecek bir çalışmanın bize daha yakın dönemine ait ikinci bölümü olmaktadır. Düşünüyor ve inanıyoruz ki, birinci bölümün araştırılıp ortaya konması, çok daha ilginç olabilecektir.
Morgan’dan beri büyüyerek gerçekleştirilen Kopernikvari bilimsel devrime kendi alanımızdan bir katkı olan bu çalışma, kendisini tamamlayacak olan o birinci bölümü, biz de, onu gerçekleştirecek araştırmacıyı ya da araştırmacıları, şimdiden özlem ve saygı ile selâmlıyoruz. Ancak, diğer işlerimiz ve Vaktimiz izin verirse, olanak bulursak, bu daha önceki döneme ilişkin çalışmayı yapmaya da girişmek istediğimizi belirtmek isteriz”.
Şu anda, 2000 yılından beri gerçekleştirmeyi özlediğimiz çalışmayı tamamlamış, ortaya koymuş olduğumuz için büyük mutluluk duyuyor ve şükrediyoruz. Aslında kuşkusuz, bu çalışmayı bizim yerimize bir başkası ya da başkaları yapsaydı, o zaman bu; konunun bizim dışımızda da, gereğince benimsenmiş olması bakımından, çok daha sevindirici olabilirdi. Ama bu; Ahilik konusunda 2000 yılında yayınladığımız kitabı, tükenmiş de olsa, gereğince kamuoyuna mal edememiş olarak da; belki biraz fazla şey istemek. Şimdilik bu kadarını biz yapalım da, bu yüce ve evrensel konu, herhalde başka izleyiciler tarafından çok daha ilerilere de götürülecektir. Buna inanmasak, bu çabaya kendimizi nasıl bu denli verebilirdik?..
Tüm yanlış düşüncelere karşı; Ahiliğin öncelikle, “Felsefecil ve Ahlâkcıl” bir gerçek olduğunu, elimizden geldiğince belirtmeye çalıştık. Ahiliğin “evrensel”liğini ve genel-geçerliğini, 2000’deki çalışma sırasında da sezmiştik. Ama, bu evrenselliğin, somut olarak, bizi nerelere kadar götüreceğini, henüz hiç değilse kesin olarak, bilmiyorduk. Bu konuda çalışmaya başlayınca, bir yandan özellikle Sümerler’i, bir yandan da, Orta Asya’yı, oradaki eski Türkleri ve dünyanın hemen her yerindeki ilkelleri gördük ve bu kitapta görüldüğü gibi, bütün bu geçmişleri az ya da çok anmak olanağını bulduk.
Kitabımızın temel bir ilkesi, ünlü; “Güneşin altında yeni bir şey yok” sözüdür, diyebiliriz. Bütün bunlara göre, kitaba ilkin, “Ahilik Tarihöncesi’nde Başlar” adını vermeyi düşündük. Sonra bu adı Fütüvvetnamelerin açıklamalarını da dikkate alarak; “Sonsuzdan Gelir, Sonsuza Gider” alt başlığı ile de tamamladık. Fakat, konular çeşitlendikçe, bu bileşik adın da yeterince kapsayıcı olmayabileceğini düşündük ve kitabın adının en başına: “Kırkambar” sözcüğünü ekledik. Eserin adı, işte böyle meydana geldi.
Fakat bu kitapta da, bütün bunlardan önce, Ahilik ile ilgili olarak, genel, en genel konulara değinmek gereğini ihmal etmedik. Bu genel konular içinde ve en başta, bir alan temizliği yapmaya da önem verdik. Gerçekten, hemen bütün büyük Fütüvvetnamelerde ve örneğin, Tuhfat-Al-Vasaya’da ve Çobanoğlu Burgazî Fütüvvetnamesinde de önemle belirtildiği gibi, Fütüvvet: Yiğitlik ya da Ahilik; ne yazık ki, kendisinden başka hemen her şey ile doldurulmaya ve değerinden büyük ölçüde düşürülmeye pek açık olup, bunun sonucu ile de karşılaşmış bulunuyor.
Bu konudaki eleştiri ve arındırma görevimizi elimizden geldiğince yaptık. Ama ne yazık ki, bu işi, tamamladığımızı söyleyebilecek durumda değiliz. Çünkü bu, bilerek ya da bilmeyerek yapılan kirletme; herhalde şu anda bile sürüyor. Bunların hepsini nasıl bilebilir, onlara nasıl yetişebilir ve bu arındırmayı nasıl tamamlayabiliriz ki?..
Şunu da açık açık söyleyelim: Ahiliği, bozulmalara karşı savunmada, burada yazdıklarımızla biz; eserlerinden örnekler verdiğimiz klasik Fütüvvetname yazarlarından; örneğin Harputlu Nakkaş İlyas oğlu Ahmed ve Çobanoğlu Burgazi denli ağır eleştiriler yapmış, gerçekleri onların söylediği kadar yakıcı bir biçimde söyleyebilmiş de değiliz. İtiraf edelim: Bunu şunun için de söylüyoruz ki; kimse, bizim söylediklerimiz karşısında, haksız ağır sözler karşısında kalmış gibi konuşmaya ve bilerek bilmeyerek kendilerini de, dinleyen ya da okuyanları yanıltmaya kalkmasın. Şunu da ekleyelim: Ne yazık ki; günümüzde, bu konuda yanımızda yer aldıklarını söyleyebileceğimiz yazarlar, yok denecek kadar az. Yine de, “Hak ver” diyen Ahi Yol’undan aldığımız tutumumuzun er geç anlaşılacağını umuyoruz.
Bu kitapta; Genç, Ahilik (Yiğitlik) ahlâkının; Plotinos’çu, İnsanlığın yaşlılık ahlâkına karşı çıkışından da söz ettik. Ayrıca, Ahilik konusundaki değerli çalışmalara, katkılara; ele aldığımız konularla ilgili olduklarında, elimizden geldiği kadar, çalışmamızda yer verdik ve onlardan yararlandık. Kuşkusuz, özellikle bilinen klasik Ahilik konusunda; Abdülbaki Gölpınarlı’nın, Prof. Dr. Fuat Köprülü’nün, Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’in, Prof. Dr. Franz Taeschner’in, Prof. Dr. Neşet Çağatay’ın, Prof. Dr. Mikâil Bayram’ın, Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın eserleri en başta geliyordu ve biz de, daima kritik bir tutumla, onların ve anamadıklarımızın bu konudaki eserlerini, önemlerince ele aldık.
Burada yeri geldiği için söyleyelim ki; bu eserde, XII. Bölümde, Nasreddin Hoca başlığı altında da değindiğimiz gibi; bu çalışmamızda, değerli Prof. Dr. M. Bayram’ın da haklı olarak istediği üzere; hem de, “yaran (dostlar) ve ağyaran ne der?”demeden; örneğin A. Gölpınarlı’nın ve başkalarının çalışma ve görüşleri gibi, kendisinin çalışma, buluş ve bulgularından da geniş olarak yararlandık. Genel tutuma karşı, onları asla görmezden gelmedik, aksine kendi görüşümüzce değerlendirdik.
Bizde, Prof. Dr. M. Bayram’ın da yakındığı gibi; halâ bilimsel yardımlaşma, bir araştırıcının bulduğunu alıp, değerlendirip, onu kendince ileriye götürme ahlâkı ve alışkanlığı yok. Aksine, Prof. Dr. Bayram’ın, Nasreddin Hoca ile ilgili kitabında sözünü ettiği, Tarih ve Toplum dergisi yazarlarının da belirttikleri gibi; korkunç derecede koyu, öldürücü, yok edici, bir “Kıskançlık” var. Her yenilik, “bid’at” ve adeta “küfr” sayılıyor. Şimdi artık, böyle bir buluş ya da bulguya dayanılarak varılan görüşlere susulur mu, ne denir, herhâlde göreceğiz.
Bu kitapta, “Bacıyan-ı Rum” gerçeğinden hareket ederek, hemen en ilkel çağlara kadar, kadınların Ahilikteki önemli yerini gereğince belirtmeye çalıştık. Ahilik konusunda, yakın dönem araştırmalarında, Fütüvvetnameler’in büyük ölçüde ihmâl edilmiş olduğunu dikkate alarak ve öncelikle, rahmetli Hocamız Abdülbaki Gölpınarlı’nın son derece değerli çevirilerinden yararlanarak, çalışmamızda bu konunun da hakkını vermeye çalıştık. Bu bağlamda, “Fütüvvetname” tanımı üzerinde de, gördüğümüze göre ilk bir kapsamlı tanım yaparak, tezlerimizi bu bakımdan da genişlettik.
Hz. Mevlâna’nın Ahilik konusundaki çok önemli yerini kısaca olsun belirttik. Ayrıca, Ahilik ile esnaf ve sanatkârların ilişkisini de ele alarak; Ahiliğin, tüm toplum ve insanlık için olduğu gibi, esnaflar için de bir yol gösterici ve öğüt verici olduğunu; yoksa, onların ve hiç kimsenin, salt bir öğünme aracı olmadığını belirttik. Bu konuda, Prof. Dr. Sabri Ülgener’in ve başkalarının eleştirel görüşlerinden de yararlandık.
Üzerinde pek durulmayan, Ahiliğin, Ahi Evren öldürüldükten ve bu merkeze karşı bir dönem çok büyük düşmanlık beslendikten sonra; “Tarihte Spiral Gelişim” kuralına uygun olarak, Kırşehir’den değil, Bilecik’ten yürümüş olduğu gerçeğine önemle dikkat çektik. Daha sonra, yine tarihin gelişim kuralları, yasaları gereği; Osmanlı’da İmparatorluğa geçilmesiyle birlikte, “Ahilik’te yer alan ve Fatih Sultan Mehmet ile başlayıp, Yavuz Sultan Selim ve daha başka Padişahların dönemlerinde sürdürülen; büyük boşluk ve Zaviye’den Lonca’ya geçiş” üzerinde de önemle durduk.
Bu geniş açıdan bakışla; Türkiye’de il ve bölgelere göre, bazı Ahilik önderlerini de ilk olarak andık ve bu araştırmanın da, bütün ülke ölçüsünde genişletilmesi görevine dikkat çektik.
Ahi Evren konusunda gerçek bilgileri ortaya çıkaran Prof. Dr. Mikâil Bayram ile görüşerek; “Ahi Evren’in Kayıp Fütüvvetnamesi”nin ortaya çıkarılması ve konunun aydınlatılmasına katkıda bulunduk. Ahi Evren’in çok yönlü kişiliği konusunu da, bir giriş olarak, problematik bir biçimde ele aldık. Ayrıca, İslâm dünyasında, Fütüvvetçiliğin gelişmesinde, Filozof İbn Miskeveyh’in yerini de, eserinden örnekler vererek belirttik. Ahi Evren üzerinde, bir çok yönden, Eş’arî’liğine kadar, geniş olarak durduk
2000’de yayınlanan kitabımızın büyük bir eksiği olan, Aristoteles’in, “Nikomakhos’a Etik” adlı eserini; tarih bakımından en eskilikte, Sümerler’dekine göre, ikinci sıraya düşmüş olan Eflâtun’un Fütüvvetnamesi’nden sonra, “Üçüncü En Eski Fütüvvetname” olarak belirledik ve bu “Fütüvvetname”den de örnekler verdik.
Tarih Biliminin Babası denen Herodot’tan; Solon-Krezüs ilişkisi olayını, Pers kralı Kurus’un bu olay karşısındaki saygısını aktardık. Büyük din ve ahlâk önderleri Buddha’dan, Zerdüşt’ten, Konfüçyüs’ten, Lao-Tsze’den kısa örnekler ile birlikte, önceki kitabımızda Hristiyanlık ve Müslümanlık için yaptığımız gibi; bu geniş dönemin büyük dini olan Musevîlik’ten de örnekler verdik. Böylece, Ahilik ile ilgili bu iki kitabımızda; insanlık tarihinin bütün peygamberlerini, Ahiliğe etkileri nedeniyle, bilimsel gerçek gereği anmış ve onların getirdikleri kitaplardan ve söyledikleri sözlerden örnekler vermiş olduk.
Ahiliğin, insanlığın başlangıcındaki “Komün” ile köklü bağlantısı üzerinde, Osman Nuri Ergin’in ve Dr. H. Kıvılcımlı’nın açıklamalarından da yararlanarak, önemle durduk. Ünlü Antropolog L. H. Morgan’ın, “Eski Toplum” adlı kapsamlı eserinden de yararlandık ve “Tarihöncesi”ndeki Ahilik’i daha somutlaştırarak örnekledik.
Sonra, büyük Sümerolog, S. N. Kramer’in eserlerinden yararlanarak, Sümer tarihine girdik, örnekler verdik ve bazı mesleklerde, Sümer esnafının Pîrlerini, o dönemden bazı Ahilik öğütlerini ve özellikle; bilinen, “En Eski” olarak nitelediğimiz, “Ur-Nammu Fütüvvetnamesi”ni, başka bir çok örnekle birlikte, yine özellikle; 6-7 bin yıl önceki Sümerler’de, İhtisab’ın ilk Pîri, Hendursag’ı gördük ve kitabımızda sunduk. Burada anamadığımız daha pek çok konuya değinerek, Ahiliği en kapsamlı biçimde açıklamaya çalıştık.
En sona da; Prof. Dr. Cahit Tanyol’un, “Sanat ve Ahlâk” adlı eserinden, Eflâtun’un, Lakhes adlı diyaloğunda işlenen “Cesaret” (Yiğitlik) bölümünü ve bizim, “Sokrat ve Eflâtun’dan Günümüze Ahilik” adlı kitabımızın gözden geçirilmesi’ni, kısaca ekledik.
Şimdi de teşekkürlerimize geliyoruz. Bu kitap için, öncelikle rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı’ya, değerli Prof. Dr. Mikâil Bayram’a ve yararlandığımız öbür bilim insanlarımıza teşekkürlerimizi sunuyoruz. Fakat, 2000’de yayınlanan kitaptan çok önemli bir teşekkür borcumuz kaldı ki, o ihmâlin acısını yıllarca çektik. Şimdi o eksiği, olabildiğince gidererek, bu acımızı dindirmeye çalışacağız.
Şöyle ki, Sokrat ve Eflâtun’da Ahiliği bulmamızı, çok büyük ölçüde, rahmetli hocamız Prof. Dr. Macit Gökberk’e borçluyuz. Eğer Prof. Dr. Gökberk, 1950’li yılların sonlarında, İstanbul Üniversitesi’nde felsefe okumaya başladığım ilk yıllarda; Eflâtun (Platon)’un Lakhes diyaloğu üzerine, o zevkle ve ilgi ile izlediğimiz Semineri yapmasaydı; ben hemen hemen kesinlikle eminim ki, Eflâtun’da da, Sokrat (Sokrates)’ta da, Ahiliği bulamaz; başka bir çokları gibi, aradaki bağlantıyı göremez; bu yargıya: bilgiye: buluşa ulaşamazdım. Bu nedenle bu kadar gecikmiş de olsam, Hocama, bütün içtenliğimle teşekkür ediyorum.
Bu eser için de, Önsöz’ü yazmış olan değerli Prof. Dr. Afşar Timuçin arkadaşıma, kapak resmi konusundaki yardım ve katkılarından ötürü değerli Prof. Dr. Refik Duru arkadaşıma ve Prof. Dr. Gülsün Umurtak’a, bu eserin yayınını olabilen en üstün doğruluk ve güzellik düzeyinde sağlayan Uranus Yayınevi’ne, onun değerli sahip ve yöneticileri; Sayın Nurhayat ve Erdal Yazıcı dostlarıma ve bu yayına emeği geçen herkese içten teşekkürlerimi sunar, bu çalışmanın da; kültürümüze, halkımıza, bilim dünyasına ve insanlığa yararlı olmasını dilerim. SADIK GÖKSU


İÇİNDEKİLER
Prof. Dr. Afşar Timuçin: Önsöz
Sunuş
Giriş
I. Bölüm. Genel Bilgiler: A) En Üstün Ahlâk Yolu Olan Ahilik; Tarihcil, Ekonomik,
Sosyolojik, İnançsal Olduğu Kadar, Öncelikle; Felsefecildir!..
B) Ahilik Üzerine Açıklamalar: a) Ahilik Üzerine: Ord. Prof. Dr. H. Z. Ülken’in; “Teşkilâtlı Tasavvuf” ve A. Gölpınarlı’nın; “İdeoloji” olduğu görüşleri.
b) Ahiliğin Özü; Yiğitlik, Bilgelik, Doğruluk, Kardeşlik ve Çalışmak’tır.
c) Ahilik ve Fütüvvet İlişkisi: “Fütüvvet:Yiğitlik”; Yol’un Arap Kökeni ve Döneminin, “Ahilik: Kardeşlik” Onun Türk Kökeni ve Döneminin Adıdır.
d) Ahilik; Tarikat mı, değil mi?..
e) Ahiler; İnançta Sünnî Midir, Alevî Mi?..
  1. f) “Ahi Evren mi, Ahi Evran mı?” Tartışması, “Akılık” Direnişi ve “Ahi Ervan-ı Velî”, “Ahirmen”, vb yanlış ve sorumsuz söylemleri.
g) Çağdaş, “Hak Alınıp, Verilmeyen”; Sözde Bilimsel; Folklorik, Pseudo Ahilik!..
h) Yüce Ahlâk Felsefesi Ahiliğin Önü Nasıl Kesildi; Ahiliğe Aykırı Ortam Nasıl Oluştu ve Sonraki Bazı Uyanış Çabaları
ı) Ahiliğe Gerçekten Hizmet Ediyor Muyuz, Bunun İçin Ne Yapmalıyız?
i) Tanrısal Ahilik ve onun Esnaf ve Sanatkârlara Emanet edilişi.
j) Kırşehir’de; yakın tarihte ve günümüzde Ahilik ve “İKRAR (SÖZ)” Alıp; “ŞEDD KUŞATMA TÖRENİ”
k) Esnafın Ahiliği de; Teşkilât Kademelerine Aynen Yansımaz.
l) Evliya Çelebi’ye, O. N. Ergin’e ve C. Cahit Güzelbey’e göre Bazı Esnaf Pirleri.
m) Prof. Dr. Neşet Çağatay’ın “Bir Türk Kurumu Olan Ahilik” Kitabından
aa) Bazı “Esnaf Levhaları”, bb) Esnaf ve Sanatkârlara ait bazı dövizler.
n) Hacıbektaş’ın, Nevşehir’den alınarak; yeniden Kırşehir’e bağlanması görevi.
C) Yiğitlik, Cesaret ve Yaşam Üzerine: Ahilik; Herkese, Her Zaman Gereklidir.
D) Felsefecilerin; Eflâtun’un, Ahilik: Yiğitlik Ahlâkından Uzaklaşması ve Bunun Ahlâka Olumsuz Etkisi.
E) Fütüvvetnameler Ahilik için ne diyor?.. Ahilik, herkeste vardır. Yeter ki, bilinsin ve geliştirilsin!..
F) Prof. Dr. A. Y.Ocak, Tarihi Altüst Ediyor: Şeyh Edebali, Vefaî Olursa; Ahi Olamaz Mı? Ahilerin Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda rolü yok mu?..
II. Bölüm. Ahilik, İnsancıldır; İnsan da, Erkek ve Kadındır ve Aile; Başlangıçta Anaerkildir.
İnsanın Yarısının, Kadının; Uzak Geçmişi.
7 ilâ 5 bin yıl önce Mezopotamya, Mısır ve çevresinde Anaerki.
Anadolu, Eski Yunan ve çevresinde Anaerki.
Anaerki’nin sürdürülmesinde Amazonlar.
Egemenlikte Çılgınlığa Varan Kadınlar.
Arkeolojik bulgular olarak Kadın Tanrıçalar.
Ege’deki bazı Anaerkil Tanrıçalar.
III. Bölüm. Fütüvvetnameler; Ahiliğin yönetmelikleri, yasalarıdır: “Fütüvvetname” Konusunun Açıklanmasına Giriş.
A) Üstad Tarihçi N. Çağatay; Felsefecil Ahiliğin; Tarih Alanını Aştığını Fark Ediyor!..
B) Fütüvvetnameler; Ahlâk, Yol: Meslek Kitaplarıdır ve Bütün Ahlâk ve Din Kitapları
da, Ayrı Türde Fütüvvetnamelerdir.
C) Prof. Dr. Franz Taeschner’in Ahilik Araştırmaları
D) Üstad A. Gölpınarlı’nın; Paha Biçilmez, Fütüvvetname Çevirileri
E) İslâmiyet öncesinde Fütüvvet sözcüğü ya da kavramı yok mu?..
F) İslâm tarihinde; eski ve önemli Fütüvvetnameler.
a) “Harputlu Nakkaş İlyas oğlu Ahmed: Tuhfat-Al-Vasaya
b) “Müellifi Meçhul Fütüvvetname”.
c) “Fütüvvet-Nâme”. Necm-i Zerkûb.
d) “Abd-al-Razzak Kâşânî. Tuhfat-Al-İhvan Tercümesi”.
e) “Alâ-al-Devle-i Semnânî. Fütüvvet Hakkında Risale”.
f) “Nâsırî. Fütüvvetname nüshası”.
g) Çobanoğlu Burgazî’nin yazdığı; ilk Türkçe “Fütüvvet-Nâme”.
İslâm uygarlığının, Eflâtun ile önemli bir bağlantısı daha.
Üstad A. Gölpınarlı’nın; Tarîk: Yol açıklamalarının devamı.
h) “Şeyh Seyyid Gaybioğlu Şeyh Seyyid Huseyn’in “Fütüvvet-Nâme”si.
ı) “’Fütüvvet-Nâme-i Sultanî’ ve Fütüvvet hakkında bazı notlar”
i) Külhan-Beyler’in Fütüvveti ve Pîrleri Lây-Har.
IV. Fütüvvetnamelerin İşlevi, Türü ve Değeri
Filozof Eflâtun; İnsanları Tanrı ile İnandırma Çaresini Buluyor!..
V. Bölüm. Ahilik; Yerel ve Zamancıl değil, Evrenseldir.
Abdurrahman Sülemî’nin 10. yüzyılda yazdığı ve klasik olarak; en eski kabul edilen
Fütüvvetnamesi de Evrensellik Diyor.
Kabusname de, Bir Yeri Değil; Evrenselliği gösteriyor.
Harputlu İlyas oğlu Ahmed’in; Tuhfat-Al-Vasaya’sında Evrensellik.
Necm-i Zerkûb’un Fütüvvetname’si ve Evrensellik.
Yazarı bilinmeyen Tuhfat-Al-İhvan ve Alâ-Al-Devle-i Semnânî’nin;
Fütüvvet hakkında Risale’sinde Evrensellik.
Burgazî ve Gaybioğlu’na göre de, Fütüvvet (Ahilik), hem Zamanda, hem de
Mekânda Evrenseldir.
VI. A) Hz. Mevlâna’nın; “Çalışma”yı ve “Kişi İradesi”ni, “Çalışmadan Tanrı’dan
Bekleme”ye ve “Kaderciliğe” Karşı Savunması.
B) Prof. Dr. Mikâil Bayram’ın, Mevlâna’ya eleştiri ve övgüleri.
VII. Bölüm. Ahilik Konusunda Toplu Bir Görüşe Doğru. A) Eflâtun ile Ahi
Evren’in Çok Önemli Bir Bağlantısı ve Öbür Fütüvvetnamelerin Büyük Bir Eksiği.
B) A. Gölpınarlı’nın neden olduğu, kendisi ve başka bilginlerimiz için kötü sonuçlu
bir sınav: “Ahı” mı? “Ahî” mi? “Ahu” mu? “Âhi” mi? “Ahi” mi?..
C) Bizde; “Yabancı adları, terimleri kullanış sorunu”, Batı’da?.. Doğu’da
Sokrates, Sokrat; Platon, Eflâtun olurken; Batı’da, Farabî, Al-Farabus; İbn-i Sina, Avicenna; İbn-i Rüşd, Averroes olmadı mı?..
D) Fütüvvet, Ahilik ve Esnaf üzerine Eleştirel Görüşler: Prof. Dr. Sabri F. Ülgener diyor ki.
E) “Fetvalar Işığında Osmanlı Esnafı” Yazarı Dr. Tahsin Özcan’ın; Fütüvvet,
Ahilik ve Esnaf Üzerine Önemli Bir Değerlendirmesi
VIII. Bölüm. Prof. Dr. M. Bayram’ın Bulguları“, İbn-i Batuta’nın Gözlemleri,
Çandarlı Vezir Ailesi ve Ahi Evren ile İlgili Büyük Bir Yanılgı.
IX. Bölüm. Spiral Gelişim ve Abbasîler ile, İslâm Tarihinde; Ahilik’te Olanı
da Aşan, Siyasal Güç Kayması.
X. Bölüm. A) Osmanlı Tarihinde İmparatorluk Döneminde; Ahilik’te Yer Alan Büyük
Boşluk ve Zaviye’den Lonca’ya Geçiş.
B) Fatih S. Mehmet, Çandarlılar ve Bağımsız Tutumları nedeniyle Ahiliğin adını bile yasaklarken; Esnafı ihmâl etmedi ve örneğin, “İstanbul Saraçhanesi”ni kurdu.
C) 20. Yüzyılda Ahiliğin Araştırılmaya Başlaması ve Türkiye’de Ahiliğe hizmet edenlerden Bazıları.
XI. Bölüm. A) Genç İnsanlığın Yiğitlik Ahlâkı; Çokça Plotinos’çu Yaşlılık
Ahlâkımızı Eleştiriyor!..
B) Aykırı Görüşler: a) B. de Mandeville: “Toplumu Geliştiren Erdem
Değil, Erdemsizlik; Tokgözlülük Değil, Açgözlülüktür”!..
b) Colquhoun: “Fakirlerin Emeği Olmaksızın, Uygarlık Olamaz”!..
XII. Bölüm. Türkiye’de İl ve Bölgelere Göre Ünlü Ahiler ve Ahi Grupları.
Adanada, vb. Dadaloğlu.. Aksaray’da Pîr Ali; Akşehir’de Nasreddin Hoca. Akçakoca’da,
Akçakoca. Amasya’da, Baba İlyas ve Baba İshak.
Anadolu’da, Balkanlarda, vb. Sarı Saltuk.
Ankara’da, Atatürk, Hacı Bayram-ı Velî, Ayaşlı Bünyamin, Ankaralı Hüsameddin, Seymenler. Antalya’da, Abdal Musa ve Kaygusuz Abdal.
Aydın’da, Yörük Ali Efe, Efeler, Zeybekler…
Bilecik’te, Şeyh Edebali, Osman Gazi. Bolu’da, Köroğlu, Göynük’te, Bıçakçı Ömer Dede.Edirne yakınlarında Simavna’da, Şeyh Bedrettin.
İstanbul’da, Gelibolu, Bolayır’da, Namık Kemâl, General Ali Fuat Cebesoy, Kâzım Karabekir Paşa, Mehmet Akif.
XIII. Bölüm. Fütüvvetname’si çalınan, Yüzyıllarca ve Bugün de Halâ,
Fütüvvetnamesiz Bilinen; Ahiliğin Pîri Ahi Evren ve Pîr’in adsız Fütüvvetnameleri!..
Kınalızade’nin Ahlâk-ı Alâî’si ile Günümüze Gelen; Ahi Evren’in Kayıp
Fütüvvetnamesi.
Filozof İbn Miskeveyh’in; Ahi Evren’in de Yararlandığı, “Ana Fütüvvetname”si
ve Prof. Dr. M. Bayram.
İbn Miskeveyh’in Eseri ve Fütüvvetname’ler ile Büyük Benzerliği.
Ahi Evren’in Çok Yönlü Kişiliği: Hem Filozof-Bilgin, Hem Hekim, Hem Eczacı,
Hem Vezir, Hem Teşkilâtçı, Hem Şafiî Fakihi, Hem Ahilerin Pîri, Hem Debbağ: Esnaf!..
XIV. Bölüm. Anadolu Ahiliği ve Ahi Evren Üzerine Yeni Bilgiler:
A) “Anadolu Selçukluları Zamanında, Belediye ve Güvenlik Görevleri,
Ahiler Tarafından Yürütülmekteydi” B) Ahiler ve Ahi Evren, Şafiî ve Eş’arî mi idiler?
C) “O Dönemde Hanefî Sözü ile (Akılcı; sg) Mu’tezile Mezhebi Kastediliyordu.”
D) “Ahi Evren, Eş’arî Mezhebindendir ama, Akliyeci (Rasyonalist) bir fikir adamıdır”.
XV. Bölüm. Filozof Aristoteles’in İ.Ö. 5. Yüzyılda Yazdığı, “Bilinen” 3. En
Eski “Fütüvvetname”: “Nikomakhos’a Etik”
XVI. Bölüm. İsa’nın Doğumundan, Tarihöncesi’ne; Ahilik Yıldızının Parladığı
Bazı Anlar.
Ünlü Bilge Solon; Kroisos (Krezüs: Karun) ve Kyros (Kurus).
Hristiyanlık öncesinde kurucuları bilinen dinler.
Buddha ve Buddha’cılık.
İ.Ö. 6. Yüzyılda, Çin’de Bir Bilge: Konfüçyüs.
İ.Ö. 6. Yüzyılda, Lao-Tsze: Taoculuk
İ.Ö. 7. Yüzyıl. Zerdüşt Dini: Kutsal Ateş Kıvılcımı
XVII. Bölüm. Vahye Dayandığına İnanılan İlk Din: Yahudilik-Musevîlik.
Tevrat’tan Sonrası.
Roma’lı Titus; Kudüs’ü Yıkar.
Günde 500 Kişi Çarmıha Geriliyordu!..
Sabatay Zvi (Sevi) ve Sabataycılık.
XVIII. Bölüm. Ahiliğin; İnsanlığın Ana Rahminde, Tarihöncesi’nde, Komün
(Gens: Kan, Klan, vb.)’de; “Komün Gücü” Olarak Doğuşu!...
Osman Nuri Ergin’in “Komün” Üzerine Çok Değerli Açıklamaları.
Dr. H. Kıvılcımlı, Toplum Biçimleri ve “Komün” Üzerine Diyor Ki.
XIX. Bölüm. Tarih-Tarihöncesi; ve İnsanlığın Doğuşunda Yaşanan Ahilik.
Antropoloji’nin Babası L. H. Morgan’a Göre; “Başlangıçtaki Ahilik: Kardeşlik”.
İnsanlığın İlk Sözü: “Ahi: Kardeşim” Mi İdi?.. “İrokua Fratrisi”
Folklor’cu Bakış, “Dar Görüş”; Evrensel Ahiliği Anlayamaz
Morgan; Başka Topluluklarda da, Fratri’yi: Kardeşliği (Ahiliği) Anlatıyor.
İnsanlığın Doğuşunda Yoğunlukla Yaşanan Ahilik.
XX. Bölüm. Tarihöncesinde, İlk İnsanla Doğan Ahilik; Sümerler ile Tarihe Girer.
“İnsanlığın İlk ve Uzun Altın Çağı”: Sümerler.
Sümerlerde Ahilik Yıldızının Parlayışı ve Esnafın Tanrıları: Bilinen En Eski Pîrleri.
Sümerler’de “Şedd Kuşatma Töreni” mi? Ahi baba’lar: Kent Babası, Okul Babası…
Yiğitlik, Kahramanlık; Atatürk ve Enmerkar.
Sona Eren, İnsanlığın “Altın Çağı”; Tevrat’tan ve Hesiodos’tan Çok Önce,
Sümer Destanında; İş (Ahilik) Öğütleri.
XXI. Demokrasi’nin Asıl Beşiği Sümerler’de!..
XXII. Bilinen En Eski Toplumsal Reformcu: Urikagina ve Bazı Reformları!
Yasa Koymak İçin; Yiğitlik, Bilgelik; (Ahilik) Gerekmez
Mi? “Yasa Kitabeleri: İlk ‘Musa’”: Ur-Nammu ve İlk Fütüvvetname!..
İnanna’nın; Uygarlığın Temel Taşları Me’leri Uruk’a Getirişi ve En Eski Meslekler.
Etik: İlk Ahlâksal Ülküler.
Acı Çekme ve Boyun Eğme: İlk Eyüp.
Ejderhanın öldürülmesi: ilk “Aziz George”.
Gılgamış Masalları: İlk edebî ödünçleme Örneği.
Destan Edebiyatı: İnsanlığın ilk Kahramanlık Çağı.
İlk ‘Hasta Toplum’ (“Fütüvvet’ten Bilinen en eski Düşüş”!..).
Huzurun, Barışın, Mutluluğun Kralları: Lugalzagesi, Gudea, Şulgi!..
Sümer Kralı Ur-Nammu’nun yukarıda verdiğimiz, “Bilinen En eski Fütüvvetname”sine ek!..
XXIII. Sosyal Adalet ve İlk “Dar-ı Mansur” Tanrıçası Nanşe ile Ahilik’te
Çok Önemli Bir İlk: İhtisabın Pîri; Hendursag!.. Kazma ve Saban: Emeğin İlk Zaferi.
XXIV. Kaybolan Dünya: Dönem dönem, “Ölüp dirilen Ahilik”!..
XXV. Prof. Dr. Mübahat Türker Küyel’in; Genel Olarak Ahilik ve
Özel Olarak Sümerler Konusuna Paha Biçilmez Katkıları.
Prof. Dr. M. T. Küyel’in Uluslararası Ahilik Sempozyumu Bilkdirisi.
Prof. Dr. M. T. Küyel’in; İ. Sinâ’nın Doğumunun Bininci Yılı Bildirileri: Sümer Türklerinden; “Eski Yunan Yoluyla Gelen” Ahilik ve Felsefe.
Sümerler’de, Kutatgu Bilig’de ve Tüm Türk Kültüründe Kut.
Farabî; On Akıl Dokuz Felek, Edilgin, Etkin ve Hep Etkin Akıl.
Sümerler’in Ziu Sudra’sı ve Yunanlılar’ın Prometheus’u.
Prof. Dr. M.T. Küyel’in İkinci Bildirisi: “İbn Sînâ’da ‘Al-‘Akl Al-Fa’âl (Hep Etkin Akıl)’in kökleri”.
Farabî: “Felsefeyi İlkin Kaldeliler (Mezopotamyalılar –Sümerler-) Bulmuştur”!..
Prof. Dr. M. T. Küyel’in Üçüncü Bildirisi: “İbn Sînâ’nın ‘Al-‘Akl Al-Fa’âl’ine Bir Adım Olarak Fârâbî’de Siyaset.
Prof. Dr. M. T. Küyel’in Dördüncü Bildirisi: İbn Sînâ ve ‘Al-‘Akl Al-Fa’âl’.
Tarih Tekerrür Mü Ediyor? Prof. Dr. Küyel’in de, Farabî ve İbn Sina Sevaplarından Önce; İşlediği Büyük Günahları Varmış!..
Ekler: I. Prof. Dr. Cahit Tanyol’un “San’at ve Ahlâk” Adlı Eserinde; Antik Yunan’da “Cesaret: Yiğitlik” Kavramının Olgunlaşması Bölümü.
Ek: II. “Sokrat ve Eflâtun’dan Günümüze Ahilik” Kitabımızın Gözden Geçirilmesi ve Bazı Açıklamalar.



I. BÖLÜM
  1. EN ÜSTÜN AHLÂK YOLU OLAN AHİLİK;
TARİHCİL, EKONOMİK, SOSYOLOJİK VE İNANÇSAL OLDUĞU KADAR,
ÖNCELİKLE; FELSEFE’CİLDİR!..
Bilgi teorisi gösteriyor ki; insanlar ancak; gözlerine, birikimlerine, kavrayışlarına uygun olan; güçlerini, kavrayışlarını aşmayan konular ile ilgilenebiliyorlar. Kavrayış güçlerini aşan konularla karşılaştıklarında da; onu ellerinden geldiğince küçültüyor; gözlerine, görüş güçlerine uygun bir duruma getiriyorlar. Bunu yapamaz, başaramazlarsa; o zaman ona karşı çıkıyor, düşman oluyor; hakaretler yağdırıyor, onu suçlayıp, yerden yere vurabiliyorlar.
Bugün örneğin Felsefe’ye karşı, eskiden olduğu gibi açıkça böyle olumsuz bir tutum takınılmıyorsa da, gerçekte değişen bir şey yoktur: Yüzyılların, bin yılların deneyimleri sonucu, yığınlar, kendilerince, daha akıllı davranıyor, onunla uğraşmıyor, onu karşılarına almıyorlar, “Felsefeciler” de, deneyimlenerek; artık durumu kabul etmiş gibi davranıyorlar. Biz konumuzu elden geldiğince gerçek boyutu ile anlatabilmek için, aslında bugün de süren eski tartışmalardan söz etmesek de, konumuza öncelikle Felsefe açısından gireceğiz.
Ahilik, bugün başlıca Tarihcil, sonra da, bir yandan, pratik bir kavram ve gerçek olarak, Sosyolojik, Sosyo-ekonomik; bir yandan da, öncelikle mânevî bir gerçek, Dinsel, İnançsal olarak algılanıyor. Ama Ahiliğin dindeki özel durumu; tasavvuf yönü ele alınmıyor. Bunu yapanlar da, her üç yanı da, birarada ve birbirine karıştırarak kabul ediyorlar; ötesi uzmanlık alanlarını aştığı için sorunu tüm olarak göremiyor, ayrımları ne anlıyor ne de anlatabiliyorlar ve böylece hem anlam karışıklığına ve karanlığa katkıda bulunuyorlar; hem de, daha baştan çelişkiye düşüyorlar. Bunun nedeni; elle tutulmayan her şeye salt Mânevî demekle; o şeyi tümüyle anladıklarını ve anlattıklarını sanmaları, mânevî olan konusundaki bilgi eksiklikleridir. Biz burada, Dinsel yaklaşımı; aşağıda ayrıca; bir “Dinsel Felsefe” biçimi olan; “Tasavvuf” ile birlikte ele alacağız.
Ahilik; elbette ki, tarihcil bir gerçektir. Ama tarih, şimdiye dek salt sosyoloji için söylenmiş olduğu gibi; bir laboratuardır ve işimiz, o laboratuardaki Ahiliğin ne olduğunu anlamaktır. İlkin Ahiliğe salt tarihcil diyenler; açıktır ki, onu eksik anlatmaktadırlar. Burada ikinci ve üçüncü olarak andığımız sosyo-ekonomik yan; onun uygulama, dolayısıyla daha sınırlı yanıdır.
Dördüncü olarak andığımız dinsel yan; Burhan Ulutan bilginimizin gösterdiği(4) ve bizim de, Hasan Basri Çantay mealinden gördüğümüz üzere(5); Tanrı’nın, Kur’an’da, Secde 32:9, Hicr 15:29 ve Saad 38:72 gibi sure ve ayetlerinde belirttiği; “insana, ruhundan üfürdüğü” ölçüsünde, köklü ve dolayısıyla, Vahdet-i Vücut görüşünü bu ölçüde temellendirerek; Tasavvuf yanını da içerir, böylece daha kapsamlıdır. Ama Ahiliği salt bu dört açıdan görmek, onu yine de tam değil, eksik olarak görmektir. Çünkü bir de, her şeyden önce, “Felsefecil” yan vardır.
Felsefecil yan; özellikle İslâm dünyasında, sadece Ahilik konusunda değil, genel olarak; yüz yıllardan beri özellikle Gazalî tarafından suçlanmış, hor görülmüş, onunla ilgilenenler, Türklüğün ve İslâm dininin yüz akı olan Farabî ve İbn-i Sinâ gibi dünya çapında Filozoflar da olsalar; tekfir edilmiş (kâfir sayılmış), insanlar onunla ilgilenmekten korkutulmuş; böylece o, kâh açık, kâh örtülü olarak yasaklanmış, bir çeşit tabu sayılmış ve unutturulmuştur.
Türkiye yaklaşık üçyüz yıldır yüzünü batıya döndü. Cumhuriyet ile, Çağdaşlık, Çağdaşlaşma, ülküleştirildi. Üniversitelerde ve kimi laik ve laikçi çevrelerde; güldür güldür Felsefe okunuyor, bu konuda öyle gürültü yapılıyor ki, sesi ayyuka çıkıyor. Ama toplumun
4- Burhan Ulutan, İslâm’da Çöküntü ve Kurtuluş’un Anahtarı, İstanbul, 1990.
5- Balıkesirli Hasan Basri Çantay, Kur’an-ı Hakim ve Meâl-i Kerim, 12. Baskı, 1981, İst.
üstündeki değindiğimiz “Felsefe yasağı”, halâ hükmünü sürdürüyor. Bu nedendir derseniz, kusurabakılmasın bu; çok önemli bir yönüyle, felsefecilerin “Fildişi kule”de kalmayı yeğlemeleri, felsefe düşmanlığını karşılarına almaya cesaret edememeleri ve görevlerinden kaçmalarındandır.
Doğrudan buradaki konumuz bakımından; tek sözcük üzerinde, pek küçük görünen bir örnek verelim. Biz bu yazıda yeni bir sözcük kullanıyoruz. Yeni olduğu için yadırganmasına ve bu yüzden konumuzu işlememize zarar vermesine aldırmaksızın, “Felsefecil” deyip duruyoruz. Bu sözcüğün Osmanlıca’dan gelen ve bugün de genellikle kullanılan karşılığı, herkes biliyor ki; “Felsefî”dir. Ama bu sözcük Türkçe; öztürkçe değildir. Oysa özellikle felsefecilerimiz, öztürkçeciliğin başını çekmektedirler.
Bu durumu nasıl açıklayacağız? Bu tümüyle bize özgü garip durumdan başka bir garabet daha doğabilmekte ve çağdaş “tatlı su frengi” denebilecek bazıları; örneğin kabul edilebilir olan “Filozofik” de değil, “Felsefik” gibi, hiç olmayacak ucube bir sözcüğü kullanmakta ve kültür düzeyimiz ölçüsünde, ne yazık ki, epey yaymayı da başarabilmektedirler.
Ben burada “felsefesel” de denebileceğini düşündüğüm, “felsefecil” sözcüğünü kullanırken doğrusu; bunu ilk olarak benim kullandığımı ve önerdiğimi sanıyordum ve yeni bir sözcük kullandığım için, başka yönler için ne olursa olsun, anlattıklarımın bir kez bu yönden yadırganabileceğini düşünüyor ve çekiniyordum. Ama küçük bir araştırma ile görerek sevindim ki, bu sözcüğü “kullanmada” belki yalnız da olsam; onu “önermede” yalnız ve “ilk” değilim. Evet, bu da ikinci garabetimiz: “Felsefesel” sözcüğü önerilmiş ama, konuyla epey ilgili olan benim bile haberim yok! Nedeni açık; sözcüğün önerildiği yerde kalmış, hemen hiç kullanılmamış olması!..
Sözünü ettiğim küçük araştırmayı yaparken ilkin Prof. Dr. Bedia Akarsu’nun hazırladığı, Türk Dil Kurumu yayınları içinde 1979 yılında yayınlanmış olan “Felsefe Terimleri Sözlüğü”ne baktım. Orada, “Felsefî Antropoloji” var. Ama ne “Felsefî” ne de “Felsefesel” var. Sonra, 1992 yılında yayınlanmış olan “Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi”ne baktım. İlginç: Burada; “Felsefesel” sözcüğü, hem de siyah ve büyük harflerle yer alıyor!.. Karşısında da yine büyük, ama normal harflerle, tek sözcükle“Felsefî” açıklaması var!
Kuşkusuz, yeni bir sözcük göstermeye ya da sunmaya değil de, bir şeyler anlatmaya çalışan bir kişi olarak, bir bakıma çok sevindim. “Bir bakıma” diyorum, çünkü “felsefesel” sözcüğü, hem de önemli bir Ansiklopedi’de benden önce önerilmiş ama, öneri orada kalmış. Öyle ki, o sözcüğün kullanılmamasına karşın, son günlerde televizyondan, hem de iki ayrı yazıda, birkaç gün ara ile, uydurma “felsefik” sözcüğünün kullanıldığına tanık oldum. Ama yine de bu “felsefesel” sözcüğünü Ansiklopedide gördüğüm için mutlu olduğumu belirtmeliyim.
Şunu da ekleyeyim: Prof. Dr. Bedia Akarsu hocamız, yukarıda andığım kendi kitabında, “felsefî” diyor ama, bu Ansiklopedinin de yayın kurulunda yer alıyor. Bunu da mutlulukla kaydediyorum. Kendimden biliyorum ki; “felsefî” yerine böyle bir sözcük önermek pek kolay bir iş değil. Kısaca; “Felsefecil” demekte yalnız olsam da; onun çok yakın karşılığı “Felsefesel” bakımından hiç de yalnız değilim ve bu da hiç azımsanacak bir şey değil.
Ahilik, “Mesleksel”, dolayısıyla; “Pratik, Uygulamalı” bir “Yol”, eski terimle bir “Mesleksel Tarikat” olduğu nedeniyle; Din, İnanç konusunda bu yönden, bazı araştırmalar ve bu araştırmaların sonucu olan bazı açıklamalar yapmamız zorunlu olmaktadır. Bu konudaki vargılarımızı açıklayalım: İnanç, kuşkusuz, derin bireysel, psikolojik anlamda; son çözümlemede, Mistik’tir, dahası, kısaca; “Mistisizm”dir.
Ama Sosyal ve bilimcil olarak, Sosyolojik bakımdan: aşağıda Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken ve Abdülbaki Gölpınarlı’nın da ayni yöndeki açıklamalarını vereceğimiz gibi, tek sözcükle, İdeolojiktir. Görüşümüzü daha açarsak, yine sosyolojik olarak Din, İnanç; başkaları ile karşılaştırılamayacak kadar güçlü ve etkili bir “İdeoloji”dir. Buradaki “Sosyolojik olarak” kaydını da biraz daha açalım: Bu koşul ile biz; “Dinin Pratik ve İdeolojik bir yönü, bunun sonucu olarak da; Dinsel İdeolojiler vardır” demek istiyoruz.
Filozof Auguste Comte (Ogüst Kont); “Üç hal yasası” görüşünde tarihi; Teolojik, Metafizik ve Bilimcil (Pozitif) dediği üç döneme ayırır. Ama Metafizik dönemin, tarihte öbür ikisi kadar önemli olmadığını kendisi de kabul eder. Kısaca, biz de; kısmen benzer biçimde, ama doğrudan; düşünce ve davranışında bir bütün olan insanda; Düşünce’yi, İnanç’tan ayırmayarak, İnsanlığın “Düşünce ve İnanç” tarihinde, iki büyük dönem ayırıyoruz.
Bunlardan birincisi, Din, ikincisi, İdeoloji tarihidir, diyoruz ve konumuz bakımından, AHİLİĞİN; DİN DÖNEMİNİN İDEOLOJİSİ OLDUĞU nedeniyle, bu kitapta; dinden, gereğinden fazla söz edildiği izlenimi veren bir durumun doğduğunu, ama konumuz gereği bunun kaçınılmaz olduğunu belirtmek istiyoruz.
Şu açıklamayı da ekleyelim: Din’den, zaman zaman, “Dünya Görüşü” olarak da, örneğin, dinin bir “Dünya Görüşü”nün olduğundan ya da “Dinsel dünya görüşleri”nden, oldukça sıklıkla ve rahatlıkla söz edilebilmektedir. Bu açıdan da düşünülmelidir ki, genel olarak “İdeoloji”; Dünya Görüşü’nün; sadece bir adım ötesi ya da daha kısa söylenişidir. Dine, inanca, tam bir öte dünyacılık, mistisizm olarak bakanlar; pratik ve uygulamalı olanı, dinsel, inançsal da olsa inkâr eder, ona “Ateizm” yaftasını yapıştırırlar. Biz, gerçeklerden hareket ederiz. Kendimizi ve işimizi biliriz ve böyle tek-yanlılıklarla ilgilenmeyiz.
Ahiliğin, temelde dinsel, inançsal olarak algılanması; din konusuna epey takılmamıza neden oldu. Şimdi konuyu uygulama açısından, başından alabiliriz. Şunu demek istiyoruz: Yüz yıllardır, Ahilik denince; akla her şeyden önce esnaf ve sanatkârlık geliyor. Öyle ki, Ahilik, salt esnaflara ait bir yol, bir inanış, yukarıda din için verdiğimiz örnekle, genel bir ideoloji olarak biliniyor, düşünülüyor.
Kuşkusuz, biz bu anlayışı eksik bulsak da, tümden reddetmiyoruz. Esnaf ve Sanatkârlık, en eski kentsel üretim yordamı ve örgütlenmesidir. Ahilik diye bir yol açıp, insanlığı en geniş ölçüde ondan yararlandırmak isteyen kutlu önderler, elbette kentteki öncelikli hedef kitle olarak, onları ele alacaklardı ve bunu yapmışlardır. Aynı şekilde, esnaf ve sanatkârlar da, Ahiliği sevmiş ve ona bağlanmışlardır. İşte, Ahilik ile esnaf ve sanatkârlar bağı bu karşılıklı sıkı ilişkiye dayanmaktadır. Ancak Ahilik; hemen her esnafın tümüyle kavrayıp, anlam ve kapsamını tüketebileceği bir İnanış, bir İdeoloji, bir Yol değildir.
En üstün insancıl bir gerçek olan Ahiliğin açmazı; öncelikli olarak, Felsefecil ve Evrencil olmasında; bir koluyla Göklere, bir koluyla da, esnaf ve sanatkârlara ve tüm İnsanlığa uzanmasındadır. Bu onun gerçeğinden ve büyüklüğündendir. O, bu gerçeği, bu büyüklüğü, insanlığın gücü ölçüsünde, onun başlangıcından beri yaşamış, yaşatmış ve taşımıştır. O, koşulları sorun yapmaz, sorunların çözümüne en etkili çözümleri getirir. İnsanların ise, daima sorunları olmuştur.
Yaşamak; Üretmek-Üremek; Tüketmek-Tükenmek; Yeniden Üretmek-Üremektir. Yaşayan, tüketecektir. Buna karşı, üretmesi gerektir. Yaşayan, tükenecek, ölecek, yok olacaktır da. Buna karşı da, üremesi gerektir. Bu süreç böylece sürüp gider. Bu sürece de, “Yeniden üretmek ve üremek” diyoruz. Ahilik, bütün bunları: Tüketimi, tükenişi dikkate alır. Üretimi, üreyişi gözetir. Onun için Ahiliğin bütün ilkelerinin üstündeki ilkesi; “Yaşa – Yaşat”tır.
Ahiliği; “Sokrat ve Eflâtun’dan Günümüze Ahilik” adlı kitabımızda tanımlamıştık. Oradaki tanıma değil, fakat bu konudaki açıklamamıza oldukça önemli kısa bir ekleme yapmak istiyoruz. Fransız Filozofu Hanri Bergson (1859-1941)’un “Hayat Atılımı” dediği şey de, Ahilik’tir. Bergson idealist bir filozof olarak bilinmekle birlikte, bu kavramı; ilginçtir ki; 70’li yılların sonlarında, bugün iç ve dış nedenlerle yerinde yeller esen SSCB görevlisi bir bölüm Türk Marksistleri de benimseyerek, “Atılım” adlı bir yayın organı çıkarmışlardır.
Öteyandan, İnsan ve İnsanlık olarak, maddî ve manevî bakımdan; Sağlıklı olmak gerektir. Ahilik, Yol olarak, Manevî sağlığı gözetir. Ama Ahiliğin Filozof Önderleri; özellikle ilk ve orta çağlarda, maddî sağlığa da önem veren, onu sağlayan, birer Hekim’dirler.
İ. Ö. 570-487 yıllarında yaşayan Pisagor; öğrencisi, İslâm’da, Lokman Hekim olarak bilinen Alkmeon, İ.Ö. 460-377 yıllarında yaşayan, Ahiliğin bir örneği olan; mesleksel andı ile de ünlü, hekim ve düşünür Hipokrat, hekimdirler. İ. Ö. 427-347 yıllarında yaşayan ve Ahiliğin bilinen ilk büyük Fütüvvetnamesini yazdığını belirtmiş olduğumuz büyük Filozof Eflâtun; hekim olarak bilinmez ama, Timaios adlı ünlü eserinin büyük bir bölümü Tıp üzerine çok önemli bilgilerle yüklüdür.
İ. S. 131-201 yıllarında yaşayan büyük hekim ve bilge Galenos, İslâm tarihinde İ. S. 841-926 yıllarında yaşayan Ebu Bekir Zekeriya Razi, yine İ.S. 928-1077 yıllarında yaşayan, içinde bir Fütüvvetname bulunan Kabusname’nin yazarı Emîr Unsurü’l-Maalî (Keykavus), Avrupalıların, Hipokrat ve Galenos’tan üstün olduğunu kabul ettikleri, 980-1037 yıllarında yaşayan büyük Türk Filozof ve Hekimi İbn Sina ile, 1171-1261 yıllarında yaşayan, Ahiliğin ünlü Pîri, hekim ve debbağ, büyük düşünür Ahi Evren’i bu konuda birkaç örnek olarak veriyoruz.
Felsefeler, başlıca, Varlığın kavranışına, bir felsefe disiplini olan, Bilgi teorisine göre, özellik kazanırlar. Bilgi teorisinde, bilen Süje ile, bilinen Obje’nin ilişkileri esas alınır. Bu da, kısaca; S-O formülü ile gösterilir. S-O formülü ya da ilişkisi nasıl kurulur? Yukarıda da değindiğimiz gibi, insanlar karşılaştıkları şeyleri anlayabilmek için, onları anlayışlarına uydururlar. Bunun için de, özellikle büyük şeyleri; zorunlu olarak, küçültürler.
İnsanlığın en büyük gerçeklerinden olan Ahilik; dün de, bugün de, sürekli olarak, insanlar tarafından, 13. Yüzyıl Fütüvvetname yazarı Burgazî’nin de belirttiği gibi; bu küçültmeye, indirgenmeye ve dolayısıyla da çarpıtmaya uğramıştır ve uğramaktadır.
Okullarda, özellikle Üniversite öğretiminde Felsefe; Sistematik ve Tarihcil olarak başlıca iki bölümde ele alınır. Ahilik de, öncelikle bir Felsefe, Ahlâk Felsefesi olduğuna göre, biz de onu, aynı şekilde bu iki bölümü ile ele alacağız.
Ahiliği felsefecilerden, bizim dışımızda, bildiğimize göre sadece, Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken ve Prof. Dr. Mübahat Türker Küyel ve sosyologlardan da, Prof. Dr. Cahit Tanyol ile Prof. Dr. Sabahattin Güllülü ele aldılar. Onların dışında, örneğin ilâhiyatçı ve tarihçilerden, Prof. Dr. M. Bayram başta olmak üzere, Felsefeye ilgili ve saygılı başkaları da var.
Şunu da belirtelim ki; Ahilik öncelikle; Folklor ve ritüeller değildir. “Din bakımından: Tanrı’nın, insana üflediği kendi ruhu’dur”. Felsefe ve Bilimce; Anlamdır, Ahlâk, İnanç ve Yol’dur. Ahiliğin, son olarak belirttiğimiz Felsefecil olma özelliği de; bütün bu özellikleri kapsamaktadır.








B) AHİLİK ÜZERİNE AÇIKLAMALAR:
  1. ORD. PROF. DR. H. ZİYA ÜLKEN’İN; AHİLİĞİN “TEŞKİLÂTÇI TASAVVUF”
VE İDEOLOJİ OLDUĞU GÖRÜŞÜ; A. GÖLPINARLI’NIN DA, “İDEOLOJİ”
GÖRÜŞÜNE KATILMASI VE TASAVVUFTA FÜTÜVVET’İN GELİŞİMİ
Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken, ilk baskısı 1933-34 yıllarında yapılan, “Türk Tefekkürü Tarihi” adlı eserinde Ahiliği; “Teşkilâtçı Tasavvuf” bölümünde inceliyor ve şöyle diyor:
“Türk devletinin kuvvetle kurulamadığı ve şehirlerin kendi belediyeleriyle yaşamaya mecbur oldukları yerlerde mahallî iktisadî teşkilâtlarla birleşen bu tasavvuf hareketi ‘Ahilik’, ‘Fütüvvet’ vesaireyi meydana getirmiştir. Devletin kurulduğu ve içtimaî sınıflardan her birinin kendi bünyevî şartlarına göre dinî hayata bir şekil verdikleri yerlerde büyük tarikatlar teessüs etmiştir.
Nihayet ekseriya Ortodoks olan devletin dinî ve iktisadî inzibatına giremeyen, yani medrese ve İslâmî hukuk şekilleriyle tamamen uzlaşamayan göçebeler, tecanüssüz halk kütleleri arasında tasavvuf bir nevî anarşik hareketin fikriyatı halini almış; böylece devletin kuvvetlendiği yerlerde kaybolan bazı heterodoxe tasavvuf hareketleri vücuda gelmiştir. İşte bu üç manzara altında görünen Türk tasavvuf cereyanlarına, umumî bir isimle ‘Teşkilâtçı tasavvuf’ veya tasavvufun içtimaî (sosyal; sg) teşkilâtlarla uzlaşması diyebiliriz (..).
Medrese ilmi daima bir fikir aristokrasisi yaptığı, yalnız theocratique olan devleti meşrulaştırdığı ve ona dayandığı halde tasavvuf hareketleri ekseriyetle kütlenin insiyaklarına dayanmasını, demokratlaşmasını bilmiştir (..). Halbuki tasavvuf ilmî-mantıkî kadroların altında laakliye (irrationnel) istinat etmesini bildiği için, bizzat Eski Yunan’dan gelen ve İslâm medeniyetinde inkişaf eden klasik ilmi halkın temayüllerine göre avamileştirmeye; halka, gayri şuurî ve sevk-i tabiîlere kadar inmeye muvaffak oluyordu (..).
Ahîlik
Ahîlik, dinî-iktisadî bir teşekküldür. Anadolu dışındaki Türkler arasında da rastlanan bu teşkilâtın en fazla (Hicrî) VII. asır zarfında Anadolu Selçukîlerinin inhilâline (yıkılmasına; sg) doğru ehemmiyet kazanmaya başladığını görüyoruz. VIII. Ve IX. asırlar içerisinde Selçuk devleti yerine küçük beyliklerin kaim olduğu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun henüz Anadolu siyasî vahdetini kazanamadığı zamanlarda Ahîlik yarı siyasî mahallî teşekküller halini almış, bazı yerlerde hükümet kuvveti yerine geçmiştir (..).
İçtimaî menşei: Ahîlik bilhassa Anadolu şehirlerinde küçük sanat sahipleri arasındaki
iktisadî bir teşkilâttır. Orta zaman cemiyetlerinin bariz vasfı olan korporasyon teşekkülü, loncalar, gedikler, esnaf teşkilâtı bunlarda da görülür. Teşkilâtın üzerinde tasavvuf bir nevî ideoloji vazifesini görmektedir (..).
Ahilik hakkında şimdiye kadar bizde ve müsteşrikler arasında epeyce tetkikler yapılmıştır (..). Filhakika Ahîler, kendi teşkilâtlarını tesbit etmek ve bu teşkilâtta hakim olan fikirleri göstermek için Fütüvvetnâme ismiyle bazı eserler yazmışlardır (..).
Fütüvvetnâmeler tetkik edildiği zaman, orada tasavvufî bir ahlâkın nasıl bir halk teşkilâtı halini almış olduğu ve muhtelif meslek erbabı arasında tesanüt (dayanışma; sg) vazifesini gördüğü anlaşılır. Bu tesanüdün yalnız meslekler arasında hodgamca bir kuvvet olmayıp, mensuplarına yüksek ve insanî kabiliyetler verdiğini VIII. asır başlarında Anadolu’dan geçen İbn-i Batuta’nın seyahatnamesinden anlıyoruz. Devlet kuvvetlendiği ve muhtelif teşkilâtların yavaş yavaş devlet himayesine girerek, hattâ ona her suretle boyun eğmeye mecbur olduğu zamanlarda bile Ahîler bu ahlâkî vasıflarını kaybetmemişlerdir (..).
Fütüvvetnâmelere nazaran her meslek aynı zamanda bir tarikattır. Meslek
içerisindeki terakki (ilerleme; sg), tarikat içerisindeki dinî ve ahlâkî terakki ile muvazi (paralel; sg) gidecektir (..). Ahî olmaya talip olan insan, tarikat erkânından birine intisap edecek ve onun vasıtasıyla ‘kuşak kuşanıp ehli tarik’ olacaktır. Ahîliğe intisap bir nevî ahlâkî, dinî ve iktisadî mertebe nizamına girmek demektir.
Başlıca üç mertebeden geçilir: a) Yiğitlik, heves eylemektir. b) Ahîlik, başlamaktır. c) Şeyhlik, tamam kılmaktır. Yahut diğer tabirle Yiğitlik müminlerin yoluna varmaktır, Ahilik evliya yoluna varmaktır, Şeyhlik peygamber yoluna girmektir. Fütüvvetnamelere göre bu üç mertebe tasavvufun şeriat, tarikat ve hakikat dediği üç mertebeye tekabül eder (..).
Fütüvvet babadan oğula intikal etmez (geçmez; sg): ‘Bir kişi dese kim benim atam Yiğit başıdır yahut Ahî idi Şeyh idi, ben dahi Şeyh veya Ahî olurum diyebilür mü, olmaz. Bana ceddimden veya atamdan mirastır ve vasiyettir demeye kadir olamaz. Oğul atadan kuşak kuşanmak dürüst değildir. Eğer atası Peygamber dahi olsa anı cennete iletmezler, kendi de olmayınca. Ahîlik bu suretle diğer birçok tarikatlardan ayrılır. O, bir mânada tam bir demokrasi hareketidir. Şu kadar var ki muasır demokrasilerin rekabeti yerine ahlâkî ve iktisadî tesanüdü prensip olarak almıştır (..).
Ahîlik Ankara, Bayburt, Konya, Erzurum gibi büyük Anadolu merkezlerinde Osmanlı İmparatorluğu’nun inkişafına kadar mahallî idareler kurmaya ve adeta küçük şehir cumhuriyetleri vücuda getirmeye muvaffak olmuştur. Bu mahallî teşekkülleri Avrupa’daki guilde’lere ve hanse’lere benzetebiliriz (..). Nitekim Osmanlı devletinin kuruluşunda da Bilecik, Eskişehir, Bursa civarındaki bu Ahî teşekküllerinin tesiri olmuştur.
Ahîlik sırf Türklere mahsus bir teşekkül değildir. Bunu diğer İslâm tarikatları gibi ümmet devrinin beynelmilel bir müessesesi olarak görüyoruz. Nitekim ilk eserler Arapça ve Acemce olduğu halde sonra yavaş yavaş Türkçeleşmiştir. Bununla beraber onun en ziyade inkişaf ettiği ve yerleştiği memleket Anadolu’dur. Bu mânada o bir millî müessese halini almıştır. Ahîliğin menşeini araştıran müsteşrikler onunla bazı Bizans dinî hareketleri arasında münasebet aramakta iseler de bu mukayese çok sathîdir. Müşterek noktalar bütün orta zaman medeniyetlerinin korporasyonlarında tesadüf edilen noktalardır.
Osmanlı İmparatorluğu kurulduktan sonra Ahîlik teşkilâtları sultanlık himayesindeki Esnaf teşkilâtı halini aldı. Yeniçerilerin gülbanklarında, son zamanlara kadar devam eden Debbağların dahilî merasimlerinde bu eski fütüvvet kaidelerinin yaşadığı görülür.
İmparatorluğun teşekkülü sıralarında Ahîler en fazla Ankara’da toplanmışlardı. Ankara’da Ahî Şerafeddin ve diğer bazı Ahîlere ait cami ve mescitler zamanımıza kadar kalmıştır. Ankara’da Ahî Şemseddin, Ahî Yusuf, Ahî Kemaleddin, Ahî Hüsameddin Hüseyin ve Ahî İshak’a ait vakfiyeler ve tomarlar bulunmuştur. Bu toplu vesikalar onların son devredeki siyasî faaliyetleri hakkında tam bir fikir verebilecek mahiyettedir”(6).
Değerli araştırıcı, rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı da bu konuda şöyle diyor: “Melâmet bir ideolojidir; tabir caizse bir teoridir. Her ideolojinin, her teorinin, hele halktan gelmişse, mutlaka müsbet, yahut menfi bir sonucu görülür. Melâmetîler halktan ayrılmayan, halkı kucaklayan bir ideolojiyi temsil etmişler, bu ideolojinin halka yayılması, bilhassa işçi ve esnaf sınıfını teşkilâtlandırmıştır. Bu teşkilâta da ‘Fütüvvet’ adı verilmiştir.
Esasen Melâmetle fütüvvet aynı şeydir. Biri ideolojiyi temsil etmekte, öbürü, o ideolojiyi halka yaymakta, halkı teşkilâtlandırmaktadır. Fütüvvetle mürüvvet, yani erlik, yiğitlikle
adamlık, insanlık, daima beraber anılmaktadır. Yani onlarca Melâmet ehli, aynı zamanda
erdir, yiğittir ve insandır; Melâmetî, hem nefsiyle savaşır, hem yaşayış savaşında
müsbettir; çalışır, yaşar ve yaşatır. Bu yolda herkesin bir iş, bir güç sahibi olması şarttır. Herkes elinin emeğiyle, alnının teriyle yaşayacak, kimse, kimseye eğilmeyecek, kimse,
kimsenin sırtından geçinmeyecek, kesesine ortak olmayacaktır. Vakıf malıyla değil, el
emeğiyle yaşanacaktır”(7).

  1. Hilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkürü Tarihi, 2. baskı, Yapı Kredi Yay, 1982, İstanbul. s. 297-307.
Yine Üstad A. Gölpınarlı, “Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları” adlı çok hacimli makalesinde, İslâm dünyasında Fütüvvet kavramının gelişimi konusunda da, sonraki araştırıcıların da yararlandığı ve yinelediği değerli bilgiler vermiştir. Fütüvvet’in, Melâmet ile ilişkisi ve Melâmet’in ne olduğu konusundaki açıklamalarına yukarıda değindik. Andığımız eserde de, ilk Fütüvvetname yazarı Abd-al-Rahman-al Sülemî’nin açıklamaları ile birlikte, Kuşeyrî risalesinden ve daha başka kaynaklardan bilgiler veriyor.
Bu bilgilerden, “Şia-i İmamiyye’nin altıncı imamı olan Cafer-al-Sadık”tan rivayet edilen sözü ve izleyen birkaç örneği buraya almadan geçemiyoruz: “İmam Cafer’e, Şakıyk-ı Belhî (174 h. 790-791) fütüvvet nedir? diye soruyor. İmam, sen ne dersin? diyor. Şakıyk, Tanrı bir şey verirse, şükrederim, vermezse sabrederim, deyince, İmam, Medine’deki köpekler de böyledir, diyor. Şakıyk, ey Tanrı elçisinin kızının oğlu, sence fütüvvet nedir? diye tekrar sorunca İmam diyor ki: ‘Bize Tanrı verirse kullarına ihsan ederiz, vermezse şükrederiz’.
Hicrî 309 yılı Zilkadesinin 24 üncü Salı günü (26.III.922) Bağdat’ta öldürülen Abul-Gıyas Mugıys-al-dîn Huseyn-ibn-al Mansûr-al-Hallâc al-Beyzavî’nin de ‘Fütüvvet, bu sıfata sahip olan kişinin bütün dileğini ulu Tanrı’ya hasretmesi ve Tanrı ile Tanrı için Tanrı’ya yönelmesidir’ dediğini ve bu suretlke fütüvveti ve fütüvvet ehlini ihmâl etmediğini biliyoruz (..).
Bu büyük sûfîlerin tariflerine göre, fütüvvet, ‘kendini değil, Muhammed gibi halkı düşünmek, halkın derdiyle dertlenmek, nefsi için istediğini fazlasıyla başkaları için de istemek, kusur ve ayıpları örtmek, nefse düşman olmak, yoksuldan nefret duymamak, zengine halini arzetmemek, eline geçenle elinden çıkanı bir görmek, kimseye düşman olmamak, kimseden mürüvvet ve insaf beklememek, fakat herkese karşımöürüvvet ve insaf sahibi olmak, iki alemden de geçmektir.’
Bu tarifler arasında Cüneyd (-i Bağdadî)’in ‘fütüvvet Şam’da, fesâhat Irak’ta, doğruluk Horasan’dadır’ sözü, hicrî üçüncü asırda, fütüvvet ehlinin Şam’da temerküz ettiğini göstermektedir (..). Kuşeyrî bazılarının, ‘Fetâ, yanında velî yahut kâfirin yemek yediğini fark etmeyen kimsedir’ dediğini rivayet eder ve bazı alimlere atfen şu hikâyeyi nakleyler: ‘Bir gün, İbrahim Peygamber’e bir Mecûsî konuk geldi. İbrahim, Müslüman olursan seni konuklarım dedi. Konuk, bu söze gücenerek gitti. Tanrıdan, İbrahim’e, ‘elli yıldır kâfir olduğu halde ben onun rızkını veriyorum da sen, bir gececik onu konuklamadın, diye vahiy geldi. İbrahim perişan bir halde hemen konuğun peşine düştü. Koşa koşa gidip ona yetişti, özürler diledi. Mecûsî, bu özür dileyişin sebebini anlayınca Müslüman oldu.
440 h. de ölen (1048) büyük sûfî Abu-Said Abu-l Hayr, fütüvvet hakkında ‘Peygamber, sana yapılmasını ve eline geçmesini dilediğin şeyi kardeşine de dilemelisin demiştir. Fütüvvetin hakikati, ne halde ve ne keyfiyette olursa olsun, halkı hoş görmek, mazur saymaktır. Tahammüle kuvveti olmayan, fütüvvet ehliyle sohbet ederse rezil olur gider’ demiştir (..).
Bir gün bir dilenci gelmiş, bir şey istemişti. Peygamber, buna bir şey verin dedi. Ali kalktı, gitti. Bir dinar, beş dirhem ve bir kap yemek getirdi. Peygamber sorunca dedi ki: O istediği zaman içimden bir parça yemek vermeyi geçirdim. Derken hatırıma beş dirhem vermek geldi. Giderken bir dinarım var, onu da vereyim dedim: Hatırıma geleni ve içimden geçeni vermezlik edemezdim. İşte bunun üzerine Peygamber, Lâ Fetâ İllâ Aliyy: Ali’den başka er yok’ dedi”(8).
7- A. Gölpınarlı, 100 Soruda Tasavvuf, Gerçek Yay, 2. bs. 1985, İstanbul. s. 117-118.
8- Abdülbaki Gölpınarlı, İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları, İst. Üniv. İkt. Fak. Mec. Cild XI. 1949-50. s. 7-10.


b) AHİLİĞİN ÖZÜ; BİLGELİK, YİĞİTLİK, DOĞRULUK, KARDEŞLİK
VE ÇALIŞMAK’TIR
“Sokrat ve Eflâtun’dan Günümüze Ahilik” kitabımızda da, Eflâtun’un dört ilkesi olan; “Bilgelik, Yiğitlik, Ölçülülük ve Doğruluk”un; İslâm ve Türk tarihindeki Ahilik’te de temel ilkeler olduğunu belirtmiştik. Bu kitabımızda örnek verdiğimiz ana Fütüvvetnamelerde de, bu ilkelerin, ferileri (uzantıları; sg) ile sekize çıkmış olduğunu, sonra daha da çoğalmış olarak sürdüğünü belirtiyoruz. Yine bu kitabımızda; Filozof Aristoteles’in, Ahiliğe; çok önemli bir ilke olarak, “Cömertlik”i kattığını gösteriyoruz. Andığımız, bu konuda 2000’de yayınlanan önceki eserde; Ahiliğin çok önemli bir ilkesini: “Çalışma”yı da, Filozof Sokrat’ın belirtmiş olduğunu göstermiştik.
Burada, en kısa olarak anlatmak gerektiğinde; Eflâtun’un belirttiği dört ilke ile, Sokrat’ın belirttiği “Çalışma”yı; en temel ilkeler olarak niteliyoruz. Temele bu ilkeleri almamız, öbür bütün ilkelerin bu dördünden çıkarılabileceği içindir. Bu ilkeler, bize Cömertlik ile birlikte, en olgun biçimiyle; “Ahlâk”ı verir. “Kardeşlik” ise; İnsanlığın da, Ahiliğin de, ayrılmaz, doğal ilkesidir.
Ahiliğin öbür bazı ilkelerini de burada ad olarak olsun belirtelim: Bilim, Kendini bilmek, Adalet, Sevgi, Saygı, Vefa, Hoşgörü, Özveri, Emeğe Saygı, İnsanseverlik, Hak almak – Hak vermek, Yeterlik ve Uzmanlığa Saygı, Eline, Diline Beline sahip olmak, Çağdaşlık…
Çalışma ilkesi üzerine şunları da söylemeliyiz: İlkçağda, özellikle Yunanlılar ve Romalılar’da; beden ile çalışmak, aşağılanıyor, hor görülüyordu. Onlara göre, beden ile çalışma, ancak kölelerin ve yurttaşlık hakkı olmayan, yabancıların işidir. Yurttaşlık hakkı olan, Soylular ise, sadece; Politika, Felsefe, Bilim, Sanat, Spor gibi işler ya da eğlencelerle uğraşırlardı. İşleri; “Septem artes liberales: Özgürlerin yedi sanatı” ve “Septem artes illiberales: Özgür olmayanların yedi sanatı” olarak iki ana bölüme ayırmışlardı.
Eflâtun; soylu sınıftan ve bir dönem Atina’nın yönetiminde de bulunmuş olarak; çağının bu konudaki görüşünden hiçbir ölçüde şaşmamıştır. Sokrat ise, bu konuda yukarıda andığımız daha önce yayınlanan eserimizde de gösterdiğimiz gibi, büyük Bilgeliği ile, “Çalışma”yı, hiçbir ödün vermeksizin savunmuştur. Bu bilgiyi de, kendisini sonraki kuşaklara büyük ölçüde anlatmış olan öğrencisi Eflâtun’dan değil; başka bir öğrencisi olan Ksenophon’dan öğrenmiş bulunuyoruz. Ekleyelim ki; Sokrat’ın Atinalılar’ca idam edilmesinin asıl nedeni konusunda da; çağdaşlarının ve özellikle soyluların asla kabul edemeyecekleri, “Soyluların da çalışması gerektiğini” savunmuş olmasıdır, diye düşünüyoruz.
İslâm dini, başta ana kitabı olan Kur’an-ı Kerim’in özellikle Necm sûresinin 39 ve 40. ayetlerinde: “İnsan için çalışmasından başka bir şey yoktur…” diyerek çok açıkça belirttiği gibi; Çalışma’ya, Emeğe, son derece üstün bir değer verir.
Şunu da belirtmeliyiz ki; yaşamın Çalışma yükü; çok büyük ağırlığı ile Kadın’ın üzerindedir. Ahi Evren’in de, eşi Fatma Bacı’ya, Bacıyan-ı Rûm’u kurdurmuş olması, kadınların zaten Çalışma görevini üstlenmiş olmalarındandır. Bu yük, dünyanın birçok yerinde ve özellikle yurdumuzun pek çok yerlerinde, hemen tüm ağırlığı ile kadınların üzerindedir.
Bir örnek olarak, 1965 yılında bizim de kendi gözlerimizle, Karadeniz sahillerinde, erkekler kahvelerde otururlarken, kadınların sırtlarında küfe ile deniz kenarından kum taşıdığını gördüğümüzü anmak isteriz. Bu illerde, bu gibi uygulamalara kesin olarak son vermedikçe ve uzun zamanlardan beri çalışma yükünü hemen yalnız başına kadınlara taşıtmış olmalarından dolayı etkili olarak özür dilemedikçe, herhalde kimse içtenlikle ve inandırıcı biçimde, Ahilik’ten söz edemez ve Ahilik kutlaması yapamaz, bu kutlamalara katılmaya hak kazanamaz. Son günlerde, bu durumun değiştiğini işittim, çok sevindim. Doğru olmasını dilerim.

c) AHİLİK VE FÜTÜVVET İLİŞKİSİ:
“FÜTÜVVET: YİĞİTLİK”; YOL’UN, ARAP KÖKENİNİN VE DÖNEMİNİN;
“AHİLİK: KARDEŞLİK”, ONUN TÜRK KÖKENİNİN VE DÖNEMİNİN ADIDIR.

Ahilik araştırmacıları bu ilişkiyi açıklamamış, hattâ genellikle, onu ciddî bir biçimde çözümlemeye girişmemişlerdir. Bize göre, bu konuda en iyi, en doyurucu açıklamayı, yine Üstad Abdülbaki Gölpınarlı yapmıştır. Fakat Gölpınarlı da, gördüğümüze göre, bu doyurucu bulduğumuz açıklamasını, doğrudan Ahilik konusundaki daha eski değerli araştırmalarında değil, Mesnevî’nin 1981 yılında 2. basımı yapılan birinci cildindeki şerh’inde yapmıştır.
Bilindiği gibi Üstad Gölpınarlı, Ahilik konusundaki en geniş araştırması olan, “İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları” başlıklı, orijinal metinler ve çeviriler ile birlikte, neredeyse bir kitap hacmini aşan makalesini; İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası’nın 1949-50 basımlı, XI. cildinde yayınlamıştır.
Burada ele aldığımız konu, derginin, 6. sayfasında, “Fütüvvet hakkında umumî bilgiler” başlıklı I. bölümün en başında, “1. Mürüvvet, fütüvvet ve ahı tâbirleri.” başlığı altında açıklanmakta ve şöyle denmektedir:
“Fütüvvet ehlinin şeyhlerine ‘ahı’ da dendiğini kaynaklardan öğrenmekteyiz. Bu kelimenin, Türkçe ‘akı’ kelimesinden geldiği söylenebilir (Mahmud-ı Kâşgarî: Divânu Lûgaat-al-Türk, İstanbul Matbaa-i Âmire basımı, c. I, s. 48). Türkçede ‘k’ harfinin ‘h’ gibi telâffuz edildiği malûmdur. Halâ Anadolu’da okumak, bakmak, ‘ohumah, bahmah’ tarzında söylenir. Bundan dolayı eli açık ve cömert mânalarına gelen ‘akı’ sözü de ‘ahı’ şekline gelmiştir denebilir.
Ancak ‘ahî’ kelimesi, Arapçada ‘kardeşim’ demektir. 457 hicrîde (1065) ölen Şeyh Ferec-i Zincanî ile 736 da (1336) ölen Alâ-al-devle halifesi Aliyy-i Mısrî’nin ‘Ahı’ lakabıyla anıldıklarına ve bu kelimenin, oldukça eski fütüvvet-namelerde geçtiğine, nihayet fütüvvet ehlinin birbirlerini kardeş saydıklarına ve Melâmîlerde ‘filân şeyhin müridi’ yerine ‘filânın ihvanından’ sözünün kullanıldığına bakılırsa bu sözün Arapçadan geldiği hakkındaki fikir ve mülâhaza da reddedilemez (..)”
Bu makalenin yayınından sonra, Prof. Dr. Neşet Çağatay, 1974 yılında, “Bir Türk Kurumu Olan Ahilik” adlı eserini yayınladı. Bu eserin, 1989 tarihli 3. basımında, konumuz ile ilgili olarak, “Konu ile uğraşanların fütüvvetçiliği ve ahiliği tarifleri” başlığı altında, 2-4. sayfaları kaplayan bir açıklama yer almakla ve burada; Fütüvvet ve Fütüvvetçilik üzerine açıklamalar yapılmakla birlikte; Ahilik üzerine tek sözcük bile söylenmemektedir.
Eserin 43. sayfasındaki 3. Bölüm, “Türke Özgü Bir Kurum Olan Anadolu Ahiliği” başlığını taşımakta, burada Ahilik’ten geniş olarak söz edilmekte, “Fütüvvet” ve “Ahilik” ise, sözcük olarak ayrı ayrı ele alınmakta, fakat bu sözcüklerin karşıladığı kavram, özellikle de onların ilişkileri üzerinde hemen hiç durulmamaktadır.
Prof. Dr. Mikâil Bayram da, 1991 yılında yayınladığı, “Ahi Evren ve Ahi Teşkilâtı’nın Kuruluşu” başlıklı, birçok önemli yenilikler içeren değerli eserinde, 3. ve 4. sayfalarda, “1- Ahilik, a) Kelime Olarak” başlığı altında şöyle diyor: “Ahi kelimesi görünüşte Arapça kardeş anlamına gelen ‘Ah’ kelimesinin mütekellim (konuşulan; sg) ‘ya’sı ile kullanılışından ibarettir. Anadolumuzda bu kelime Farsça çoğul eki ile çoğul kılınarak ‘Ahiyan’ (Ahiler) şeklinde de kullanılmıştır (..).
Bu ‘Futuvva’ (Yiğitlik ve cömertlik) mefkuresinin daha II. hicrî asırda özellikle Horasan ve Maveraünnehir’de İranî bir şekle bürünerek etkili olduğu ve yaygınlaştığı bilinmektedir. Arapların ‘Feta’ (yiğit) dediği bu ideal insan tipine, İranlılar ‘Cevan-merd’, bunların mesleğine de ‘Cevan-merdî’ diyorlardı. Muhtemelen hicrî II. asrın sonlarından itibaren İslâm kültürü dairesine giren Türkler de Arapların ‘Feta’, İranlıların ‘Cevan-merd’ dedikleri bu ideal insan tipine ‘Akı’ mesleğe de ‘Akılık’ diyorlardı”.
11. sayfadan başlayan ve 20 sayfa tutan, 1. Bölümde de; “Fütüvvet ve Tarihçesi”ni oldukça geniş olarak ele almakla beraber, “Ahilik ve Fütüvvet” ilişkisine hemen hiç değinmiyor.
Buraya kadar yaptığımız araştırmada, yeterli olmasa da, yine de en geniş bilgiye rahmetli Gölpınarlı’nın, 1949-50 yıllarında yayınlanan hacimli makalesinde ulaşmış bulunuyoruz. Fakat ondan da doyurucu açıklamayı, yine Üstad Gölpınarlı, yukarıda da değindiğimiz gibi, Mesnevî çevirisinin 1. cildinin belirttiğimiz yerinde, 12-13. sayfalarda yapıyor ve şöyle diyor:
“Fütüvvet ehli, Melâmetîlerin ideolojilerini halka yayan, esnafı zamanına göre teşkilâtlandıran bir zümredir. Bu zümre Sâsânîler devrinden beri vardır (..). Fütüvvet ehli, şeyhlerine, kardeşim mânasına gelen, ‘Ahi’ derlerdi”.
A. Gölpınarlı, sayfalarını belirttiğimiz yerde, açıklamasına devam ediyor. Fakat biz, sorunun anlamını karşılayan, bu verilen bilgiyi yeterli görüyoruz. Şöyle ki, daha önceki ve başka yerlerdeki değil de; özellikle İslâm ülkelerinde ve o çağlarda, Yol’un ve örgütün adı, “Fütüvvet”tir. Yol, yukarıdan beri belirttiğimiz gibi, başta felsefecil olmakla birlikte, dinsel, ahlâksal, toplumsal, vb. yönlere ve kuşkusuz ekonomik bir yöne de sahiptir.
Bu yönler içinde, Toplumsallık ve özellikle “Kardeşlik”, kitabımızın ileriki bölümlerinde başlı başına ele alıp anlatacağımız gibi, insanlığın, geniş bir Aile olarak yaşadığı, en eski çağlarının mirasıdır ve son derece önemlidir. Özellikle Türklerin yaşadığı Horasan ve Anadolu’da çok doğal ve yoğun olarak yaşanmaya devam etmektedır.
Fütüvvet: Yiğitlik; anlattığımız şekilde insanlığın, çok öncelerden beri içine işlemiş olan, çok önem ve değer verdiği, son derece saygın bir özellik, bir Yol, En Üstün Ahlâk Yolu’dur. Çünkü sık sık belirttiğimiz gibi, Eflâtun’un açıkladığı ve daha sonra Hz. Muhammet’in de “Büyük Cihad” dediği üzere; Yiğitlik; her şeyden önce, “Kendini: Nefsini yenmek”tir. Fütüvvet ehli, bir yandan da, insanlığın çocukluğundan beri içine işlemiş olan unutulmaz anılarla birbirlerini gerçek kardeşler gibi görüyor, Gölpınarlı’nın belirttiği üzere, birbirlerine, “Kardeşim” anlamında, “Ahi” diyorlardı.
Şu farkla ki: Eflâtun’da ve İslâm’da; bir değil, çok anlamlı olan kavramın; “Yiğitlik: Fütüvvet” yanına; Horasan’da ve Anadolu’da, kısaca, başlıca Türklerde ise; “Kardeşlik: Ahilik” yanına ağırlık veriliyordu. Yukarıda değindiğimiz gibi, çalışmamızın ileriki bölümlerinde belirteceğimiz üzere; kardeş sözcüğünün farsça karşılığı “Birader” olduğu gibi, pek çok Hint-Avrupa dillerinde de aynı anlamda olmak üzere “Fratri”, “Brother” ve benzeri sözcüklerdir. Böylece, “Fütüvvet: Yiğitlik” sözcüğünün; kavramın Düşünsel: Felsefecil ve Ahlâkçıl (Felsefeye göre; Thesei: İnsanlarca konmuş); “Ahilik: Kardeşlik” sözcüğünün ise; onun Doğal ve Yaşamsal (yine Felsefeye göre; Physei: Doğaca verilmiş) karşılığı olduğu herhalde anlaşılmış bulunmaktadır.
d) AHİLİK; TARİKAT MI, DEĞİL Mİ?..
Gölpınarlı açıklamalarına; “Nîm-Tarıyk’ı Sâhib-Tarıyk yapma erkânı da şu” diyerek devam ediyor. Burada tümüyle, “Tarikatlar üzerine açıklamalar” yapıldığı görülmektedir. Bunun, özellikle Cumhuriyet dönemi Ahilik kutlamalarında, hem de “bilimsel” toplantılarda, yıllardır, “Ahiliğin bir tarikat olmadığı” iddialarını dinleye dinleye, anlatılanların gerçek olduğunu sanan okuyucuyu şaşırtması son derece doğaldır. Oysa, Tarik, Yol demektir ve Fütüvvet ya da Ahilik de, bir Yol’dur.
Ama bu yol da, Londra asfaltı gibi, dümdüz değil, bir yandan adım başında değişmeler geçiriyor, bir yandan da, özünde Felsefecil olan konu, bilgisizliğin yanında özellikle Gazali ile başlayan felsefe düşmanlığının da etkisiyle, yüzyıllardır bu yönden ele alınmaksızın; çok yanlış tanılarla, anlaşılmadan duruyor ve ne yazık ki, anlaşılmış sanılıyor. Bu durum, doğal olarak, nice ünlü bilginleri de şaşırtmaya devam ediyor.
Örneğin, özellikle bu konularda büyük bir ad yapmış olup, A. Gölpınarlı’nın da hocası olan ünlü ve değerli Prof. Dr. Fuat Köprülü de, ilk basımı 1919’da yapılan, “Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı eserinde Ahilik için, “Tarikat’tır” demiş (9) ve sonraki
bazı yazılarında da bu görüşünü koruduğu izlemini sürdürmüş iken; 1959’da basılan,
“Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu” adlı eserinde, Ahiliğin bir tarikat olduğu görüşünü; herhangi bir özeleştiri ya da açıklama da yapmadan reddetmiştir (10)!?..
Buna karşılık, Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken; 1933-34 yıllarında yayınlanan, “Türk Tefekkürü Tarihi” adlı, son derece ilginç, geniş kapsamlı eserinde, Ahiliği; “Teşkilâtçı Tasavvuf” genel başlığı altında inceliyor ve “Fütüvvetnâmelere nazaran her meslek aynı zamanda bir tarikattır. Meslek içerisindeki terakki, tarikat içerisindeki dinî ve ahlâkî
terakki ile muvazi gidecektir...” diyor, ama o da, konuyu felsefecil bir açıklama yapmaksızın kapatıyor(11).
Bu konuya burada şimdilik bu kadar değindikten sonra; A. Gölpınarlı’nın değişik yazı ve eserlerindeki açıklamalarını izlemeyi sürdürüyoruz. Andığımız bölümde, kısa bazı açıklamalardan sonra; “Görülüyor ki bu erkânda esas, şedd kuşanmaktan ibarettir. Eski Fütüvvet-Nâme’lerdeki şalvar giydirmekten hiçbir bahis yok. Tuzlu su geleneğinin de ancak adı anılıyor. Anlaşılıyor ki Fütüvvet yolu, artık Şiîlik esasını güden bir tarikat haline gelmiştir. Bütün bu erkân, teferruatı ile ‘Fütüvvet-Nâme-i Sultânî’de de var” diyor ve erkânı anlatmayı sürdürüyor. Sonra şu açıklamayı yapıyor:
“Görülüyor ki Seyyid Huseyn’in kitabının ana kaynakları, Nakkaş Ahmed’in Arapça ve mensur ‘Tuhfat-al Vasâya’sı, Nâsırî’nin Farsça manzum ‘Fütüvvet-Name’si ve Burgâzî’nin Türkçe mensur ‘Fütüvvet-Nâme’sidir” diyor, İran’da, Şiî hareketinin Şah
İsmail’e kadar gelişmesine, bu hareketin Anadolu’yu derinden etkilemesine, Yavuz Sultan Selim’in, Şah İsmail’i yenmesine değindikten sonra şöyle diyor: “Safavîlerin kudretli
devirleri geçtikten, saltanatları sona erdikten, İran’da hüküm süren başka boyların,
artık Anadolu’dan ümit kesmelerinden sonra bile Alevî ve Bektaşilerin, Şiîlik yüzünden İran’la mânevî bağları kopmamıştı.”
Bundan sonra, eldeki Fütüvvetnameyi ve yazarını çeşitli yönlerden incelemesini sürdürüyor, Fütüvvetname metni ile orijinal metinden de birkaç sayfayı veriyor ve tam 100 sayfalık bu uzun makale de böylece sona eriyor (12).
Bize göre ise, konu basit ve açıktır. Şöyle ki, “Tarîk”, yol demektir. Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalar, gerek mantık, gerekse tarihsel gerçekler bakımından; Ahiliğin, başta esnafların yolu olduğunu apaçık göstermiştir. Bu durumda, Ahiliğin bir Tarîk; sözcüğün yaygınlaşmış biçimi ile “Tarikat” olduğu açıktır ve böyle bir tartışma da yersizdir.
9- Prof. Dr. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay, 3. bs. Ank, 1976. s. 213.
10- M. Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, 2. bs. Atay Kültür Yay, Ankara, 1972. s. 157.
11- Hilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkürü Tarihi, Yapı Kredi Yay, 1992, İstanbul, 2. baskı. S. 302.
12- A. Gölpınarlı, 1955-56. s. 34-126.

e) AHİLER; İNANÇTA SÜNNÎ MİDİR, ALEVÎ Mİ?..
Ahilik, daha doğrusu, İslâm tarihindeki geniş kapsamlı adıyla Fütüvvet (Yiğitlik); bilindiği üzere, Hz. Ali’ye bağlı bir Tarik: bir Yol’dur. İslâm’da bütün Tarik’ler, Tarikatlar (Yollar); Sünnî ise, Hz. Ebubekir’e; Alevî ise Hz. Ali’ye bağlanır. İslâm tarihinde kesinliği açık ve seçik olarak bilinen bu ayrıma göre; Ahiliğin, Alevî bir yol olduğu tartışılamaz. Ancak, tarihin ve özellikle İslâm tarihinin, her adımında ve konusunda olduğu gibi, Ahilik alanında da; hem de çok kısa zamanda, farklılığa, belirsizliğe ve tartışmaya yol açılmıştır.
İslâm tarihinde bu farklılık; ilkin, açık olarak, İslâm dininin ortaya çıktığı Kureyş kabilesi içindeki Haşimoğulları ve Ümeyye oğulları ayrımından doğmuştur. Sonra, Emevî hanedanı’nın kurucusu, Ümeyye oğullarından Muaviye’nin; Haşim oğullarından Hz. Ali’nin Halifeliğini kabul etmemesi, kendini halife ilân etmesi ve Emevî saltanatını kurarak, Halifeliği de saltanata çevirmesi ile açıkça siyasal bir niteliğe dönmüştür.
Emevîler, Hz. Ali karşıtı, hattâ düşmanı olduğuna göre; Şiî ya da Alevî olamazlardı. Onlar, görünüşte de olsa; şehadet getiren herkesi Müslüman sayan İslâmlığın Peygamberine, O’nun Sünnetine bağlılık iddia ettiler ve sünnete bağlı olan Sünnîler’den sayıldılar ve kendileri de Sünnîliği siyasetlerinin ideolojisi yaptılar.
Bilindiği gibi, Hz. Ali’nin soyundan gelen Abbasîler, Emevî İmparatorluğu’na son vererek, Abbasî Halifeliğini kurmuşlar, fakat bu halifelik de, hiç gecikmeksizin imparatorluğa, saltanata dönüşmüştür. Abbasîlik ise, daima içinde bir çelişkiyi barındırmıştır. Bu çelişki; Sünnîlik ve Alevîlik konusunda olmuştur. Abbasîler, Hz. Ali soyundan olmakla birlikte, onlar için Alevîlik iddiası; hiçbir zaman kesinlikle inandırıcı olmamıştır. Şöyle ki; hem, Emevîler zamanında güçlenen Sünnî Ulema tarafından geliştirilen Sünnîlik; saltanatlar için, Alevîlik’ten çok daha uygundu; hem de, Abbasîlik döneminde de, yönetim hakkı; Abbasîler’in değil, Peygamber’in Ehlibeyt’i olan, “12 İmam”ındı.
Bu durum yukarıda da değindiğimiz gibi; topluma, iktidar gücü ile kabul ettirilen ve sürdürülen, açıkça görünen, ama zorunlulukla görmezden gelinen bir çelişkiye yol açtı. Böylece Abbasîler; şeklen Alevî sayılan, ama gerçek durumları eleştirilmeyen, eleştirilemeyen Sünnîler; başka türlü söylersek, devekuşu gibi; hem Alevî, hem de Sünnî idiler!..
Ahilik, o zamanki ve her zaman için gerçek ana adıyla: Fütüvvet (Yiğitlik); tüm insanlık tarihi ve dinler kadar eski olduğu gibi, İslâmiyetten sonra da; kendi başına, yaşamını sürdürüyordu. Ahiliğin (Fütüvvet’in) gerçek karakterine tümüyle uygun olan bu bağımsız haliyle de, devlet için çok önemli bir sorun oluyor ve bir anarşi kaynağı olarak görülüyordu.
O zamanki Fütüvvet güçlerinin, hem bu anarşik durumundan kurtulmak, hem de ondan, İmparatorluk için güçlü bir dayanak elde etmek isteyen ve uygulamada Sünnî bir devleti yönetirken, bir yandan da açıkça İmamiye mezhebinden, (Alevî) olan Abbasî Halifesi Nâsır Lidinillâh, bu gücün başına geçti ve Fütüvvet güçlerine hem birlik, hem de saygınlık kazandırarak onu devlet adına örgütledi.
Fütüvveti, Abbasî devletinin Başkenti Bağdat’tan, Ahilik adıyla Anadolu’ya getiren Ahi Evren, Sünnet ehli’nden ve Şafiî mezhebi’ndendi ama, gerek önceli, gerekse çağdaşı ve ardılı olanlar tarafından özellikle 13-16. yüzyıllara kadar yazılan Fütüvvetnameler; dolayısıyla zamanın Ahiliği, ağırlıklı olarak, A. Gölpınarlı’nın deyimiyle; “Şiî, yahut Müteşeyyî”, yani, Alevî’dir.
Ama bu durum; 16. yüzyıldan sonra değişti ve yukarıda değindiğimiz gibi, bağımsız Zaviye’ler; tereyağından kıl çeker gibi ortadan kaldırılarak, bağımlı Lonca’ya dönüştürüldüğünde; İran’daki tehlike olan Şah İsmail’in de ortadan kaldırılmış olmasıyla, Osmanlı toplumunda, tüm baskı ve idamlara karşın, eski bağımsız Alevî Ahiliği sürdüren Melâmîler dışında Sünnîlik; hem siyasal, hem de inançsal bakımından kesin olarak egemen olmuştu..
Bu yeni durum, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine, İttihat ve Terakki yönetimine kadar sürdü. İttihat ve Terakki yönetimi bilindiği gibi; yıllar sonra da olsa, Fransız Büyük Devrimi’ni izleyerek; 1910’da esnaf ve sanatkârları “Kâhyalar” yönetimindeki “Cemiyetler”de örgütledikten sonra, 1912 yılında, “Loncalar”ı da bir yasa ile ortadan kaldırdı.
Cumhuriyet tarihinde ilkin, 1965 yılında Ahilik; bir süredir başlamış olan bilimsel araştırmaların ötesinde, eylemsel yönden de, yeniden doğarken; Sünnî olan, Kırşehir merkezli olarak, Belediye Başkanı rahmetli Ahi Refik Soykut’un girişimiyle doğdu. Öteyandan; Ahiliğin, gerek Osmanlı İmparatorluğu’nda, önce Fatih Sultan Mehmet’i; arkasından da, Yavuz Sultan Selim’i izleyerek; iki yüzyıla yakın, yukarıda kısaca değindiğimiz gibi, bir politika gereği olarak, ihmal edilmesinden sonra, Zaviye değil; Lonca örgütü, eskisine göre oldukça kolu kanadı kırılmış olarak, o zamanki bir bakıma yeniden doğuşunda; gerekse Cumhuriyet döneminde, yukarıda değindiğimiz doğuşunda, toplumda Alevîlik pek büyük ölçüde yenilmiş iken; Cumhuriyet döneminde bir ölçüde nefes alır olmuşsa da, yine de; yakın zamanlara kadar, hem Osmanlı döneminden de farklı olarak; zaviyesi (tekkesi, Cem evi, vb.), kapatılmıştı, hem de Sünnîlik; tümüyle egemendi.
Bu durumda, 1980’li yıllarda Ahilik; bu kez İstanbul, Ankara gibi büyük kentlerin öncülüğünde, giderek Hükûmetçe de kabul edilmiş olarak toplum önüne çıktığında; inanç bakımından, nesnel, gerçek bilimsel araştırmalar ötesinde; yaygın olarak hemen tümüyle, Sünnî kabul ediliyordu.
Halk içinde yer yer, Alevîlerin de Ahiliğe sahip çıktığı yok değildi. Hattâ, yüzyıllarca Kırşehir’e bağlı olup, sonra bir demokrasi cilvesi olarak Kırşehir’den koparılan ve kendi ilçesi iken il yapılan Nevşehir’e bağlanan; Alevîliğin Anadolu’daki merkezi olan Hacıbektaş’ın Alevî halkı ile Kırşehir’in Sünnî halkı; et tırnak gibi birbirlerine bağlı idiler ve bu bağlılık bugün de dün olduğu gibi aynen sürmektedir. Çok geçmeden, Alevîler; açıkça da Ahiliğe sahip çıkmaya başladılar.
İlk olarak, İstanbul’da, rahmetli Abidin Özgünay’ın, 1966 yılında yayınlamaya başladığı ve benim ilk sorumlu müdürü olarak, Ahiliği de kapsayan yazılar yazdığım Cem dergisi’nde; 1992 yılı Ekim ayında, kendi imzası ile, “Ahilik, Alevîliktir” başlıklı bir başyazı yayınladı. Bu görüş o kadar aykırı görülüyordu ki; bazı Alevî yazarlar tarafından bile tepki ile karşılandı ve Ankara’da yayınlanan Pir Sultan Abdal dergisinde, yazar Lütfi Kaleli, “Ahi Evren ve Alevîlik” başlıklı yazısında; “Ahilik, kesinlikle Alevîlik değildir” dedi! Bu iddiayı Cem dergisindeki yanıtım ile ben karşılayarak reddettim. Daha sonra Alevîler, kısa zaman içinde A. Özgünay’ın ortaya attığı tezi kabul ettiler.
Cumhuriyet dönemindeki uygulamalar, bu aşamaya zarzor gelebilirken, bilimsel araştırmalar gerçeği özellikle yine Cumhuriyet döneminde, çoktan ortaya çıkarmış bulunuyordu. Bu kitapta açıklamalarına ve çevirilerine büyük bir sıklıkla başvurduğumuz rahmetli Üstad Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası’ndaki ünlü, “İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları” başlıklı ve çok kapsamlı makalesinde engin bilgisi ile bu konuyu şöyle açıklıyor:

“FÜTÜVVET EHLİNİN MEZHEBİ VE İNANIŞI
Fütüvvet ehli, Şiî, yahut müteşeyyî’ bir taifedir.
Yukarıdan beri verdiğimiz malûmattan açıkça anlaşılmaktadır ki fütüvvet ehli, yollarını ‘Ali yolu’ saymakta, Ali ve Ehl-i beyt sevgisini en büyük fazilet ve vecibe olarak kabul etmektedir. En eski ve hattâ bazısı nisbeten Sünnî bir karakter taşıyan fütüvvet-nâmelerde bile açıkça görülen bu esas, sonraki fütüvvet-nâmelerde büsbütün kuvvetlenmekte ve büsbütün aşırı ve bâtınî bir hal almaktadır.
Fütüvvet ehlinde Ehl-i beyt sevgisi, bir şiardır ve fütüvvetin, Peygamber’den Ali’ye kaldığına inanmak esastır. Daima Ali’nin vilâyeti (velîliği; sg) ve fütüvveti hakkındaki âyet ve hadislerle, hattâ bazı uydurma hikâyelerle istidlâllerde (usavurmalarda; sg) bulunurlar. Ananelerdeki (gelenekteki; sg) en kuvvetli ve müşterek nokta budur. Nakkaş Ahmed’in, Şihâb-al-dîn Sühreverdî’nin, Nâsırî’nin hattâ görünüşte Sünnî bir karakter taşıyan diğer fütüvvet-nâme sahiplerinin ve başkalarının fütüvvete ait yazdıkları risâlelerde bu şiar, bazen gulüvve (dinden çıkmaya; sg) varacak kadar taşkın bir tezahür (görünüm; sg) gösterir.
Abdülhamid I. Kütüphanesindeki Fütüvvet-nâmeyle Veliyeddin Efendi Kütüphanesinde bulunan Fütüvvet-nâmedeyse Şîa-i İmâmiyye akıydelerinin (inançlarının; sg) hususiyetleri (özellikleri; sg) apaçık görünmektedir. Seyyid Huseyn ile Seyyid Muhammed’in Fütüvvet-nâmelerinde artık bu hususiyet, gizlenmeyecek kadar açıktır. Hele sonuncusu, adeta Safaviyye devletinin propagandasını yapmaktadır.
Esasen XV.-XVI. yüzyıllarda Alevîlik ve herhalde bundan önce de henüz teşekkül devresini tamamlayamamış olan Bektâşîlik, fütüvvet erkânının bir çok noktalarını almak ve bilhassa tercemanlarını tamamıyla benimsemek suretiyle usul ve erkânını kurmaya başlamış ve sonradan Alevî ve Bektâşîler tarafından bir çok fütüvvet-nâmeler yazılmıştır.
Şah Tahmasb zamanında (983 h. 1575-1576) Bisâtî adlı birisi tarafından yazılan ve Alevîlerce ‘Büyük Buyruk’ ve ‘Menâkıb’ denen ‘Menâkıb-al-esrâr behcet-al-ahrâr’ da fütüvvetten, Gadîr-Hum’da Ali’nin vasıy ve halîfe tayininden sonra Peygamber tarafından belinin bağlanmasından ve Ali’nin de Peygamber’in emriyle Selmân, Kanber ve Ca’fer-i Tayyâr’ın bellerini bağlamasından sonra, Ali’nin emriyle Selmân’ın da on dört kişiye şedd kuşattığından bahsedilmesi, yani bu kitabın, adeta bir fütüvvet-nâmeyi de ihtiva etmesi (içermesi; sg), fütüvvet-nâmelerdeki tercemanların Alevî ve Bektâşîler tarafından kullanılması, dualarda On iki İmam’ın mutlaka anılması ve Mehdî’yi Sahib-zaman (zamanın koruyucusu; sg) tanıyıp zuhuruna (ortaya çıkmasına, gelmesine; sg) dua edilişi, hasılı bütün bunlar ve bunlar gibi nice deliller, Fütüvvet ehlinin Alevî bir neşeye sahip olduğunu açıkça göstermektedir.
Zaten İmâmiyye mezhebini kabul etmiş ve bunu ilân eylemiş olan Halîfe al-Nâsır li-dîn-Allah’ın (Bakınız, İbn-i Tıktafâ: Kitab-al-Fahrî, Mısır, 1318. s. 287, Gotha. S. 370-371, Abu’l-Fidâ, Matbaa-i Âmire, 1286, c. III. S. 142-143.) bu mesleği benimsemesi ve bütün fütüvvet ehli tarafından muktedâ (önder; sg) tanınması da fütüvvet ehlinin temayülünü izhar eden (eğilimini gösteren; sg) bir keyfiyettir (özelliktir; sg) (..).
Bütün bu açık deliller, fütüvvet ehlinin Şiîliğe mütemayil (eğilimli; sg) bir zümre olduğunu göstermekle beraber şu suali sorabiliriz: Bütün fütüvvet ehli Şâ-i İmâmiyye’den miydi, daha doğrusu Alevî oldukları muhakkak olmakla beraber fütüvvet ehli ne dereceye kadar İmâmiyye mezhebini biliyordu? Bu soruya Bektâşî ve Alevîlerin, bu mezhebi ne dereceye kadar ve ne tarzda benimsediklerine bakarak cevap verebiliriz.
Bektâşî ve Alevîler, İsnâ-aşeriyye-İmâmiyye, yani Ca’feriyye mezhebini kabul ettiklerini iddia etmişler ve salike (tarikat üyesine; sg), mezhebinin Ca’ferî olduğunu telkıyn edegelmişlerdir. Fakat On iki İmâm’ın adından başka bu mezhebe ait bilgileri yoktur. İmâmların hâl tercemelerinde bile aklın kabul etmeyeceği saçma rivayetlere inanırlar. Tevellâ ve Teberrâ’da (Hz. Ali’ye bağlılık ve Hz. Ali’ye uymayanlardan uzaklaşmada; sg) bile aslı olmayan masallar, esas inanışa hakimdir (..).
Fütüvvet-nâmelerdeki uydurma rivayetlerin, meselâ Gadir-Hum’da Peygamber’in, Ali’nin belini, Ali’nin de Kamber ve Selmân’la o vakit çoktan vefat etmiş bulunan Ca’fer Tayyâr’ın bellerini bağlaması, Selmân’ın da çoğu daha baba sulbüne bile düşmemiş, yahut da tamamıyla muhayyel şahıslara kuşak kuşatması, o gün sahabenin birbirleriyle kardeş olmaları, Ali’nin yine o gün Peygamber tarafından kardeş edinilmesi, helva pişirilmesi vesaire gibi şeylerin hiç birinin İsnâ-aşeriyye-İmâmiyye rivayetlerinde bulunmadığını ve mezhebini bilen aklı başında bir Ca’ferî tarafından kabul edilmeyeceğini de burada kaydetmemiz gerektir.
Bu bakımdan fütüvvet ehlinin Şîîliği, hurafatla (hurafeler ile; sg) karışık bir Şîîliktir ve Bâtınî bir mahiyet taşır. En eski ve mazbut (derli toplu; sg) fütüvvet-nâmelerde bile bu aslı olmayan rivayetlerin bir kısmının bulunması, bize bunu ispat ediyor.
Şunu da söylememiz gerekir ki zaman geçtikçe bu garip rivayetler, fütüvvet-nâmelerde büsbütün artmıştır. Zaten ilk zamanlarda şerbet içmek, şedd kuşanmak (Hayır Hoca; kuşatılmak! sg) ve şalvar giymekten ibaret olan fütüvvet merasimine zaman geçtikçe tıraş olmak, alem (sancak; sg) ve çerağ (kandil; sg) vermek, helva pişirmek gibi şeyler de girmiş, bu suretle Bektâşî ve Alevîler, erkânlarının esaslarını fütüvvet ehlinden almakla beraber fütüvvet ehli de onların erkânındaki bu esasları almışlar, hasılı (sonuç olarak; sg) Alevî ve Bektâşîlikle fütüvvet yolu arasında bir kaynaşma meydana gelmiştir.
Ancak fütüvvet ehlini Bâtınî bir renge boyayan, bu kaynaşma değildir. Daha önce de aralarında derecelerin bulunuşu, erkânlarına hariçten kimseyi almayışları, kendilerinden olmayanlara ‘diğer’ adını vermeleri, İsmailîler’de olduğu gibi hurûf-ı mukattaayı (Kur’an’ın 29 suresinde; Elif lâm mim, elif lâm re, kaf, sad, nun gibi harfleri; sg) remz olarak kullanmaları ve daha bunlar gibi bariz Bâtınî şiarlar vardır.
Hattâ Nakkaş Ahmed’in, Fütüvvet-nâmesinin mukaddimesinde ‘Fütüvvet bölükleri, başıboş bir halde adeta çöllere, ovalara düşmüş, doğruluktan ayrılmış, batıla sapmış, nefis isteklerine uymuş, sapıklık yolunu tutmuştu. Hidayet yolundan sapmışlar, bid’atlerle hile ve fitnelerle tevil eder olmuşlardı. Fütüvvet ashabına azgınlık üst olmuştu. İçlerinde dalâlet hükmetmeye başlamıştı. Hileleri çoğalmış, bilgisizlikleri artmıştı. Fütüvvet hükümlerini unutmuşlar, onları bilmez bir hale gelmişler, ululanmaya ve mücadeleye karşı meyilleri fazlalaşmıştı.
Bu hal, müslümanlara, kendisinden başka bir imâm ve dine, kendisinden başka bir kıble olmayan ulumuz ve efendimiz, imâmet şeceresinden gelen, nübüvvet bağçesinde biten, Abbas sülâlesinden Tanrı halifesi, mü’minler imâmı, âlemler Rabbinin halifesi, doğularla batıların imâmı, mü’minlerin emîri İmâm Nâsır li-din-Allah’ın fütüvveti benimsemesiyle ulu Tanrının, onun vasıtasıyla fütüvvet yolunu yüceltmesine, alâmetlerini yükseltip büyültmesine dek böylece sürüp gitti’ (108.a-b) demesinden anlaşılıyor ki fütüvvet ehli arasında Bâtınî temayüller, gizlenemeyecek, şikâyet ve intikadı icab ettirecek (eleştiriyi gerektirecek; sg) kadar açığa çıkmıştı.
Al-Nâsır li-dîn-Allah’ın fütüvveti benimsemesi, daha doğrusu tamamıyla yıpranmış olan imparatorluğu, esnafı teşkilâtlandıran kuvvetli ve mütesanid (birbiri ile dayanışan; sg) bir kitle ile desteklemesi, ihtimal (olasılıkla; sg) fütüvvet ehlinin bir kısmını ve bilhassa yakınlarını Bâtınîlikten çekmiş ve kendi mezhebi olan İmâmiyye mezhebinin usül ve fürûunu kabul etmelerini mucib olmuştur (sağlamıştır; sg).
Fakat bu ihtimali, bütün fütüvvet ehline teşmile imkân (yaymaya olanak; sg) yoktur. Burada Bâtınî sözüyle İsmâiliyye’yi değil, şeriatın zâhirî (dış, açık; sg) emirlerini tevil eden (serbestçe yorumlayan; sg) ve bâtınını (yorumlanan iç anlamını; sg) esas ittihaz (kabul; sg) eyleyenleri, Alevî sözüyle de Ali’yi sahabeden üstün gören ve onu Peygamber’den sonra halife ve imam tanıyanları kasd ettiğimizi bilhassa kaydedelim (..).
Bütün bu açık delillere karşı, ‘Rahletu Ehl-Hasan Muhammed-ibn-i Ahmed ibn-i Cubeyr’de, Şam ülkesindeki Şîa’dan bahsedilirken bunlara fütüvveti şiar edinmiş olan ve Nubuviyya denen Sünnî bir taifenin musallat olduğunun anlatılması (E.J.W. Gibb vakfı yayınlarından, 1907. s. 280), fütüvvet ehlinin Sünnîliğini ispat edemez.
Çünkü fütüvvet ehlinin cüvan-merd, fetâ ve ayyâr, ulularının ahı, ahı-Türk, ahıbaba adlarından başka bir adla, hele Nubuviyya adıyla anıldığı, hiçbir yerde ve hiçbir kimse tarafından görülmemiştir. İbn-i Cubeyr, bu izahatında fütüvvet kelimesinin lugat mânasını kastetmiştir ki yiğitlik, delikanlılık, silâhşorluk, kabadayılık, hattâ ataklık ve külhanbeylik demektir. Nitekim, Selçuk tarihlerindeki rind ve rünûd kelimesiyle de bu mânalar kastedilmektedir.
Fakat gerçekten Şam diyarında fütüvvet ehlinin bir kısmı, Şîa’ya düşman olsa bile bu keyfiyeti tamim etmek (genellemek; sg) mümkün değildir. Çünkü Şîa’da bir çok fırka vardır, belki bunlar Gulâttır (aşırı şiîdir; sg). Bu sözü, fütüvvet ehlinin Sünnîliğine senet ittihaz etmek, ancak evvelce verilen bir hükmün (bir önyargının; sg) ifadesi olabilir.
Aynen İbn-i Batûta’nın, fütüvvet ehlini Sünnî inanışlara sahip kimseler olarak tavsif etmesi (nitelemesi; sg) de yanlış bir görüşten başka bir şey ifade edemez. Mevlâna gibi dünya çapında bir hakîm ve ârif bir şair hakkında ‘bir helvacının helvasını yedikten sonra ardına düşüp giderek kaybolmuş, arayanlar, kendisini bulamamışlar, birkaç yıl sonra tekrar Konya’ya gelmiş ve Farsça, her beyti kafiyeli (mesnevî tarzında), fakat mânası anlaşılmaz şiirlerden başka bir şey söylememiş, talebesi tarafından yazılan bu mânasız şiirlerden ‘Mesnevî’ adlı bir kitap meydana gelmiş’ diyen (Şerif Paşa tercemesi, c. I. s. 323) bu dil bilmez (İ. Batuta Türkçe bilmiyormuş; sg) seyyahın sözlerine ne dereceye kadar değer verilebilir? Diğer bir tabirle, bu çeşit verdiği malûmat, ana kaynaklarla teyid edilmeden ve tarihî bir tenkide tâbi tutulmadan derhal nasıl kabul olunabilir? Bunu düşünmeye bile lüzum yoktur sanırız.
Esasen Sünnî akidelere bağlı olarak öğdüğü fütüvvet ehlinin her gece müzik ve rakısla meşgul olduğunu hassaten ve defalarca kaydederek de büyük bir tenakuza (çelişkiye; sg) düşmektedir. Çünkü yalnız Sünnî müteşerrilerce (fıkıh ve şeriatla ilgili bilgisi çok olanlarca; sg) değil, Şîa müteşerrilerince de müzik ve rakıs haramdır.
İbn-i Batûta, ahılar tarafından ancak bir konuk olarak konuklanmış, her din ve her mezhep ehlini hoş gören bu cüvan-merd insanlar tarafından ancak bu görüşle ve bu sıfatla ağırlanmıştır. Onların şedd bağlama, şerbet içme, şalvar giyme, pîr ve kardeş tutma âyinlerinden ve fütüvvet-nâmelerinden haberi bile yoktur. Onun görüşünü sened ittihaz etmek için onun kadar gelgeç görüşlü olmak icab eder.
Muallim Cevdet’in de İbn-i Batûta gibi fütüvvet ehlinin Şîî ve Bâtınî inanışlara sahib olmadıklarında ısrar ettiğini de söyleyelim. Fakat onun bu ısrarı da, açık deliller karşısında bile irkilmeyen sabit bir fikrin aksidir. Zaten M. Cevdet, fütüvveti, yalnız erlik, cömertlik ve hayrât sahibi olmak sayıp fütüvvet ashabının, geçmiş büyükleri kendilerinden gösterdikleri gibi Peygamber zamanından itibaren kahramanlıkla ve hayratla ün almış islâm büyüklerini önce Sünnî yapmış, sonra fütüvvet defterine kaydetmiş, bütün vakıf sahiplerini, askerî teşkilât kurucularını veya bu teşkilâtta değer kazananları fütüvvet erbabından göstermiştir ki bu da, bütün bâtınî zümrelerde müşterek bir metoddur ve M. Cevdet’i sabit fikri; sevmediği Bâtınîlerin usullerinden birini kabule mecbur etmiştir.
Bâtınîlik hakkındaki fikri de pek gariptir. Seb’iyye, Müevvile, İsnâ-aşeriyye, yahut sûfîlerden biraz aşırı inanç besleyenler, hasılı tek sözle Sünnîlik çerçevesinden çıkan bir taife ve herkes, onca kötüdür ve binaenaleyh fütüvvet ehli olamaz. Fakat yine de İsmâiliyye’nin mümessil ve mürevvici (yürütücüsü; sg) olan Fâtımîler devrinde fütüvvetten bahseder (al-Ahiyyat –al- fityân. S. 53-54), İmâmiyye mezhebini kabul etmiş olan al-Nâsır-li-dîn-Allâh’ın fütüvvet erbabına baş tanındığını söyler (61-62, 68-76) ve her hususta bu çeşit tenakuzlara düşer.
Her divanda olduğu gibi mısraları karşılıklı yazılmış olan Sultan Veled divanındaki bir terciin bir bendini, önce sağ, sonra sol taraftaki mısraları alt alta nakledecek ve bundan sonraki bendin altıncı beytini de bu bende ilk beyit olarak alacak kadar dikkatsizce toplanmış olan (Bakınız: al-ahiyyat –al-fityân, s. 162, Divan-i Sultan Veled, F. Uzluk basması, Uzluk Basımevi, 1941, s. 150-151), terkip, tahlil ve hüküm bakımlarından tamamıyla gayrı ilmî bulunan bu kitabın müellifi sıra düştükçe Sünnî olmayan ve hoşuna gitmeyen herkese açıkça lânet edecek kadar mütaassıptır. Yalnız bu kitaptan, ihtiva ettiği vesikalar dolayısıyla istifade edileceğini ve bu yüzden zengin bir kitap olduğunu da söylememiz gerektir.
Hasılı fütüvvet ehli Şîî, yahut müteşeyyi’ bir taifedir. İnanışları, hurafelerle karışıktır. Yolları, tamamıyla bâtınî bir karakter taşır. Bilhassa XVI. yüzyılda, Osmanoğullarına karşı Safavî propagandasını temsil eden fütüvvet ehlinde XVII. yüzyılda bu bâtınî karakter yavaş yavaş unutulmuş ve fütüvvet yolu yalnız esnaf teşkilâtlarına inhisar etmiş, fakat yine bu asırdan itibaren Melâmî-Hamzavîler, bu teşkilâtın bir kısmını ellerine alarak fütüvvetin aslî karakterini son zamanlara kadar yürütmüşlerdir”(13).
Üstad A. Gölpınarlı, derin bilgisi ve uzmanlığıyla, konuyu; bir yandan İslâm dini, bir yandan da belli tarih dönemi içinde olmak üzere geniş bilgiler vererek açıklamaktadır. Ancak Ahilik, İslâm dini alanını da, belli tarih dönemini de aştığından,Gölpınarlı’nın verdiği geniş bilgiler dahi konumuz için yeterli olamıyor. Sadece Fütüvvetin, Emevîler ve Abbasîler dönemlerindeki tarihi göz önünde bulundurulduğunda bile bu eksiklik anlaşılabiliyor. Biz, önceki kitabımız, Sokrat ve Eflâtun’dan Günümüze Ahilik’te; bakış açımızı; 1500 yıldan, 2500 yıla çıkarmıştık ve yine de belirtmiştik ki; bu çerçeve de yeterli değildir ve açımızı, bu kitapta yaptığımız gibi, tüm insanlık tarihi ölçüsünde genişletmemiz gerektir.
Kısaca; Fütüvvet’te, İslâm’ın dışından da pek çok şeyler vardır. Andığımız kitapta, bilindiği gibi; Ahilik’te, belirlediğimiz bu dönemde de, halen bilinenler dışında, Sokrat ve Eflâtun kadar; tarih sırasıyla, başlıca filozof Aristoteles, Hristiyanlık, Epiktetos, Plotinos, İslâmiyet, İslâm öncesi Türk ve Hint, İran kültürleri, Farabî, İbn-i Sina, vb. etkileri vardır.
Bizden önce, yine Fütüvvetnameler de; Arapların Cahiliye dönemi gelenekleri ve cömertlik gibi özelliklerden de örnek vermiştir. Ayrıca, A. Gölpınarlı da; burada alıntı yaptığımız ünlü çok hacimli aynı makalesinde, Fütüvvette Zerdüştî etkilerden de söz ediyor ve örnek veriyor. Bu kitapta ise konuyu, Tarih ve Tarihöncesi dönemleriyle, bütün İnsanlık tarihi ölçüsünde ele alıyor, Ahiliğe etkide bulunan tüm etkenleri saymaya girişmek iddiasında bulunmasak da, ana çizgileri belirtmeye çalışıyoruz.
Kısaca; kültürdeki her şey gibi, Ahilik de, salt dinlerden gelmiyor. Ahilik; hem din, hem de felsefe gibi, insanlığın başından beri; mitoloji, din, felsefe ve tüm öteki etkenlerle birlikte, karşılıklı etkiler içinde gelişiyor, tarihin hareketinin de etkisiyle; ilerliyor ve geriliyor. İşte, İslâmiyet ile birlikte, başlangıçlardaki Emevîler ve Abbasîler dönemlerinde de, Ahiliğe ya da o dönemdeki bütünsel adıyla Fütüvvete; zamanın ve bölgenin tüm ögeleri etkide bulunuyor. Burada bu etkenleri ve Ahilik ile ilgili etkilerin tarihçesini anlatmayı hedeflediğimiz, kitabımızın adında da bellidir.
13- A. Gölpınarlı, 1949-50. s. 57-63.

f) “AHİ EVREN Mİ, AHİ EVRAN MI?” TARTIŞMASI, “AKILIK” DİRENİŞİ VE
“AHİ ERVAN-I VELΔ, “AHİRMEN” YANLIŞ VE SORUMSUZ SÖYLEMLERİ.
Sözünü ettiğim tartışma, zaman zaman, özellikle bilim insanları ve bilime değer ve gerçeklere de önem verenler ile, halk arasında ortaya çıkıyor. Ahi Evren; bilindiği gibi, Anadolu Ahiliğinin kurucusu kabul edilen, Şeyh Nasirüddin Mahmud el-Hoyi’nin lâkabıdır ve Şeyh Nasirüddin; kısaca bu ad ile anılır. Ancak Ahi Evren, efsaneleşince, halk dilinde, “tumturak-ı elfaz” (gösterişli sözler) merakı ile adı ya da lâkabı; “Evran”a dönüşmüştür. Hattâ, velîliği de söz konusu edilerek, kendisine; “Ahi Evran-ı Velî” denmiş ve buna, “Pîr-i Pîran”, vb. daha da tumturaklı (gösterişli) sözcükler eklenmiştir.
Ahi Evren’in adını başlıca iki kesim, böyle tumturaklı bir biçimde söyleyegelmişlerdir:
Kırşehirliler ve esnaflar. Tarihsel kaynaklar ise, büyük esnaf Pîrinin adını; “Ahi Evren” olarak kaydetmektedirler. Örneğin Âşık Paşa-zâde, Tarih-i Al-i Osman’da; Ahi Evren
demektedir. Oruç Bey ve Neşrî gibi Osmanlı tarihçileri de, Âşık Paşa-zâde’nin verdiği bilgiyide, Ahi Evren’in adını da aynı şekilde yinelemektedirler. Öteyandan, Hacı Bektaş-ı Velî
Vilâyetnamesi ve Evliya Çelebi Seyahatnamesi de büyük Esnaf Pîr’inin adını aynı şekilde anmaktadırlar. Buna göre de açıktır ki, doğrusu; Ahi Evren’dir. Cumhuriyet dönemi
bilginlerinden Prof. Dr. Fuat Köprülü de, Prof. Dr. Neşet Çağatay da, Alman araştırmacı Prof. Dr. Franz Taeschner de, “Ahi Evren” adını kullanmışlardır.
Son zamanlarda Türkiye’de gerek kimi bilginler, gerekse de kimi devlet, hükûmet yöneticileri arasında, bilime ve gerçeğe uymayan bir adet çıktı: Halk bir sözcüğün doğrusunu değil de, kendi yakıştırmasını kullanıyor ve bunda ısrar ediyorsa; kimi bilginler ve yöneticiler de öyle yapıyorlar!..
Burada, Ziya Gökalp’in ünlü kuralını anımsayabiliriz: “Galat-ı meşhur, lügat-i fasihten evlâdır” (Meşhur olmuş, yayılmış olan “Yanlış”; doğru sözcükten üstündür). Ama böyle bir kuralı; kuşkusuz, özellikle kişi adları için; hiç mi hiç uygulayamayız. Kısaca, Ahi Evren’in lâkabı, Ahi Evren’dir ve halk dilinde başka türlü söylense de, Ahilikte hiç yeri olmayan: böbürlenme ve halk dalkavukluğu dışında; gerçekte ve bilimde, buna itibar edilemez.
Yakın zamanlarda bu tartışmanın rahmetli Ahi Refik Soykut ile Prof. Dr. Mikâil Bayram arasında pek şiddetli bir şekilde geçmiş olduğu; Kırşehirliler ile esnaf temsilcilerinin, halâ “Ahi Evran” şeklini tercih ettikleri bilinmektedir.
Ahi Evren’in adının; bunlardan başka, yine Kırşehir’lilerin, özellikle halk dilinde, ama, oradan alarak, kimi, bu konuda daha sorumlu kişilerin de ağızlarında ve bazen de kalemlerinde kullanılan bir iki söylenişi daha var. Biz burada, örnek olarak, bunların, bildiğimiz ikisini vereceğiz. Bu ikisinden, bizim bilgimize göre ilkini; ünlü Kırşehir’li, Ahilik araştırıcısı, Cevat Hakkı Tarım; “Tarihte Kırşehri-Gülşehri; Babaîler-Ahiler-Bektaşiler” adlı eserinde şöyle haber veriyor:
“Ahiler’in merkezi olan Kırşehir’de halk ağzında zamanla (k) harfi (h) şekline inkılâp ederek çakı – çahı, yakı – yahı, bana bak – bana bah kılığına girdiği gibi Akı da Ahi olmuştur. Hattâ Kırşehir’de halk, Ahievran’a Ahirmen derler”(14)!..
Bu kitabı tamamlamak üzere idim ki, Ahi Vakfı’ndan tanıdığım Sayın Ercümend Sarpdere, “Akılıkta Mesleksel Dayanışma” adlı bir kitap getirip verdi (15). Abdullah Günay
adında, (biyografisinde nedense doğum tarihi yok!? ama, herhalde) bir genç yazmış. Kitabın künyesinde, Ercüment (Kitapta adı böyle yazılı?; sg) Sarpdere, “Yayına Hazırlayan” olarak yazılmış. Daha bunlar da, kitaba karşı güveni sarsıyor. Kapakta; “Akı Teşkilâtı Araştırma Yayın Dizisi, 3. sayfada; “Akı Ocakları Teşkilâtı” başlığı var!?..

14- Cevat Hakkı Tarım, Tarihte Kırşehri-Gülşehri; Babaîler-Ahiler-Bektaşiler, 3. Baskı, İstanbul, 1948. s. 61.
15- Abdullah Günay, Akılıkta Mesleksel Dayanışma, Yalın Yayıncılık, 2008, İstanbul.
Kitapta, bazen “Ahi”, “Ahilik” de deniyor ama, daha çok, ısrarla; “Akı”, “Akılık” deniyor. Bizim “Sokrat ve Eflâtun’dan Günümüze Ahilik”ten, “Ön Ahilik, Ahilik, Ahilik Sonrası” bölümlememiz alınmış, dipnotunda alınan yer de gösterilmiş, ama “Ahilik” sözcüklerinin “h”ları, kitabımızdan farklı olarak, “k” yapılmış. Bize öyle dedirtilmiş! Tahrif, doğal ki. Görülmemiş bir şey. Ama, kendince, tüm bir iyi niyetle, kuşkusuz, çocukça bir “yaparım, olur”culuk!.. Dava mı edeceğiz? Toplumca ağlayacağımıza, gülüp geçiyoruz. Bilim dışına çıkılınca, çok ötelere de gidilebiliyor. Bunlarla burada daha fazla uğraşmayacağız.
Yine bizim bilgimize göre üçüncüsü ile de, şimdiye dek, iki kez karşılaştık: İlkin, 1980’li yıllarda olacak, rahmetli halk ozanı Şemsi Yastıman, bir el ilânı bastırmıştı, orada; “Ahi Ervan-ı Velî” diyordu. Ben, bu söyleyişi o ilânda yaymamasını söyledim; uyarımı çok olumlu karşıladı. Bu söyleyişi sonra bir şiirinde kullandı. Bunu ise, o şiir içinde hiç yadırgamadım. Bu ikincisi ile ikinci karşılaşmam, 2008 yılı Ahilik Kültürü Haftası’nda oldu. Ahiliği temsil iddiasındaki bir kuruluşun başkanı, Hafta’nın ilk günü yapılan konuşmalarda, kürsüden; “Ahi Ervan-ı Velî” diye yineleyip duruyordu. Bunu, biraz dikkatli olan herkes de yadırgamıştı.
g) ÇAĞDAŞ; “HAK ALINIP VERİLMEYEN”,
SÖZDE BİLİMSEL; ÖZDE, FOLKLORİK; PSEUDO AHİLİK!..
Ahiliğin, Fütüvvetname kaynaklarından gelen, “Şed kuşatma”da geçen, çok sevdiğim bir
söz var: “Hak al, hak ver!..” diyor. Ne kısa, ne özlü, ne yüce bir söz, bir ana ilke!.. Ama, Ahilik ilkelerini; her şeyden önce, Ahilik ile, özellikle de onun bilimi ile uğraşanlar uygulamazlarsa; ortada Ahilik adına, değersiz bir “edebiyat”tan; “lâf kalabalığı”ndan başka ne kalır, ne kalabilir ve böylece; Ahilik diye diye, Ahiliğe kötülük etmekten başka ne yapılabilir?..
Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın; “Türkiye’de Ahilik Araştırmalarına Eleştirel Bir
Bakış”(16)adlı, özellikle Prof. Dr. Mikail Bayram’a haksızlık etmesine karşın, değerli yazısında; başlıca, “Apolojik” diyerek eleştirdiği yazılar, araştırmalar; bugün bazı
sözde bilimsel ve “derleme” olduğu bizzat, bazen Prof.’luğa kadar çeşitli bilim payelerine
sahip yazarlarınca, açıkça ve fütursuzca açıklanan “sözde kültürel nitelikli” ve iddialı
yazıların yanında deyim yerindeyse; “zemzemle yıkanmış” kalmaktadır.
Bu konuda örnekler; sayılamayacak kadar çok. Bizim de, okuyucumuzun da, bu deryaya
dalacak kadar ne yerimiz, ne de zamanımız var. Sadece iki önemli örnek vermekle
yetineceğim.
Birinci örnek; Ahiliğin Kırşehir merkezinde kurulu; Gazi Üniversitesi, Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi’nin yayınladığı; “I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu, 12-13 Ekim 2004 Kırşehir, Hz. (Merkez Müdürü) M. Fatih Köksal” adlı, 83 bildiri içeren, 2 cilt, 1091 sayfalık, büyük boy, eser (17). Kitapta, onsekiz kişilik Bilim Kurulu üyelerinin adları da açıklanmış. Kurulda, tanınmış Ahilik bilginleri Prof. Dr. Mikail Bayram ve Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu’nun da adları var. Ama her iki Kurul üyesinin de bildirisi yok! Birçok bildiride, Prof. Dr. Bayram’ın Ahilikteki bulgularından söz ediliyor. Ama kendisi, kaynak olarak bile, pek az bildiride anılıyor. Her iki örnekte ortak olan, bazı
olmayacak ilginç özellikleri, ikinci örnek üzerinde göstereceğiz.
İkinci örnek de, son zamanda elimize geçen, Prof. Dr. Ekrem Erdem’in yazdığı, “Ahilik, Ahlâkla Kalitenin Buluştuğu Bir Esnaf Teşkilâtlanma Modeli” adlı, küçük boy, 103 sayfalık
bir kitap (18). İlk baskısı 2000’de, ikincisi 2004’te, 3. basımı da bu yıl, 2008’de yapılmış.
16- Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, Türkiye’de Ahilik Araştırmalarına Eleştirel Bir Bakış, Türk Sufîliğine Bakışlar adlı eser içinde, İletişim Yay, 1996, İstanbul.
17- I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Artaştırmaları Sempozyumu, 12-13 Ekim 2004 Kırşehir, G. Ü. Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi Yay, Kırşehir 2005.
Ama demek ki, zaman içindeki değişmeler dikkate alınmamış. Sayın Prof. Dr. Erdem, kitaba
yazdığı Önsöz’e şöyle başlıyor: “Ahilik, yaklaşık bin yıllık geçmişi olan bir esnaf teşkilâtlanma modelinin adıdır”. Öyle mi; Ahilik, sadece bir “esnaf teşkilâtlanma modeli” midir? Sadece “bin yıllık” mıdır? Bu soruları ve sonraki cümlelerdeki daha birçok şeyi geçiyoruz.
Ama şu tanıtmaya dokunmadan geçemiyoruz: “Kültür Bakanlığı ile Türkiye Esnaf ve
Sanatkârları Konfederasyonu’nun öncülüğünde her yıl Ekim ayında düzenlenen Ahilik
kutlamaları”. Sonra, önsöz’ün altında, yazar imzasının altında da, daha da talihsiz olarak; “Eylül 2008” tarihi!.. “Talihsiz” sözcüğünü yineleyerek soralım ve yanıtlayalım: Bu kadar
sempatik bir görünüm içinde önsöz yazan talihsiz Prof’umuz; bu tarihten tam bir ay kadar önce, Kültür Bakanlığı’nın, yıllardır bırakmak istediği ve pek isteksizce, eksik gedik
sürdürdüğü bu “Öncülük”ten, nihayet kurtulmuş ve bundan sonrası için, Sanayi ve Ticaret
Bakanlığı Ahilik Kutlama Yönetmeliği’nin çıkarılarak, 13 Ağustos 2008 tarihli Resmî
Gazete’de yayınlanmış olduğundan haberi yok mudur? Demek ki yoktur!..
TESK’e gelince: Oradakiler de, bizim gibi insanlar değil mi? Herhangi bir kişi ya da kurumu lâyüsel: eleştirilemez, kusursuz sayarak hem de bilim adına Ahiliğe hizmet edilebilir
mi? TESK, günün işlerinden ne kadar zaman bularak Ahiliğe öncülük etmiş diyebiliriz ki;
sadece nicelik ve sonuçtan söz edelim: daha önceki, 1965’ten, 1988’e dek süren, Kültür Bakanlığı ve Yönetmeliği desteği olmayan; gönüllü, 23 yıllık dönemde, yaklaşık 15 ilde yapılan kutlamaları; 1988’den, 2008’e dek, tam yirmi yıllık dönemde ancak 11 il arttırarak, 26’ya çıkarabilmiş, gelişim için Kültür Bakanlığı’na bir öneri de getirmemiştir. Buna karşılık, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı ise; daha bu işe soyunurken; kendiliğinden ya da iktidar partisi görüşü ile çıkardığı Yönetmelik’te; bu sayıyı, “Tüm iller” düzeyine çıkarıvermiştir!..
Esnaf Teşkilâtının Ahilik yolunda nerede olduğunu ise; bu kitapta da özetle aktardığımız, Prof. Dr. Sabri Ülgener kendi görüşünce bir ölçüde anlatmıştır. Prof. Ülgener’in bu konudaki eleştirilerinden Esnaf Teşkilâtı hiç haberdar olmamış mıdır? herhalde; çünkü bu eleştiriler için olumlu ya da olumsuz hiçbir şey söylenmemiştir!..
Önsöz’ün ilginç bir düzey itirafı olan açıklaması ise; son paragrafta yer alıyor ve şu cümle ile başlıyor: “Bu alanda yapılan araştırmaların daha başlangıç düzeyinde olduğu, çoğunlukla
da ikinci el kaynaklardan derleme şeklinde hazırlandığı ve bilgilendirmeyi esas alan kültürel bir nitelik taşıdığı bir gerçektir”. Daha önemli olarak da şöyle devam ediyor: “Bu
çalışma da, esas itibariyle bu çerçevede düşünülmelidir (..). Cümlenin devamında, “yazarın (..) ulusal ve uluslar arası bilimsel platformlarda yıllardır mütevazi ölçülerde
gösterdiği gayretin bir muhassalası”ndan söz ediliyorsa da, bu “mütevazi muhassala”nın,
üzerinde hangi ölçüde durulmaya değer olduğu herhalde anlaşılmış olmalıdır.
Ahilik araştırmalarında çığır açıcı ölçüde emeği geçenler, yerli-yabancı, bize göre bir; çok çok, iki elin parmakları sayısını geçmez. Onların eskilerinden ilk aklımıza gelenler; Prof. Dr. Fuat Köprülü, Osman Nuri Ergin, Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken, Prof. Dr. Franz Taeschner, Abdülbaki Gölpınarlı ve Prof. Dr. Sabri Ülgener’dır. Sonrakilerden de, yine çığır açıcı ölçüde; Prof. Dr. Mikâil Bayram’ı, Prof. Dr. Sabahattin Güllülü’yü, Prof. Dr. Mübahat Türker Küyel’i ve bir de 2000’de yayınlanan “Sokrat ve Eflâtun’dan Günümüze Ahilik” adlı tezli eserim ile; kendimi sayabilirim.
Prof. Dr. Ülken ile Prof. Dr. Türker Küyel’in bu alandaki büyük katkıları; çokça, “ikinci el kaynaklardan derleme”ci ve aktarmacı gürültülerinden; adeta bilinmiyor bile. Saydığımız bilgin ve araştırmacıların katkıları, bize göre bu alanda ortaya konan tüm ürünler bakımından; Ölçüt (kıstas) durumundadır. Biz o ürünleri ve araştırmacılarını; bu eserler, onların sahipleri
ve görüşleri karşısındaki durumlarına, tutumlarına bakarak değerlendiririz.
18- Prof. Dr. Ekrem Erdem, Ahilik, Ahlâkla Kalitenin Buluştuğu Bir Esnaf Teşkilâtlanma Modeli, 3. baskı, Detay Yay, Ankara, 2008.
Bizim görüşlerimiz konusunda ne yazık ki yazılı olarak çok az şey ortaya konabildi.
Andığımız kitabımıza Prof. Dr. Mikâil Bayram ile rahmetli Prof. Dr. Neşet Çağatay, çok
değerli birer önsöz yazdılar. Araştırmacı yazar rahmetli Baki Öz de, Ahilik konusundaki kitabında bize epey gönderme yaptı (19). Yazar Demirtaş Ceyhun eserden övgüyle söz etti.
Buna karşılık zamanımızın ünlü tarihçilerinden Prof. Dr. İlber Ortaylı, eserimize, “derleme” demek garabetini gösterdi. Onun karşısında, dünya ölçüsünde, yaşayan en ünlü tarihçimiz olan Prof. Dr.Halil İnalcık, onu Bilkent Üniversitesi’nde ders kitabı olarak okuttu, sözlü olarak pek çok övgülerde bulundu ve Ortaylı’nın sözünü anımsattığımızda: “Hiç o esere, ‘derleme’ denebilir mi?’ dedi. Rahmetli felsefeci Aslan Kaynardağ, telefon açarak, eseri ilk kutlayanlardan oldu. Prof. Dr. Cahit Tanyol; “Senin Eflâtun’da gördüğünü ben görmedim,
göreni de görmedim” dedi, pek çok övgülerde bulundu. Son hocalık yılında; Yüksek Lisans öğrencilerine önerdi.
Bizi geçelim. Ama Prof. Dr. Mikâil Bayram ve özellikle eseri; irili ufaklı pek çok
araştırıcılar için pek yaman bir değer ölçücü, adeta bir “turnusol kâğıdı” oldu. Bu
araştırıcıların özellikle onun karşısındaki tutumları son derece ilginç. Bir yandan Prof. Dr.
Bayram’ın ortaya koyduğu bilgileri kullanmazlık edemiyorlar; bir yandan da o bilgileri
doğrudan kendisinden alamıyor; ancak daha önce, anarak ya da anmayarak almış olanlardan
alıyorlar!..
Bay Prof. Dr. Ekrem Erdem’in bu konudaki tutumu da aynı ve pek tipik. Bol bol, anılması zararsız, aksine herhalde epey yararlı, rahmetli Prof. Dr. Neşet Çağatay’dan alıntılar. O
alıntılar ki çoğu, Prof. Dr. Çağatay’ın, Prof. Dr. Mikâil Bayram’dan alıntıları! Bitmedi: Kaynaklar’a bakıldığında, orada Prof. Dr. Bayram’ın da, bir kez için olsun, adı var. Ama hiç
de onun çok çok üzerinde durduğu, Ahilik konusunda, bilgimize önemli katkılarda bulunduğu bir konuda değil. “Keşfül Akabe” adlı, aslında yine önemli bir eser ile ilgili açıklaması
üzerine. Sayın Prof., adı evlere şenlik, çok tehlikeli olan, “gözünü budaktan esirgemez” Prof. Dr. Bayram’dan bu alıntıyı neden yapmış acaba? Hem bu bilgiyi, anılması zararsız, Prof. Dr.
Çağatay ya da bir başkası alıntılamadığı için, ondan alamadığından, hem de böylece, Yaradana sığınıp, şu çok tehlikeli Bayram’dan da alıntı yapmış olmak için mi?..
Zamanımızda buna benzer epey ilginç alıntı olayı var. Bir ya da birkaç tanesini de,
gerçekte çok değerli bir bilginimiz olan rahmetli Burhan Ulutan’ın bazı eserlerinde
görmüştüm. Sorun yine Prof. Dr. Bayram’dan kaynaklanıyordu. Rahmetli Ulutan, Prof. Dr.
Bayram’dan almaya mecbur olduğu bilgiyi bir kitabında alıyor. Sonra, öbür kitaplarında, aynı
bilgiyi bir daha kendisinden almıyor.Dipnotunda, Prof. Bayram’ı hiç anmaksızın,
kaynak olarak, daha önce alıntı yaptığı kendi eserinin ilgili sayfa numarasını veriyor!..
Bu da hem gerçeği söylemek, hem de Prof. Bayram düşmanlarının hışmını üstüne
çekmemek için epey ustaca (!) bir yöntem değil mi? Ama, değerli Ulutan’a yakışmazmış,
olsun, tehlikeli Bayram’ı anmaktan daha güvenli değil mi? Çok önemli ve gerçek Başbakan
Danışmanlığı, peşpeşine Genel Müdürlükler, çeşitli ülkelerde İMF temsilciliği yapmış, feleğin
en acı sınavlarından da geçmiş; sevgili B. Ulutan hocamızdan daha mı iyi bileceğiz?..
Elimizdeki kitapta ilginç çelişkiler de var. 5. sayfada şöyle bir başlık ile karşılaşıyoruz: “Ahi Evran ve Ahiliğin Anadolu’da Doğuşu”. 97. sayfada, “Sonuç” bölümünde ise şöyle deniyor: “Kendinden önceki ‘fütüvvet’ anlayışının bir devamı niteliğinde gelişen Ahilik, Osmanlı döneminde iş hayatının dürüst ilkeler çerçevesinde yürütülmesine önemli katkılarda bulunmuştur”. Demek ki, Ahilik, Anadolu’da, “hüdayı nabit” bir şekilde, vahiyle inmiş gibi doğmamış; “kendinden önceki ‘fütüvvet’ anlayışının bir devamı” imiş!...
8. sayfada ise, günümüzde pek yaygınlaştığını gördüğümüz, dolayısıyla bundan sonra çok karşılaşacağımız anlaşılan, bilimce doğrulanması olanaksız, şöyle bir açıklama karşımıza çıkıyor: “Ahiliğin teşkilât yapısı ise şu şekilde özetlenebilir: en üstte Kırşehir Ahi Evran
19- Baki Öz, Ahilik, Bir Alevîlik Yolu, Can Yay, İstanbul, 2001.
Tekkesi’nde oturan bir Ahi Şeyhi vardır. Onun altında, ona bağlı her bir ildeki tüm
ahilerin başı olan Ahi Babalar vardır (örneğin, Kayseri Ahi Babası ve Konya Ahi Babası
gibi). (..). 9. sayfada: “Kutu 1: Ahiliğin Teşkilât Yapısı” başlığı altında bu yazılanlar şemalaştırılmış, herhalde özellikle çocuklar ve o düzeyde kalmış kimseler için; yutulması daha kolay komprime haline getirilmiş.
Ama bu kitap, Anadolu’da, Kırşehir’den başka bir ilimizin, Ahi Evren’in daha önce orada yerleşmiş ve birçok Ahilik başarılarını da orada gerçekleştirmiş olduğunu; kısaca, o ilin Ahilik bakımından önemini anlatmayı konu edindiğine göre ne yapılmak isteniyor? Bu ne perhiz, bu ne turşu, demezler mi? Kırşehir’in merkezliğine söz yok da, hiyerarşide öbür illere karşı sadece bir ağabeylik mi isteniyor? Evet, o hakkınız, sözümüz yok.
Peki, bu çabaların olumlu bir etkisi oluyor mu dersiniz? Bu kitap olayı, bu bakımdan da önemli bir örnek. Kitap, İstanbul Esnaf Birliği’ne, örgüt olarak, Sayın Prof. Dr. Erdem ile yakın bir bağ içinde oldukları anlaşılan, Ahi Evren’in önemli başarılarını gerçekleştirdiği ilin Esnaf Birliği Başkanının, kitabı tanıtan bir yazısı ile geldi. Biz, kitaba ve yazıya bakarak, gönderen Sayın Başkanın, söz ettiği eserin hiç değilse bu basımını hemen hiç gözden geçirmediği kanısındayız. Çünkü, kapağı çevirse, Önsöz ile altındaki tarihin, ilgili Bakanlık bakımından önemli bir çelişiklik oluşturduğunu herhalde görecek ve yazara, ilgililere gereken uyarıyı yapacaktı. Biz, salt bu olaya bakarak da; bu çabaların ne kadar etkisi olabildiğinin anlaşılacağını ve daha fazla söze gerek olmadığını düşünüyoruz.
İki örnek vereceğiz dedik ama, rahmetli B. Ulutan ile, hem biraz da değişik olan üçüncü bir örnek verdik. Şimdi biraz da Folklorik ve Pseudo Ahilik konusuna değinelim. Yıllar var ki hükûmetlerimiz bile, Kültürü tümüyle; Turizme bağlıyor. Neden? Çünkü Turizm, para getiriyor. Artık, dünyanın ölçüsü; açık açık paradır, Kapital’dir. Ahilik bugün çoklarınca neden değerli görülebiliyor? Çünkü, Şed kuşanma gibi törenler, folklor sayılıyor. Bu da turistlerin ilgisini çekebilir, hem iller arasında ilimize ilgiyi arttırabilir, bu sayede biz de önemsenebiliriz ve sonunda Ahilik, haşa; para getirebilir. Bir yoklayalım kendimizi, törenlerimizi, gerçek Ahilik için yapabiliyor muyuz, yoksa, folkloru sağlamakla mı yetiniyoruz?..
Pseudo; çok acı söylememeye çalışırsak: gerçekte değil, sözde demek. Evet, bugün taş çatlasa, bizim Ahiliğimiz sözden öteye geçmez. İçimize işleyen, sözden öze geçen bir şey yok. Yanılıyorsak, söylensin de rahatlayalım.Törenlerimiz ile hem kendimizi, hem de birbirimizi kandırıyoruz. Yapmayalım mı? Yapalım, ama bu gerçeği de düşünelim ve Ahilik’te olsun, sözde kalmamaya, gerçeğe uzanmaya çalışalım. Ne derler: Dost acı söyler. Öyle değil mi? Gerçek yolunda hepimize başarılar…

h) YÜCE AHLÂK FELSEFESİ AHİLİĞİN ÖNÜNÜN KESİLMESİ;
AYKIRI ORTAMIN OLUŞMASI İLE SONRAKİ BAZI UYANIŞ ÇABALARI
VE İYİ İLE; TAHRİFATA KADAR KÖTÜ ARASINDA GELGİTLER
Burada söylediğimiz, çok doğal bir gerçek. Ama nedense, en güç görülen ve en çabuk unutulan şeyler de, çokça, en doğal olanlar. Güneşin varlığı gibi, insanların bildiği bin yıllardan beri var olan ve o yüzden de kanıksanan, doğal denen, büyük gerçekler; sözde çok iyi biliniyor, gerçekte adeta görülmüyorlar bile ve o ölçüde de, sanki hemen unutuluyorlar. Büyük İslâm bilgesi Ferideddin-i Attar da Tanrı’yı överken; “Ey Tanrı, halbuki sen o kadar meydandasın ki bu yüzden adamakıllı gizlenmişsin…” demiyor mu?..
Ahilik değerleri, iyi şeyler; ama sıradan değil. Onlar; büyük insanlar, büyük önderler tarafından konmuş; büyük dinler, büyük felsefeler, büyük ahlâklar, eşsiz sanat eserleri gibi; yetkin (mükemmel), biricik, tinsel (mânevî) varlıklardır. Büyük insanların insanlığa armağan ettiği bu üstün yüce değerler, nasıl sürekli olabilir? Açıktır ki; onları sürdürebilmek için her şeyden önce, yine öyle büyük insanlar gerektir.
Ama insan eylemleri, ürünleri, biricik olduğundan; bir büyük insanın ürünü, başka bir büyük insan tarafından sürdürülecek olsa, o; o şeyin aynen devamı olmaz; ne kadar, önceki büyük insanın etkisinde kalınmış olursa olsun, farklı, yeni bir şey olur. Büyük felsefe, bilim, sanat, vb. okullarını sürdüren büyük filozofların, bilginlerin, sanatçıların, vb. eserleri gibi; ilk önderlerininki ölçüsünde olmasa da, farklı büyük eserler olur.
Olumlu açıdan durum bu. Öteyandan, insanlığın gelişiminde, tek, ileri giden, yükselen bir trend yok. Bir de onun karşıtı olan, alçalan trend var. İşte, olumsuz açıdan da durum, yükselişin tam tersi. Bu acı gerçeği kısaca, Ahi Evren’in bildirimi ve yorumu içinde; İslâm Peygamberi Hz. Muhammet’in bir Hadîs’i ile, güçlü bir biçimde örnekleyelim:
“Asr-ı saadet’ten uzaklaştıkça Cenab-ı Allah’ın düzeni kalktı, dinin esasları yıkıldı, iman güneşi sönmeye yüz tuttu ve İslâm’ın nuru garip köşelerde dürülü kaldı. Şeriat sahibi (A.S.)’nin işaret buyurduğu durum gerçekleşti. Şöyle buyurmuşlardı: ‘İslâm garip olarak başladı, doğduğu gibi garip olarak dönecektir. Ne mutlu o gariplere’. Dalâlet timsahı ufuktaki aydınlığı örttü, bid’at ve cehalet, doğuda ve batıda yaygınlaştı. Gaipten bir ses, hal diliyle: ‘Fesat karada ve denizde ortaya çıktı’ diye haykırdı”(20).
Açık, Tanrı vergisi İslâmiyet’in durumu böyle olursa, Ahiliğin ya da başka iyi bir insan ürününün durumunasıl olabilir?.. İyi olamayacağına yeterince değindik. Buna göre sözü fazla uzatmaya gerek yok. Yalnız, böyle iyi şeylerin bozulması konusunda, bu sözlerimizin anlatmadığı başka çok üzücü gerçekler de var.
Şöyle ki; insanlar arasında iyi bir ahlâk, inanç, vb., yaşama yolu, ortaya konduğunda ve o
yolda belli insanlar toplandığında, ”iyi” diye anıldığında; o ahlâka, inanç ve hallere sahip
olsun olmasın, hemen herkes, o iyilerdenmiş gibi anılmak ve o topluluğa girmek isterler.
Girsinler, anılsınlar, diyelim. Ama hal ve gidişleri o yola uygun değilse ne olacak? İşte Yol büyükölçüde böyle bozuluyor, tam tersi hale bile gelebiliyor. Tarihte bunun çok acı bir örneğini, ünlüPisagor’un sonunda; ölümünde görüyoruz. Yola uymayan Kolon’u kabul etmediği için Pisagor; başarılarının doruğunda, kırk yoldaşı ile birlikte yakılarak öldürülüyor. Bu acı örnekler, Ahilik için de olduğu gibi; o kadar çok ki!..
Ahilik: Yiğitlik; Ahlâkın en yüce yolu. Ama bir de ona karşıt yol; karşıt yollar bütünü var. Bu karşıtlık insanın içinden, insandan geliyor. Bu karşıtlık, hem de düşünce plânında, daha ilkçağda ortaya çıkmış. Buna bakarak, insanın başına neler gelebileceğini gören ilkçağın
büyük bilgeleri, bu geleceğe karşı önlemler almaya çalışmışlar.
20- Ahi Evren, İmânın Boyutları (Metâli’ü’l-İman), Çev. ve sunan: Doç. Dr. Mikâil Bayram, (Konya, 1996). s. 68.
aa) İmmoralizmin Yükselişi; Ahlâka ve Ahiliğe Karşı, Kapitalizm Ahlâkçısı A. Smith!
İlkçağda; İslâm’da, “Adı bildirilmeyen Peygamber” denen, büyük Filozof Sokrat; Bilim ve Ahlâkı temellendirirken, “Sofistler” denen epey kalabalık bir grup sözde düşünür; onun bu çabasına karşı çıktılar. Onların önde gelenlerinden Protagoras (İ.Ö. 482-411), “İnsan her şeyin ölçüsüdür”şeklindeki parlak görünüşlü, tümüyle sofistçe, demagojik görüşünü ortaya attı. Bu sözün asıl anlamı, “herkes, her şeyin ölçüsüdür” demekti ve buna göre de, insanların birleşmesi olanağı yoktu.
O, böylece insanları; dağınıklığa, başıboşluğa yargılıyor ve kışkırtıyordu. Filozof Sokrat’ın öğrencisi, Filozof Eflâtun; “Devlet” adıyla Türkçeye çevrilen, on kitaplık ana eserinin ilk kitabında; Ahilik’in, temel anlamlarından olan “Doğruluk”u araştırırken, Sofistlerin bu kavrama karşı ileri sürdükleri ana görüşleri ele alır ve çürütür.
Sofistlerin yıkıcı görüşleri, kuşkusuz az ya da çok, ortadan kaldırılamadı. İnsanı başıboşluğa kışkırtan bu düşüncelerin önemli bir aşaması, Kyrene düşünce okulunu kuran, “Ölçüsüz Hazcı” düşünür; Aristippos (İ.Ö. 435-355)’un adına bağlanır. Daha sonra gelen Epikuros (Epikür) (İ.Ö. 341-270) da Hazcıdır ama, onun hazcılığı ölçülü ve daha çok mânevîdir.
Çoklarınca, devletin çıkarı gözetildiği için, tutulmakla birlikte; yine böyle ölçüsüz bir görüşü epey sonra, İtalyan Niccolo Machiavelli (İ.S. 1469-1527), “Amaç, aracı haklı kılar, devletin esenliği için her şey mübahtır (her şeye başvurulabilir)” diyerek, siyasal öğütler verdiği “Prens” adlı eserinde ortaya koymuştur. Fakat, hem Ahlâk, hem Ekonomi alanında; “Ölçülülük” ilkesi ile ayrılamaz olan Ahiliğe açıkça ve kökten karşıt olan, çok güçlü ve yaygın “Kapitalizm” hareketi; yüzyıllar içinde, çok yönlü gelişerek, tam olarak; 17. Yüzyılda, ilkin “Liberalizm” adıyla ortaya çıktı.
Büyük Larus Ansiklopedisi, “Liberalizm” maddesinde şöyle diyor: “Liberal okul, XVIII. ve XIX. yüzyılların büyük klasik iktisatçıları tarafından temsil edildi: İngiltere’de Adam Smith, Malthus, Ricardo, John Stuart Mill, Fransa’da Jean-Babtist Say, Frédéric Bastiat. Liberalizmin ana tezi, iktisat alanında kendiliğinden oluşan bir doğal düzenin varlığı iddiasına dayanır(..). Liberal insan, homo economicus yani ‘en az zahmetle en çok kazanç sağlamaktan başka bir amaç gütmeyen akıl sahibi varlık’tır(..).
Devlet ve özel gruplar, müdahaleleriyle, bireyler arasında rekabetin serbestçe işlemesini engellemekten kaçınmalıdırlar. Kural şudur: ‘Bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler’(..). Ama, 1929 bunalımı, kuramın doğruluğu üzerinde kuşku bulutlarının toplanmasına yol açtı (Maddenin açıklaması eksik. Bu bunalım, çok daha önceden Marksizm önderleri tarafından haber verilmişti ve bu haber, bir kehanet gibi gerçekleşti; sg)”.
Fakat aynı ansiklopedinin, Adam Smith maddesi, bizim konumuza daha çok ışık tutuyor. Şöyle ki bu maddede; Felsefe tarihi kitaplarında da olduğu gibi, A. Smith’in, iktisatçı olmaktan önce; asıl branşı bakımından Felsefeci, Ahlâkçı; Kapitalizm Ahlâkçısı olduğunun açık açık yazıldığını görüyoruz! Bu maddede şunlar yazılı:
“İskoçyalı iktisatçı (1723-1790). Başlangıçta hayatına damgasını vuran olaylar, Oxford’da öğrenim yapmasından ve Edinburgh’da ders vermesinden çok, Glasgow’da (Filozof; sg) Hutcheson’un Ahlâk Felsefesi derslerini izlemesi, (Filozof; sg) Hume ile olan dostluğu, kıta Avrupası’nda yaptığı gezi ve bu sırada Cenevre’de Voltaire’le, Paris’te Turgot ve Quesnay ile tanışması oldu. Glasgow’da Ahlâk Felsefesi profesörlüğü yaptığı sırada yayınladığı The Theory of Moral Sentiments (Ahlâkî Duygular Kuramı) (1759) adlı yapıtıyla oldukça ün kazandı(..).
Adam Smith’e göre: 1, her türlü servetin kaynağı insan emeği, yani emektir ve Smith ayrıca, emeğin, hiç değilse ilkel toplumlarda, ‘bütün malların mübadele edilebilir değerinin gerçek ölçüsü’ olduğunu belirtir(..). 2, insanın kişisel çıkarının dürtüsüyle hareket edebildiği her toplumda, mutlu bir iktisadî düzen kendiliğinden gerçekleşir (bu, bir görünmeyen el tarafından yoluna konan doğal düzendir)(..)”.
Adam Smith’in ne kadar iyi niyetle işe başladığını görüyoruz. Ama bu, Kapitalizm Ahlâkçısı; özellikle, “Bırakın yapsınlar!” görüşü ile, tüm ölçülülüğe, ilkeliliğe, kısaca; Ahiliğe temelden karşı çıkmıştır ve bu gidiş, 1789’daki “Büyük Devrim”den sonra, ilkin Fransa’da, 17 Mart 1791 tarihinde, tüm dünyaya örnek olacak bir biçimde, eski, yüz yılların, bin yılların, Ahilik ilkeli, üretim ve öğretim biçiminin temel örgütleri olan Loncalar’ın; çıkarılan bir yasayla ortadan kaldırılmasına varmıştır.
Onlara göre; bu kuruluşların titizlikle gözettiği ve uyguladığı Ahilik ilkeleri, insanları, onların düşüncelerini, ellerini “tutuyor, bağlıyor” ve engelliyordu. Böylece, “Bırakın yapsın!” dediler ve bu kuruluşları, bu düzeni kaldırdılar. Bilindiği gibi, bu rüzgâr bize de 1910-1912 yıllarında kesin olarak ulaştı ve loncalar bizde de, İkinci Meşrutiyet döneminde yine yasayla ortadan kaldırıldı.
bb) Batı Yanlışını Anlıyor; Loncalar’ın, Güdük de Olsa Yeniden Kuruluşu
Fakat biz bir kez daha konunun Batı’daki gelişimini izlemeye dönelim. Batı’da, Liberalizmin,“Bırakın yapsın…” görüşünün yanlışlığı çok geçmeden anlaşıldı. 1800’lü yıllarda Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde, Liberalizm’e ve Kapitalizm’e karşı Sosyalizm hareketleri başladı. Bu son hareketler, çeşitli önderler ve onların ayrı ayrı yürüttüğü çeşitli akımlarla gelişiyordu.
Bu önderlerden özellikle Pierre Joseph Proudhon’un 1849 yılında başarısız kalan bir Halk Bankası girişiminde bulunduğunu da görüyoruz. Onun orta sınıf ile ilgili hareketi, Schulze-Delitzsch tarafından başarı ile sürdürülmüş ve 1863-66 yıllarında ilk Halk Bankaları ve Alman tüketim kooperatifleri kurulmuştur. 1900’lü yıllarda da, yine Batı’da, yeni biçimleri ile Loncalar yeniden kurulmuştur. Bu yeni hareketi düşünce planında destekleyen en önemli düşünür; dilimize de çevrilen ve halen üç kez basımı yapılmış olan, “Meslek Ahlâkı” adlı eseriyle, ünlü Filozof-Sosyolog, Emile Durkheim (Emil Dürkeym) (1858-1917) olmuştur.
cc) İyilik ile Kötülüğün Gelgiti: “Ya Tuz Kokarsa?”, “Nerde Çokluk…” ve Tahrifat!..
Konumuz çok yönlü. Ülkemizde kesin olarak, en az yüz yıldır, bu konuda kararlı düşünemiyoruz. İnsanlık bu sorun karşısında bizden çok mu farklı durumda? Hayır, bizim içinde olduğumuz durum da, insanlığınkinin bir parçası. İnsanlık, yaklaşık 250 yıldır, “Alienation: Yabancılaşma” olgusunun farkında. Bu kavramı ilk olarak; 1770-1831 yılları arasında yaşayan filozof Hegel, dile getirmişti. Onun açıkladığı anlamda bu, başlıca; insanlığın yüzlerce yıldır biriktirdiği değerlerini ve kültürünü yitirmesi demek.
İnsanlık tarihinde yüzlerce, binlerce yıldır, kazanılan değerleri, kültürü kimler koruyor ve birbirine aktarıyordu: Yaşlılar! Şimdi çoktandır, bu alanda bir altüstlük yaşanıyor. Yaşlılar, kendilerinin de katkılarıyla, bu bin yıllardan gelen görevlerinden çıkarılmışlardır ve bu son derece yanlıştır! Biriken deneyimler, yetişip olgunlaşan beyinler, tümüyle önyargılı bir tutumla, adeta çöpe atılıyor ve deneyimsiz gençliğe: “Gelin, yönetin” deniyor!..
“Ya tuz kokarsa?” diye, kötü durumları anlatan; güzel, anlamlı bir söz var. Bu söz sanki tam da Ahilik için söylenmiş. Ahilik, geçmiş dönemlerde insan yaşamını bozulmaktran koruyan tuz gibiydi. Şimdi, işte bu tuzu, Ahiliği; bozulmaması için korumak görevi ile karşı karşıyayız.
Bir de, “Nerde çokluk…” diye kaba, ama oldukça anlamlı bir söz var. İyiler, Doğrular, gerçek Yiğitler; parmakla gösterilmezler mi? Onlar kolay mı yetişir, az değil midirler?.. Gerçekten, son yıllarda, görünüşte Ahilik Yolu’ndaki her gün artan bu kalabalık nedir? İyi, çoğalalalım, ama gerçek Ahilik yolcuları ile. Bunca gelenler Ahilik beratını nereden, nasıl alıyorlar da geliyorlar? Hiç sormadan, ölçmeden, tartmadan her gelene hoş geldin demeye hakkımız var mı? Bu gidişle bu Yol ne olur? Daha şimdiden de, ne olmuştur: Ahilik Yolu’nun bugün, Yol denecek hali kalmış mıdır?..
Ve Ahilik diye diye hem de Ahilik’te Tahrifat! Acı olaylarla karşılaşıyoruz, bu yakınmalarımız bundan. En iyi niyetlerle de olsa, hangimizin, doğrudan ve gerçeklerden şaşmaya hakkımız olabilir? Geçen yıl bana bir kitap getirdiler. Üzerinde yazarının da, yayına hazırlayan “akıldane”sinin de adları, basıldığı yer, hepsi var. 2008 yılında, İstanbul’da, herhalde adını daha önce duymadığımız yeni bir yayınevi çıkarmış.
Bir yıl geçmiş, matahmış gibi, getirmeseler duymayacaktık.Hoş olmayan konudan zorlukla söz ediyoruz, onun için kişi ve yayınevi adı, adresi açıklayamıyoruz. Bize de haksızlık edilmiş, söz edeceğiz ama, önemli değil diyoruz, sadece haksız tutumu anlatarak geçeceğiz. Ama, hem de Ahilik adına Ahilik yoluna haksızlık edilmesine karşı susmaya hakkımız yok. Görevimizi elden geldiğince yerine getireceğiz.
Kitabın adı: “Akılıkta Mesleksel Dayanışma”. İç kapakta büyük harflerle, “(Akı Ocakları Teşkilâtı)” başlığı var. Ne daha önce, ne daha sonra hiç duymadık. Ama getiren akıldane, geç kalmadan girmek için rica edelim diye olacak, allayıp pulluyor. “Akı”yı biliyoruz, ama “Akılık” diye tarihte ne bir yol, ne de bir hareket yok. Onu bunlar yapacaklar demek. Yapsınlar, ama yola doğrulukla çıksınlar. Makyavel’ce: “Amaç, aracı haklı kılar” diyerek değil!..
Sonra tahrifata da başlıyorlar. Bizden de; tahrif ederek alıntı yapıyorlar. “Sokrat ve Eflâtun’dan Günümüze Ahilik” adlı eserimizin 20. sayfasında; “’Ön Ahilik’, Ahilik ve ‘Ahilik Sonrası’ Dönemleri” başlıklı bir bölüm var. Bundan söz ediyorlar ama, “Ahilik” sözcüklerini, “Akılık” yaparak! Evet bu tahrifatı, hem de Ahilik ve hem de Türk Milliyetçiliği, Türkçülük adına yapıyorlar! Bunu yapanlara Ahilik ve Türkçülük adına, aferin denebilir mi? Biri imzasını koymuş, öbürü Yayına hazırlamış ve belki imzalayandan çok, reklâmını yapıyor. Hiçbiri öbürüne: “Yanlış yapıyoruz” dememiş!..
Bir yıl geçti, ses çıkarmadık. 2010 yılında bu yıl, Ahiliğe hizmet vermiş, konunun ünlü bir Profesör Dr’u olan bir dostumla telefonda konuşuyordum. Belki de bu kitaptan söz etmiştim. Prof. Dr. Mikâil Bayram’ın da, Ahiliğe Akılık dediğini, bu adla kitap çıkardığını ve kitabı yukarıda sözünü ettiğim “akıldane”nin getirdiğini söyledi. Doğal sayıyor ve inanmış görünüyordu. “Olur mu öyle şey? Mikâil Beye sorayım” dedim. İyi, sor da yanlışsa bana da bildir lütfen” dedi.
Prof. Dr. Bayram ile sık sık görüşüyoruz, aradım ve sordum, şaşırdı: “Böyle bir şey nasıl oluır?” dedi. “Akıldane”yi aradım, böyle bir kitap varmış, sen ilgileniyormuşsun, bana vermedin, dedim. İki gün sonra getirdi. Baktım: Olmayacak şey! Mikâil Bey’in “Ahi Evren ve Ahi Teşkilâtının Kuruluşu” adlı eseri alınmış, bütün Ahi sözcükleri: Akı; Ahilik sözcükleri: Akılık; Ahi Evren’in adı da: “Akı Evren”, hattâ yüzyıllar önce yazılmış olan “Kerâmat-ı Ahi Evren” de, “Kerâmât-i Akı Evren”; “Ahi Evren Vakfiyesi”: “Akı Evren Vakfiyesi” ve daha neler neler yapılmış! Mikâil Bey’in haberi bile yok; ve imzası ile yayınlanmış!..
Fotokopisini çektirdim, Mikâil Bey’e gönderdim. Haklı olarak çok kızdı, “Dava açacağım” dedi. Akıldane’yi tanıyorum, acıdım, hakkım olmadığı halde; dava açmayın lütfen, uyarın, yanlışlığı ilân edin, gibi sözler ettim. Bir süre sonra, dava açtığını söyledi. Bu sırada, akıldanenin bildiğimden de güç durumda olduğunu öğrendim. Mikâil Beyi arayarak yine yalvardım, yumuşattım. Ama daha sonra, ilgilinin kolay akıllanmayacağını gördüm. Bu kez, araya girip yumuşatma çabamdan da vazgeçtim.
Bir başka örnek de şu mu acaba: Geçen yıl “İlin ve Yılın Ahisi” seçimine başlandı. Bir ilde birisi “İlin Ahisi” seçilmiş. Şimdi onun başkanlığında bir Ahilik Derneği kurulmuş! Kimdir, yeteneği nedir, böyle bir yola önderlik edebilir mi, yeteneği yoksa, artık o yoldan ne hayır gelir? Allah encamımızı hayreyleye, inşallah bu konudaki üzüntüm boşunadır.
Bu kitapta, Harputlu Nakkaş İlyas Oğlu Ahmet’in “Tuhfat-al-Vasayasa”sı ile Çobanoğlu Burgazî’nin, daha 13. yüzyılda, Ahilerdeki bozulmalardan acı acı yakınmalarına da, Prof. Dr. Sabri Ülgener’in eleştirilerine de yer veriyoruz. Bunların ilk ikisi, 13. yüzyıldaki durumu, Prof. Dr. Ülgener ise, çok öğündüğümüz yüzyıllardaki durumumuzu anlatıyor. Eleştirilerin hiçbirine; doğru değil, diyemiyoruz.
Hz. İsa, “Silâhsız”, Hz. Muhammet, “Silâhlı Peygamber” idiler. Birincisi çarmıha gerilerek başardı; ikincisi devlet kurarak. Ama Hz. Muhammet’in; “İslâmiyet, garip bir din olarak geldi, garip bir din olarak gidecektir” dediğini, Ahi Evren’den de öğreniyoruz.
İşimiz zor, karamsar olmamak elde değil. Ünlü Filozof Pisagor’un, kötülüğün karşısındaki acı sonunu ve Ahi Evren’in son yıllarını karamsar olarak geçirdiğini de biliyoruz. Ama bilincimizle görevliyiz; yılmaya, vazgeçmeye hakkımız yok. Şairin dediği gibi, “Hak bellediğimiz yolda yalnız da olsak yürüyeceğiz”. Bu Yol’un, Ahiliğin, gerçek yolcularına, tüm kardeşlerimize başarılar diliyor ve şimdi de konunun başka bir yönüne geçiyoruz.

ı) AHİLİĞE GERÇEKTEN HİZMET EDİYOR MUYUZ,
BUNUN İÇİN NE YAPMALIYIZ?
Cumhuriyet döneminde, 1965’te; o yıl Kırşehir Belediye Başkanlığı’na seçilmesi üzerine, rahmetli, Ahi Refik Soykut’un başlatmasıyla, 1984’e kadar; demek ki 19 yıl Ahilik; çevre bazı illerin de oraya gelip katılmasıyla, yalnız Kırşehir’de kutlandı. 1984’te, İstanbul’un çok güçlü olarak katılmasıyla, bu kutlamalarda yıllardan beri beklenen bir sıçrama oldu.
1988’de, Kültür Bakanlığı’nın, Ahilik Kültürünü Kutlama Yönetmeliği çıkarıldı ve 1989’dan başlayarak, ilk yıl beş, ikinci yıl 10, üçüncü yıl 15 ilde kutlama yapıldı. Sonra kutlama yapılan illerin artışı yavaşladı ve 2008’e kadar bu sayı ancak 25-26’ya çıktı. 2008’de kutlamaların yönetimi, yeni bir Yönetmelik çıkaran, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’na geçti. Çıkarılan yeni Yönetmelik ile, 2009’dan başlayarak, bütün illerde kutlamalar başladı.
Ahilik, bilindiği gibi, bin yıllar kadar eski üretim ve ekonomi sahiplerine ait olarak; bugün de kitlesel ve örgütsel bakımdan, öncelikle Esnaf ve Sanatkârların Yol’udur. Bu, özellikle bugün için doğru mudur? Görüşülebilir ve tartışılabilir. Ama en azından kısa vadede, bu görüşme ve tartışmaların ne kadar doğru yapılacağı ve doğru sonuçlara varılabileceği bilinemeyeceğinden; ne yandan bakılırsa bakılsın, esnaf ve sanatkârlar sahiplenmeye devam ettikçe; bu geleneğin bu sahiplikle sürdürülmesi herhalde en doğrusudur.
Kutlamalar diye başladık ama, asıl konumuzun, “Ahiliğe gerçekten hizmet etmek” olduğunu hiç aklımızdan çıkarmayalım. Zaten, bu konuya; o kutlamalara hizmet edenlerin, böylece Ahiliğe hizmet ettiklerini ve Ahiliğe hizmetin de; bu gibi etkinliklerde bulunmak, o etkinliklere hizmet etmek olduğunu düşündükleri; öyle söyledikleri ve bu düşünüp söyleyenleri dinleyenlerin de öyle kabul ettikleri nedeni ile kutlamalar ile girdik. Herhalde anlaşılmıştır; kutlamalar ve benzeri hizmetler için; işte orada düşünelim, diyoruz.
Sorunu soğukkanlılıkla; böyle açık seçik ortaya koyduğumuzda, yapılan, düşünülen ve kabul edilenlerde bir yanlışlık olduğu pek açık olarak görülmüyor mu? Herhalde görülüyor. Önce şunu düşünelim: Böyle bir hizmet için; hem de bir “Bakanlık Yönetmeliği” gibi, resmî bir buyruk ile girişmek, Ahiliğe hizmet ile ne kadar bağdaşır?
Artık sözü uzatmaya gerek yok. Kısaca: Bugün, elden geldiğince görkemli törenlerle yapılan; o kadarı ile, Ahiliğe gerçekten hizmet değil. Ahiliğe gerçekten hizmet de, hattâ, resmî yönetmeliklerle de olsa; kutlama hizmetleri de, her şeyden önce; gönüllü hizmetlerdir.
Konunun daha özüne gelelim: Ahilik gibi, manevî bir ilkeler bütününe, Yol’a hizmet işine girişenin; önce kendisinden işe başlaması zorunludur. Böyle bir işe girişenin, önce kendisini gözden geçirmesi, giriştiği iş için önce kendisine gereken çeki düzeni vermesi o kadar önemlidir ki; bu kendini gözden geçirmeyi hiçbir an unutmaması ve her şeyden önce ve sürekli olarak kendini, sonra da yaptığı işi denetlemesi gerektir.
Bunu biz düşünüp taşınıp da, kendimiz uydurmuyoruz. “Fütüvvet: Ahilik Yolu’nda; “Fütüvvetten düşmek” diye bir şey olduğunu bilmiyor muyuz? İşte, kendimizi onun için sürekli denetleyeceğiz ki; hiçbir anda, Fütüvvet’ten: Ahilik’ten düşmeyelim. Bunu yapmaz da, hem farkında olmadan Yol’un dışına düşer, hem de, halâ Yol’da olduğumuzu ve ona hizmet ettiğimizi sanırsak ne olur, ne olabilir? İşte o zaman, her yaptığımız, Yol’un yıkıcılığı olur, olabilir!..
Evet, şaka da, folklor da, eğlence de değil. Fütüvvetname’lerin dediği gibi: Sonsuzdan gelip, Sonsuza giden ve de kalplerimizden gelen; Manevî, Kutsal, Yüce bir Yol’a hizmet etmeğe soyunuyoruz. Daha önce bir düşünüyor muyuz: Acaba biz bu Yol’a yaklaşabilecek, girebilecek, alınabilecek bir kişi miyiz? Eğer böyle bir niteliğimiz yoksa, hattâ belki de düşünce ve davranışımız ile, ona taban tabana zıt bir durumda isek; bu işe nasıl soyunabiliriz? Böyle bir sorumsuzlukla davranıyorsak, büyük bir vebal altında kalmaz mıyız? Niyetimiz nedir? Niyet denen şeyin farkında mıyız? Biz acaba hangi niyetle, böyle kutsal bir Yol’u sahiplenmeye ve onunla ilgili olarak söz söylemeye, ahkâm kesmeye, daha da ileri giderek, onu yönetmeye, yönlendirmeye kalkıyoruz?
“Ama biz efendim; filân kuruluşun Başkanı ya da bu iş ile ilgili olarak görevli kılınmış kişisiyiz. Resmî makamlardan da bu işi yönetmemiz buyuruluyor…” Yok, kardeşim, bu söylediğin, senin bu işi yapman için yeterli değil. Git, edebinle, o görevi verenlere, bunu söyle ve bu vebalden kurtul. Bunu yap da, hiç olmazsa bu kutsal konuda; “İşi ehline vermek” kuralı yerine getirilsin. Hep söylüyoruz: “Ya tuz kokarsa!” diye bir söz var. Hiç olmazsa, Ahilik denen tuz kokmasın. Ama biz kimseyi kasdetmiyoruz, sadece ölçüyü söylüyoruz. Bu konuda söylenebilecekleri, bunları okuyan tamamlayabilir, lütfen, tamamlayın ve gereğini yerine getirin. İşte hepsi bu…
i) TANRISAL AHİLİK VE ONUN ESNAF VE SANATKÂRLARA EMANET EDİLİŞİ
“Ahilik herkeste vardır” dedik. Ama, “Onun farkında olmak ve ona sahip olmaya çalışmak gerek” diye de ekledik. Ahiliğe toplumda ilk başta, ilk önce, sahip olanlar, onun emanetçileri, kimler? Hep biliyoruz; Esnaf ve Sanatkârlar, bunu daima öğünçle ilân ediyorlar. Esnaf ve sanatkârlığın tarihi; genel meslek grubu olarak da, sosyal kesim olarak da, çok eski, bin yıllar ötesine gidiyor. Başlangıçlar, bilinmeyen, mitolojik çağlarda.
Bu kitapta, Sümerler bölümünde, 7 bin yıl önce, çobanlıktan, çiftçiliğe, rahipliğe, marangozluğa, demirciliğe, dericiliğe, duvarcılığa, sepetçiliğe, yazmanlığa, vb. kadar pek çok esnaf-sanatkâr mesleğinin bulunduğunu belirtiyoruz. Öteyandan, yine bu çalışmada, “Tarih öncesinde başladığını göstereceğimiz Ahilik; işte daha o zamanlarda esnaf ve sanatkârlara emanet edilmiş olmalı. Şimdi ilkin bunu göstereceğiz.
Peki, Ahilik, eski ve İslâm’daki asıl adıyla Fütüvvet”; Felsefe, Ahlâk Felsefesi ve en yüce Ahlâk; neden ve nasıl Esnaflara emanet edilmiş ve Esnaflar onu, kendi başlarına koruyabilir, kollayıp yüceltebilirler mi? Bu konuda onların yardımcıları, daha doğrusu önderleri kimlerdir? Şimdi, ayrı ayrı Fütüvvetnamelerde, bölüm bölüm açıklanmış; ama son yüz yıllık, yoğun araştırmalarda hemen hiç değinilmemiş olan bu konuyu; elden geldiğince açık ve seçik kılmaya çalışalım.
Konumuzun temel kaynakları olan “Fütüvvetnameler”; ilgili bölümde sunacağımız üzere, Ahiliğin, “ezelî ve ebedî” (başsız ve sonsuz), dolayısıyla da, “Tanrısal” olduğunu açık açık gösteriyorlar. Fütüvvetnamelerin, aşağıda genel özetler olarak verilen bölümde, o özetler içinde de bulunan bazı açıklamalarını; buradaki konumuz bakımından, kısaca görelim.
1- Harput’lu Nakkaş İlyas oğlu Ahmed; “Tuhfat-Al-Vasâyâ” adlı Fütüvvetname’sinin 5. faslında aynen şöyle diyor: “Fütüvvet nisbetine gelince: Adaletle tanınmış güvenilir kişiler, doğru olarak şu rivayeti nakletmişlerdir: Rahmet olsun ve Tanrı esenlik versin, Peygamber, miraç gecesi göğe çıkınca cennete girdi. Orada nurdan bir sandık gördü. Nurdan bir kilitle kilitlenmişti. Kardeşim Cebrâil dedi, bu kimin? Tanrı esenlik versin, Cebrâil, Yâ Muhammed dedi, ben de senin gibi kulum ve memurum. İçinde ne var bilmiyorum.
Noksandan münezzeh (Eksiksiz, “En Mükemmel Varlık ” olan, sg) ulu Tanrı, Cebrâil’e,
sevgilim için aç sandığı, içindekini de kendisine ver diye vahyetti. Cebrâil sandığı açtı. İçinde nurdan bir hulle (Cennet giysisi, sg) vardı. Peygamber, Kardeşim Cebrâil dedi, bu hullle nedir? Cebrâil, Yâ Muhammed, bu Fütüvvet hırkası’dır (Şedd, sg). Ulu Tanrı senin için ve ümmetinden takva sahipleri için halketti. Sonra hulleyi Peygamber’e giydirdi.
Diğer rivayette Cebrâil, Peygamber’e, yanında kırmızı yollu bir hulle olduğu halde geldi ve onu teslim etti. Peygamber, onu alıp giydi. Bir müddet sonra onu Huneyn savaşı günü, Tanrı razı olsun, mü’minler emîri Ali’ye teslim etti. Mü’minler emîri Ali, Selmân-ı Fârisî’ye ve Sıffıyn savaşı günü Safvân-ibn-i Umeyye’ye fütüvvet verdi (..)”.
2- Kur’an’ın Ahzab sûresinin “Emânet” ile ilgili 72. ayetinde de bilindiği gibi şöyle denmektedir: “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan (a gelince: O, tuttu) bunu sırtına yükledi. Çünkü o, çok zulümkâr, çok cahildir” (Hasan Basri Çantay meali, İst. 1981).
3- Necm-i Zerkûb da, Fütüvvetname’sinde; buradaki konumuzla ilgili olarak şöyle diyor: “Ulu Tanrıyla ahid şudur: ‘Ben sizin rabbiniz değil miyim?’ hitabı geldiği gün ‘Evet’ dediler” (VII, al-A’râf, 172). Yaratıp geliştireni rububiyet sıfatıyla kabul edince artık tamamıyla ona yönelmek gerek (..)”.
Açıklamalarımız: İlk olarak, “Tuhfat-Al-Vasâyâ”dan verdiğimiz benzer iki rivayet; esnaf ve sanatkârlığın çok önemli, çok güçlü sembolü olan; “Şedd” (Peştamal)’ın; Tanrı’dan, Miraç’ta, Hz. Muhammed’e verildiğini, Hz. Muhammed’den, Hz. Ali’ye, ondan da, Selman-ı Fârisî’ye şedd bağlandığını gösteriyor. Bu rivayet, esnaflığın sembolü olan Şedd’in, sıradan bir şey olmadığını; aksine, Tanrı’dan geldiğini gösteriyor ki, Ahilik ya da Fütüvvet Yolu’nun ne kadar yüksek ve kutsal olduğuna işaret ediyor.
İkinci olarak, Ahzab sûresinin, “Emanet” ile ilgili Ayet’ini verdik. Kuşkusuz, bu ayette, fütüvvet konusunda bir açıklama yok. Ama böyle bir açıklamaya gerek de yok. “Emanet”, elbette ki genel bir kavramdır. Yorumcular onun üzerinde uğraşabilirler. Bu ayet, Kur’an’da bulunduğuna göre, söz konusu emanet’in, her şeyden önce Kur’an olması gerektiği, öyle olabileceği açıktır.
Bunda Ahiliğe ve bizim düşüncemize aykırı hiçbir yan yok. Ahilik; “ezelî ve ebedî” olarak, Tanrısal’dır demiyor muyuz? Kur’an da Tanrısal’dır ve Fütüvvetnameler daima Kur’an’a, onun ayetlerine dayanır. Bu bakımdan Ahilik; en azından İslâm’ın ortaya çıkışından sonra; İslâm’ın bir uygulaması, çalışma alanındaki çok seçkin bir Yoludur.
Bu bakımdan, A’raf sûresinin 172. ayetinde örneklenen; Tanrı ile ahitleşme, denebilir ki, konunun en önemli noktasıdır. Buradan, Ahilik bakımından; bu Yol’a girmenin ne kadar önemli ve saygın olduğunu görüyor ve anlıyoruz. Necm-i Zerkûb, Tanrı ile ahitleşmenin gereğini; “yaratıp geliştireni rububiyet sıfatıyla kabul edince artık tamamıyla ona yönelmek gerek” diyerek, bu ahdin, bu bağlanmanın önemini ve artık kaçınılmazlığını çok iyi anlatıyor.
Esnaf ve sanatkârların bu yüce emaneti nasıl taşıyacaklarını da, yine bu kitapta aşağıda verdiğimiz, “Tuhfat-Al-Vasâyâ”, 2. faslında kısaca, çok açık ve sade olarak şöyle gösteriyor: “Peygamber de, Tanrı esenlikler versin, ‘Bilgisiz ibadette bulunan ve iş gören kişinin bozgunluğu, düzgünlüğünden daha fazladır’ buyurmuştur. Yine ‘Bilginler, peygamberlerin vârisleridir’ demiştir ki bu, meşhur bir hadistir.
Tanrı razı olsun, Em’ir-al-mü’minîn Ali de ‘İlme bu şeref yeter ki ona mensup olmayan bile ona sahip olduğunu iddia eder. Birisini ilme nisbet ederlerse sevinir, ferahlar. Bilgisizliğe bu şerefsizlik yeter ki ona sahip olan bile ondan kaçınır. Birisini ona (bilgisizliğe; sg) mensup sayarlarsa kızar, öfkelenir’ buyurmuştur(..)”. Kısaca, demek ki; esnaf ve sanatkârlar, bu yüce ve kutsal emaneti, Ahiliği; bilginlere gereken önemi vererek, onların yardımı ve önderliği ile taşıyacaklardır. Bunlar, Ahiliğin, “olmazsa olmaz” kesin koşullarıdır.
Ahilik emaneti devam ediyor mu? Emaneti alanlar halâ lâyık, “eline diline beline ve Yol’una sahip” ise; “Pirsiz (Bilge öndersiz), nursuz”, Yol’dan çıkmış değilse; evet, ediyor. Yoksa, yine bu kitapta gösterdiğimiz üzere, daha 13. yüzyılda Burgazî’ Fütüvvetnamesi’nde de belirtildiği üzere, Ahilik, tersyüz edilebilir ya da zamanımızda çokça görüldüğü gibi, hiç olmayacak şekilde, salt bir öğünmeye ve edebiyata, nutuk atmaya, Ahiliği kullanmaya, sömürmeye ve İstanbul Esnaf Birliği’nin eski bir Başkanının da dediği gibi; “Sembolik gösteriler”e dönüşebilir. İşte Ahiliğin esnaflara emanet edilişi ve esnafların bu yüce emanete gerçekten lâyık olması ya da olamaması üzerine söyleyeceklerimiz bu kadardır.
j) KIRŞEHİR’DE; YAKIN TARİHTE VE GÜNÜMÜZDE AHİLİK VE
“İKRAR (SÖZ)” ALIP; “ŞEDD KUŞATMA TÖRENİ”

Ahilik, gerçeğin yoludur. Eğer Ahilik’te gerçek aranmazsa; hiçbir yerde aranmaz ve de bulunamaz. Ahiliğin önce Kırşehir ile ilgisini ele alalım. Konuyu daha somutlaştıralım: Ahi Evren, Kırşehir’li midir? Doğumu ve yaşamının uzun bir bölümü bakımından, değil. Ama sonrası için, öyle de denebilir ve öyledir.
Peki, Ahi Evren, nasıl Kırşehir’li olmuş? Ahi Evren’in gerçek yaşamını ortaya çıkarıp açıklayan Prof. Dr. Mikâil Bayram’ın söylediği ve hemen bütün Ahilik araştırıcılarının kabul ettiği gibi; Şems-i Tebrizî’nin öldürülmesi üzerine, Hz. Mevlâna’nın oğlu Alâeddin ile Konya’dan kaçıp gelmeleri ile! İşte, Ahiliğin Kırşehir ile ilgisi, böyle acı bir olaydan ileri gelen bir raslantı ile doğmuş bulunuyor ve bundan ibaret.
Sonra ne olmuş? Ahi Evren, Kırşehir’de öldürülmüş! Ahilik de böylece Kırşehirlilere emanet mi kalmış?.. Ahilik’in Kırşehir ile bağı, tarihsel bir olay olarak, çok fazla değil. Ama hep söylüyoruz: Biz yüce Ahilik gerçeği için, Kırşehirlilere de Esnaflara da minnet borçluyuz. Çünkü onlar, tarih boyunca ellerinden geldiğince, Ahiliğe sahip çıkarak onu günümüze getirmişler, dikkatimizi çekmişler ve bugün bizim onu çok yönlü olarak araştırmamızı sağlamışlardır. Kırşehir’e de, Esnaf ve Sanatkârlar’a da binlerce teşekkürler…
Tarihte esnafların Ahi Babalar’ı, Şeyhler’i var. Ahiliği, hem de liyakatle gözeten bunlar. Esnaf ve sanatkârlar; Ahiliği, yüzyıllarca onların gözetiminde, ama bazen onlara karşın, sürdürmüşler. İşte meslek bakımından, Ahilik emanetinin, en ehil sahipleri bunlar. Buna hiç diyecek yok. Burada, en azından, liyakati: yeterliği düşünmeksizin emanete sahip olmaya koşanlar yönünden, yukarıda belirttiğimiz, Kur’an’ın, Ahzâb sûresinin, “Emanet” ile ilgili 72. ayetini bir daha anımsamak, uyarıcı ve yararlı olur.
Bugün Ahi Babalar’ın, Şeyhlerin bulunmadığı bir zamanda, esnaf yöneticilerinin, Ahiliğin emanetçiliğine koşmaları, Kur’an’daki, emaneti yüklenmeye koşan İnsan’a ne kadar uygun, Kur’an bu gerçeği ne kadar yetkin bir şekilde anlatmış. İnsan huşû derecesinde saygı duyuyor!.. Ama hepimizin de, Ayet’i saygı ve dikkat ile anlamaya çalışıp, bu alanda olsun; “zulümkâr ve bilgisiz” kalmamaya ve davranmamaya çalışmamız gerekmez mi? Emanetçiliğe koşanlarda bu saygı ve dikkati ne kadar görüyoruz? İnşallah daha çok ve daha çok görürüz. Hepimizin ve öncelikle de ilgililerin, buna her zaman gereğince erişmesini dileriz.
Öte yandan, bu kitapta Ahiliğin Sümerler’e kadar dayandığını gösterecek olduğumuz gibi, bu konuda daha önce yayınladığımız kitabımızda gösterdik ki; tarihte Ahiliği en yetkin şekilde inceleyip ortaya koyan kişi, büyük Filozof Eflâtun’dur. Eflâtun çeşitli diyaloglarında Ahiliği: Yiğitliği pek olgun bir biçimde işleyip ortaya koyduğu gibi; Yasalar’ında da, özellikle esnaf ve sanatkârlar için çok önemli kurallar, yasalar koymuş bulunuyor.
Böyle, konuya somut olarak yaklaştığımız zaman, şimdiden, araştırdığımız şeyin büyük ölçüde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Ama yine de şöyle bir bakışı da deneyelim: Bilindiği gibi; Bay, Bayan, Bey, Hanım, Beyefendi, Hanımefendi biçimlerinde; insanlara hitap sözcükleri vardır.
Bunları genellikle karşımızdakine saygımızı, değer verdiğimizi belirtmek için kullanırız. Ama bir amaçla daha kullandığımız da vardır. Şöyle ki; birisine, Bey, Beyefendi demek; “Bey, Beyefendi ol” demektir, aynı zamanda. İşte birilerine, özellikle de esnaflara ya da Kırşehirliler’e, Ahi demek de; “Ahi olun, Ahiliği; Ahlâkı koruyun, ona sahip çıkın, ona, Ahiliğe uygun davranın!” demektir ve bağın ana anlamı budur. Hem bu bağ hiç de az şey değildir. Kabul etmeye değmez mi? Atatürk’ün eserini Gençliğe emanet etmesinde de bu anlam yok mudur? Kur’an’ın dediği gibi; “Zulümkâr” ve “Cahilâne”(bilgisizce; sg) olmayan bütün emanet yaklaşımları da böyle değil midir? Lütfen azımsamayalım ve hepimiz, buradan çıkan görevimize de gecikmeden sarılalım.
Yalnız başına ESNAFLAR’ı ele aldığımızda; Ahiliğin az çok uygulandığı uzun yüzyıllar içinde, onlar hiçbir zaman kendi hallerine ve yalnız başlarına bırakılmamışlardır. Zaviyeler döneminde, Ahilerin, Şeyhleri, Ahi Babaları; inançsal ve ahlâksal önderleri vardır. Loncalar döneminde ise, en azından belli işkollarında yine Şeyhler, Ahi Babalar olmakla birlikte, ayrıca, loncayı yöneten Kethudalar, Yiğitbaşılar, İhtiyar Kurulları ve devletçe atanmış Muhtesipler de vardır.
İkinci Meşrutiyet’ten ve daha sonra, Cumhuriyet’ten, Demokrasi’yi hedefleyerek ilerledikten sonra, işler çok büyük ölçüde değişmiştir. Zaviyeler ve az çok da Loncalar dönemlerinde, esnaf örgütlerinde, yönetim görevlerine gelebilmek için; Ehliyet ve Liyakat: Yeterlilik sahibi olmak şart idi.
Seçtiğimiz Demokrasi yolunda ise, böyle bir şart yok! İnsanların farklarını dikkate almak; Aristokrasi’ye özgü ve Demokrasi’ye aykırı görülüyor. “Şu ya da bu yoldan” oyu alan, Demokrasi’de; Seçimi de alıyor! Oysa, gerçekte, Demokrasi’de Yeterlilik aranmayacak diye bir şey yok. Ne var ki bu gerek, artık sahipsiz. Onun hakkı kolayca yenebiliyor.
18. Yüzyıldan beri, “Özgürlük” denen, ama kendi ilkelerine bağlılık değil de; isteğe göre, “Başıboşluk” olarak anlaşılan; Liberalizm’in “Bırakın yapsın, bırakın geçsin!” ilkesi egemen. Buna “Orman Kanunu” dönemi de deniyor. Artık kayıtlar, şartlar; gelişme için ayakbağı olarak görülüyor. Gerçi bu görüşün yanlışlığı çoktan anlaşıldı. Ama insanların bu yanlıştan kurtarılması artık o kadar kolay değil. Pandora’nın kutusu açıldı bir kez.
Sıkıcı gelen eski, adeta kendinden yasalı dönemde, her alanda ilkeler vardı. Örneğin bir yerde, bir meslekte kaç dükkân açılabileceği sınırlı idi. Şimdi bakkallar, vb. ölçüsüzce açılabildiği gibi, marketler de alabildiğine serbestlik içinde açılabiliyor. Bu, orman kanunu değil de nedir? Ama biz konumuzdan uzaklaşmayalım.
19. YÜZYILDA ESNAF YÖNETİCİLERİ NASIL SEÇİLİYORDU?
Müftizade Esad Bey, 19. yüzyıl sonlarında, Serez’de Esnaf Teşkilâtı’nın işleyişini şöyle anlatıyor: “Esnafın kendi tarafından seçilmiş bir re’isi vardır. Buna evvelleri ‘ahu baba’, sonraları ‘kâhya’ ve 1295 (1879)’ten sonra da ‘mütevelli’ derlerdi (..). Her esnafın işleri ve genel işlemleri doğrudan doğruya mütevelli tarafından idare ve icra olunur (..).
Mütevellinin nezdinde üstadlar (seçkin ustalar; sg) tarafından seçilmiş ve beş kişiden oluşan bir ‘lonca heyeti’ vardır. Bu kurul, özel yerinde ve mütevellinin başkanlığında toplanır (..). Lonca heyeti mütevellinin malî işlerini daimî surette kontrol eder ve istediği zaman toplanarak sandık mevcudunu sayar.
Esnaf mütevellisi yukarıda beyan edildiği gibi seçimle tayin olunur. Mütevelli vefat veya istifa ettiği ve başka şekilde ayrıldığı günün ertesinde seçim yapılır. Mütevellinin ayrılmasıyla beraber esnafın bütün üstadları toplanarak bunlardan loncaya dahil bulunmayanlarının en kıdemlisi, mütevellinin defterlerini lonca heyetinden teslim alır, sandık mevcudunu sayar tadad ve huzzarın kefaletiyle ahz u kabz eyler ve o mecliste mütevelli seçimi yapılır.
Mütevelli olacak zatın üstadların oldukça kıdemlilerinden olması ve en az üç üstad yetiştirmiş bulunması, halk içinde doğrulukla, iyi hal ile çevresindekilere muhabbet ü hayr-hahlıkla tanınmış bulunması şarttır. Bu suretle mütevelli olacak zatın seçimi sonuçlanınca münadi mütevellinin ismini esnafa ilân eder. Aynı mecliste lonca heyeti de seçilir ve seçimde yeni mütevelli (ve azil ile ayrılmışsa) eski mütevelli hazır bulunmazlar.
Yönetim Kuruluna seçilmek için beş seneden beri üstad sınıfında bulunmak hiç mahkûmiyeti olmamak, esnaf içinde sıdk u emanet ve salâh-ı hâl (doğru, güvenilir ve iyi hâl; sg) ile bilinmek şarttır; seçebilmek için de yalnız üstad sınıfında olmak gerektir. Dördü dahil ve birisi de haricî üstadlardan ittifak u ekseriyetle (oybirliği ve çoğunlukla; sg) beş kişilik heyetin intihabını müteakip (kurulun seçiminden sonra; sg) isimleri diğer bir üstad tarafından işbu intihap meclisinde (seçim toplantısında; sg) hazır bulunmayan yeni mütevelliye gizli olarak bildirilir.
Mütevelli; ‘Ben bu adamlarla beraber çalışabilirim’ cevabını verecek olursa özel merasim ile odaya idhal edilerek karşılanır ve tebrik edilerek büyük meclise bilgi sunulur. Yeni mütevelli bu heyetle çalışamayacağı cevabını verecek olursa heyet içtimaı tatil ederek durumdan hemen büyük meclis reisini haberdar eder.
Reis mütevelliyi davet ederek heyetin hepsinden mi yoksa bir veya iki şahıstan mı memnun olmadığını sorar. Eğer hepsinden ise mütevelliyi istifaya davet eder ve üstadlar tarafından tekrar mütevelli ve yönetim kurulu seçimini emreder. Üstadlar aynı mütevelliyi ve aynı yönetim kurulunu seçer ve mütevelli yine kabul etmezse bu takdirde yönetim kurulu yerinde bırakılarak başka bir mütevelli seçilir. Bu mütevelli de yönetim kurulu ile çalışamayacağını beyan ederse birinci seçilmiş olan mütevelli yine mütevelli kalarak ikinci defa seçilen mütevelli de yönetim kurulunda bulunmak üzere çoğunlukla ve işbu mütevellinin de reyleri dahil olduğu halde (oyları ile; sg) yönetim kurulu seçilir”(21).
Burada, Ahiliğin en son dönemlerinde bile, Lonca Yönetimine seçmek ve seçilmek hakkının, sadece “Usta”lara ait olduğunu ve güvenilir ve uyumlu bir Yönetimin meydana
getirilebilmesi için ne kadar titiz davranıldığını görüyoruz. Ustalığın nasıl kazanıldığını ise, en
az 1988 yılından beri seyrettiğimiz “Şedd Kuşatma” törenlerinden biliyoruz.
Şimdiki Esnaf Yönetimlerimizin genel olarak, bu Yönetimlerin ehliyetine sahip olduğunu söyleyebilir miyiz? Genel olarak diyoruz; çünkü bu düzende de çok değerli bazı Usta’ların
yönetimlerde görev alabildiğini biliyoruz. Ama ne yazık ki bu; genel bir durum değildir…
AÇIKLAMALI “İKRAR: SÖZ ALMA” VE “ŞEDD KUŞATMA TÖRENİ”
Elinizdeki Ahilik kitabında; Şedd (Peştamal) Kuşatma Töreni’nden de söz edilmesi herhalde fazla olmayacaktır. Konuyu, 1965 yılında Kırşehir Belediye Başkanı iken, Ahilik kutlamalarını Cumhuriyet tarihinde ilk olarak başlatmış olan rahmetli Em. Albay Refik Soykut, “İnsanlık Bilimi Ahilik” adlı eserinde oldukça iyi anlatıyor. Biz aşağıda konuyu;
temelde bu esere dayanarak ve yine aynı eserden yararlanarak hazırlanmış olan; Ahi Kültürünü Araştırma ve Eğitim Vakfı’nın; Şedd Kuşatma Töreni senaryosunu da göz önünde bulundurarak, ama Tören’deki “İkrar:Söz”ün önemini de belirterek anlatıyoruz.
Burada, bazı esnaf yöneticilerinin yanlış olarak; “Kuşatma” değil, “Kuşanma” dediğine, bunun bazı afişlere, vb. de yazıldığına da değinerek, doğrusunun: “Şedd Kuşatma” olup, bunun çok önemli olduğunu belirtelim. Şedd’in (Peştamal’ın değerini, kutsallığını yukarıda gereğince belirttik. Şedd, pantolon, vb. değildir ki, kuşanılsın. O ancak, hak edene “kuşatılır”.
“PEŞTEMAL KUŞATMA:
‘İKRAR: SÖZ ALMA’ VE VİCDANLARI GÖZCÜ TUTMA TÖRENİ”
İlk Türk Filozofları: 870-950 yıllarında yaşayan Farabî ve 980-1037 yıllarında yaşayan İbn-i Sina, öbür İslâm bilginleri ile birlikte, İslâm Tasavvufu’nun, Fütüvvet’in ve Ahilik’in
21- Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umûr-ı Belediye, İst. Büyükşehir Bel. Yay. 1995. Cilt: 2, s. 670-673.
dayandığı; Kur’an ve Hadislerle, Doğu ve Batı kültürlerinden ve özellikle Filozof Farabî’nin de belirttiği gibi, Sümerler’den kaynaklanan Felsefe’nin; İslâm’daki temellerini attılar. 936-1021 yıllarında yaşayan Mutasavvıf Ebu Abdurrahman es-Sülemî de ilk klasik
Fütüvvetname’yi yazdı.
İran’da Zencan kentinden gelen ve 1065’te ölen Ahi Ferec Zencanî, adından da anlaşıldığı gibi, Fütüvvet’ten Ahiliğe geçişte, Ahilerin bilinen en eski, en ünlü Atalarındandır.
Kur’an ve Fütüvvetnameler, ilk İnsan, ilk Peygamber Hz. Adem’i, “Feta” (Yiğit) olarak
tanımlıyor ki, “Fütüvvet” de Kur’an’daki bu Feta sözcüğünden geliyor. Fütüvvet (Ahilik) Yolu’nun Başı Hz. Muhammet ve Hz. Ali’dir. Hz. Muhammet, “Lâ Feta İllâ Ali: Ali gibi Yiğit yoktur” demiştir. Bu söze, “Lâ Seyfe illâ Zülfikâr: Zülfikâr gibi kılıç yoktur” sözü
eklenmiştir.
Fütüvvetnameler, Ahiliği: “Ezelîdür, ebedîdür” (Geçmiş gelecek; herkes için Genel-geçerdir) diyerek tanımlıyor. Rahmetli Üstad, Ahi Refik Soykut’un; “İnsanlık Bilimi” dediği Ahilik: İnancı, Akıl ve Bilim ile besliyor, Çalışma ile biçimlendiriyor. Ahilik; çağlar içinde gelişiyor, evrimleniyor…
1172 yılında Hoy kentinde doğan ve 1261’de Kırşehir’de ölen büyük Rönesansçı, Ahi Evren; İslâm Uygarlığı tarihinde, başlıca Farabî ve İbn-i Sina’dan gelen ilim ve irfanı; Hoca Ahmed Yesevî (ölm. 1166)’nin öğrencilerinden, Kutatgu Bilig yazarı Yusuf Has Hacib
(1018-1069)’den, büyük düşünür Fahreddin-i Razi (1149-1209)’den ve öbürlerinden
tasavvuf eğitimini alarak olgunlaşır.
1180-1225 yıllarında Abbasî Halifesi olan Nasır Lidinillâh, 1182 yılında, zamanın Fütüvvet şeyhi Abdülcabbar’ın elinden Fütüvvet giysisini giyerek ve Fütüvvet şurubunu
içerek Fütüvvet örgütüne girdi. Ünlü Mutasavvıf Şihabüdddin Ebu Hafs Ömer üs-
Sühraverdî’ye bir resmî Fütüvvetname düzenletti ve Fütüvvet örgütünün başına geçti. Bütün İslâm devletleri hükümdarlarını bu örgüte girmeye çağırdı ve onlara, giymeleri için Fütüvvet giysisi gönderdi.
Anadolu Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Keyhusrev, ikinci kez tahta geçer geçmez hocası Malatyalı Şeyh Mecdüddin İshak’ı, cülusunu Halife Nasır’a bildirmek üzere Bağdat’a gönderdi. Şeyh Mecdüddin 1204 yılında geri dönerken, birçok bilginleri ve şeyhleri Anadolu’ya getirdi. Bunların en ünlüleri içinde, Muhyiddin İbnül Arabî, Şeyh Evhadüddin el-Kirmanî ve Şeyh Nasüriddin Mahmud (Ahi Evren) en başta anılanlardır.
Tarihlerin kaydına göre Ahi Evren, 1205 yılında Kayseri’ye gelerek, Kent halkı, Esnaf ve Sanatkârlar Aydınlanması’nın önderi oldu. Burada, sonradan çevresinde Debbağlar Mahallesi’nin oluşacağı bir Debbağ atölyesi kurdu ve Ahlâkla Sanatı bütünleştirerek, Aydınlatma çabasına başladı. Daha sonra Selçuklu Sultanları kendisini Konya’ya çağırdılar. Sonra, Denizli’de de aydınlanma hareketini sürdürdü. Sonra yine Konya’dan çağırıldı ve bu kente döndü. Sonra da Kırşehir’e gelerek, bu kentte öldü.
Ahi Evren’in yaşadığı 13. yüzyıl, özelikle bazı yetersiz Selçuklu hükümdarları yüzünden, Anadolu’nun halk isyanlarını, arkasından Moğol işgalini yaşadığı çok acı bir dönem idi. Ahi Evren, önderliğini yaptığı bağımsızlık, özgürlük ve düzen savaşımında başlıca Kır Aydınlatmacısı Hacı Bektaş-ı Velî ile yardımlaştı. Eşi Fatma Ana, kadının toplumdaki saygın yerinin bilinciyle tarihte ilk çalışan kadınlar teşkilât olan Anadolu Kadınlar Birliği’ni: Bacıyan-ı Rum’u kurdu.
Başlangıçta Dergâh, Zaviye, sonradan Lonca denen Ahi Birlikleri, topluma dinmamizm, Moğol istilâ ve yağmaları ile başlıca Bizans’ın ekonomik saldırısı karşısında koruyucu kalkan, Anadolu Birliği’nin kurulmasında etkili, Osmanlı Devleti’nin örgütlenmesinde başta gelen unsur oldu.
Ahi birliklerinde yetkin ustalar arasından, titizlikle ehliyete bakılarak, demokratik seçimle, “Ahi Baba ya da Kethuda, Yiğitbaşı ve İhtiyarlar Kurulu” seçilirdi. Kethuda; yardımcıları Yiğitbaşı ve İhtiyarlar ile birlikte, Birlik üyelerini denetler, hammadde sağlanmasından, ürün kalitesine, tüketicinin korunmasından, çırak, kalfa ve ustaların yetiştirilmesine kadar geniş bir alanda hizmet verirdi.
Ahiliğin, özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde çok önem verilen PEŞTAMAL (ŞEDD) KUŞATMA törenleri; Yüzyılımızın pek yaygın olan diploma törenlerinin ötesinde çok anlamlı ve çok kapsamlı özellikler taşırdı. Kuşatılan peştamal ile, peştamalın kuşatıldığı kişinin verdiği “İkrar” ile (eli, beli, dili) bağlanmış, (alnı, kapısı, kalbi) açılmış sayılmaktadır.
Konunun derinliklerine indikçe, söz konusu peştamal törenlerinin daha başka yönleri, sosyo-ekonomik telkinleri de yansıtmakta bulunacağını düşünebiliriz.
YAMAKLIK-ÇIRAKLIK-KALFALIK
Ahi’liğin seçkin bir değer kazanması; O’nun mutlaka elle tutulan YARARLI BİR ÜRETİCİLİĞİ öngörmesinden kaynaklanmıştır. Herhangi bir kişi; her şey olabilmiştir. Alim, hatip, komutan, bey ve hattâ sultan olmuştur. Ama bir sanat öğrenip ustalığını ispatlamadan AHİ OLAMAMIŞTIR; peştamal kuşanamamıştır.
Osman Gazi, öylesine genç ve dinç bir Devleti kurabilecek niteliklere sahip olmasına karşın, Ahi Şeyhi Edebali’nin kızını; sanat öğrenip usta olmadan alamamıştır. Daha sonra I. Murat (Hüdavendigâr) da, Ahi’lerinden kuşandığı kuşağı; Malkaralı bir Ahi’ye de kuşatacağı zaman, o kişinin sanatını iyice araştırmıştır.
Genel ve yaygın bir kural olarak, peştamal kuşatılacak adayın belirlenmiş bazı dönemlerden geçmesi gerekmiştir. İlk dönem YAMAKLIK ile başlamış, iki yıl veya biraz daha fazla sürmüştür. Yamaklıktan ÇIRAK’lığa yükselme; usta ile babasının karşılıklı görüşme ve anlaşmaları ile olmuş, bu sırada bir tepsi baklava veya börek ya da helvanın müşterilere ve çarşı komşularına sunulması gibi çok sade bir duyuru yapılmıştır.
ÇIRAKLIK dönemi üç yıl veya mesleğin özelliklerine göre biraz daha fazla sürmüştür. Bu süre tamamlandığında, çırağın meslekte yeterince yetiştiği ve ahlâkça da olgunlaştığı ustasınca görüldüğünde, durum mesleğin Esnaf Odası’na (Loncasına) arz edilmiş; Lonca Kurulu özel bir toplantıya çağırılmıştır. Toplantıda, Lonca kurulundan başka, mesleğin ileri gelenleri, bazı saygın kişiler, adayın ustası ve babası hazır bulunmuşlardır.
Hayatında ilk olarak mesleğine özgü kıyafeti giyinerek toplantıya çıkarılan çırağın durumunu; ustası açık açık anlatmış, yeteneğini övmüş, kuruldan izin istemiş ve sonra da genel anlamda bir dua ederek yerine geçmiştir. Bunun üzerine Lonca başı, yani Kâhya (O’na uyarak hazır bulunanların hepsi de) ayağa kalkmış, çırağı karşısına almış, ona meslekî ve ahlâkî konularda öğütler verip, “İkrar alıp”, besmele ile kuşağını kuşatmıştır.
Genellikle büyükçe bir havluya benzeyen kuşak ya da ŞEDD, artık O’nun “İKRAR” ve KALFALIK BELGESİ niteliğini taşımıştır. Bu son derece sade olan törenden sonra, yeni Kalfa, Kâhya’dan ve Usta’sından başlayarak herkesin eline varmış, babasının da elini öptükten sonra, babası bir mutluluk ve Tanrıya şükran ifadesi olarak, Oda’ya bir bakır tepsi ya da hora geçecek (iyi karşılanacak) bir başka kap armağan etmiştir.
Ustalığa yükselecek olan bir kalfanın, meslek çeşidine göre yine üç yıl ya da biraz daha fazla çalışması, bu süre içinde hakkında herhangi bir şikâyet olmaması, kendisine verilen işlere ve özellikle çırakların eğitimlerine dikkat göstermesi, öbür kalfalarla, dükkân komşularıyla iyi ilişkiler sürdürmesi; zengin fakir, veli/kâfir ayırımı yapmadan müşterilerine eşit davranması, bağımsız iş yerini yönetecek yetenekleri göstermesi gibi şartlar aranmıştır.
Öteyandan mesleğinde teknik açıdan başarısı dahi çok önemli sayılmış, ancak bu husus (resmî bir sınav) şeklinde araştırılmamıştır. Bunun sebebi; meslek ahlâkı, karşılıklı güven ve daha ötede Loncada görev verilenlerin, tutum ve değerlendirmedeki hayret verici örnek yöntemleri olmalıdır. Başlı başına bir araştırma konusu olabilecek bu yöntemler iledir ki, Ahi’liğin yaşatıldığı yerlerde son yıllara kadar Lonca’nın öyle kolay kolay hak edilmeden peştamal kuşattığı yani USTALIK BELGESİ verdiği görülmemiştir.
FÜTÜVVETNAMELERDE ŞEDD/PEŞTAMAL
Peştemal törenleri üzerine yazılı belgelerin başında yine fütüvvetnameler gelir. İlk eser, Sühreverdî’nin yaklaşık 1180/85’lerde yazmış olabileceği fütüvvetname ile AVARİF-AL MAARİF’tir. Bursa’da Şafiî kadılığı yapmış olan Radavî’nin 1524’lerde yazdığı (derlediği) fütüvvetnameye gelinceye kadar daha başkaları da yazılmış (derlenmiş)tir.
Bütün bu sonrakiler ortamın ve zamanın tesiri ile gûya yeni ve önemli; fakat tümüyle ayrı yöntem, kural ve hattâ saçma hurafeleri de kaydettikleri için, başlangıçtaki sadeliklerden sapmalar olmuş, büyük bocalamalar görülmüştür. Nitekim Osmanlı Müslüman Esnaf kendi başına kalınca o saçma katkıları bir tarafa bırakmasını bilmiş; herkes kendi kolayına geldiği aklının yattığı ve kesesine uygun düştüğü biçimde davranmıştır.
UYGULAMADA DEĞİŞMELER
Son dönemlerde peştamal törenleri üzerine yazılanlar ise hem çok dağınık, hem çok kısadır. Genellikle, bir ana konu işlenirken o konuya ekleme niteliğinde kaleme alındıkları görülmektedir. Uygulamadaki usul ve erkân (yöntem ve kurallar) daha çok, kulaktan kulağa, elden ele sürüp gelmiştir. Zamanın koşulları, beldenin özelliği, ekonomik olanaklar, sosyal kültürel düzeyler, törenleri etkilemişlerdir. Bir yerde adeta düğün dernek kurulmuşcasına bayram havasına girilirken, bir başka yerde ve zamanda tören, yirmi otuz kişi arasında geçiştirilmiştir.
Bir yerde peştamalı (Şedd’i) kalfaya kendi ustası, hattâ babası kuşatırken, bir başka yerde veya ortamda esnaf yiğitbaşısı, kâhyası, Ahi Babası, kentin mülkî amiri ya da kadısı ya da din adamı bu görevi üstlenebilmiştir.

KUŞATANDA KİŞİLİK
Peştamal kuşatılacak kalfa kadar (herhalde daha çok; kuşatacak kişinin dahi belirli üstünlükleri aranmıştır. O hatırlı seçkin kişinin, peştamalı kim adına, hangi Pîr’e vekâleten kuşatacağının bilincinde olması, mânevî şeref kadar, sorumluluğunu da üstlenmesi gerekmiştir. Lâyık olmayana, hak etmeyene gösterilen saygı nasıl ki, lâyık olana hakaret ise; zalime itaat ve riayet nasıl mazluma zulüm ise; henüz ehliyeti olmayanlara da sırf gösteriş veya bir takım çıkarlar için peştamal kuşatmak, “İkrar” almadan, destur (izin) (ve onur) vermek; hem mesleğe, hem ülkeye ihanet; hem de sanat Pîrlerine hakaret olmalı ve büyük günah sayılmalı, vebal altında kalınmalı idi…
Çünkü peştamalı kuşatacak kişi kendine asaleten (kendisi olarak), hazır/gaib (hazır olmayan) öbürlerine vekâleten (başkasının adına) bu işi yapacaktır. Hazır olanlar, hemen orada töreni izleyenlerdir. Gaib’ler ise; meslekle uzak yakın ilgili müşteriler, gelmiş geçmiş meslek üyeleri, Pîr’ler, Ahi uluları ve onlardan taa fetaların başı Hz. Ali (R.A.) ye, Hz. Ali’den Hz. Muhammed Mustafa (S.A.S.) ya uzanacaktır.
HATIR GÖNÜL DEĞİL, YETİŞME/YETENEK
Esnaf camiası dışında Şedd kuşatılıp Ahi unvanı verilenler arasında ‘Padişah, vezir, şeyhülislâm, kadı, hekim, edip, ulema’ gibi ünlü değerli kişilere de rastlanmaktadır. Sultan Osman, Orhan, Murad Hüdavendigâr gibi padişahlar; Çandarlılar gibi vezirler sülâlesi; Yavuz’un hekimbaşısı Ahi Çelebi bin Mehmet Kemâl Tebrizî, Şeyhülislâm Ahi zade Hüseyin efendi gibiler yanında şair, edip ve benzeri nice saygın kişiler bulunmuştur.
Araştırmalarımıza göre; İkrar ve Peştamal törenleri başta Kırşehir Ahi Evren zaviyesi olmak üzere yaklaşık 1925’lerde iyice tavsamış, 1930’larda tümüyle bırakılmıştır. Törenlerin son darbeyi 1929/30 dünya ekonomik krizinden yediği sanılmaktadır.
ŞEDD – PEŞTAMAL – İŞ ÖNLÜĞÜ
Fütüvvetnamelere göre, Hz. Cebrail tarafından, Hz. Âdem Aleyhisselâm’ın beline kuşatılan ve Şedd’i Vefa adı verilip yılana benzetilen kuşak yündendir. Yine Cebrail Aleyhisselâm tarafından getirilip Hz. Muhammed (S.A.S.)’e kuşatılan kuşağın ise pamuk bezi olduğu anlaşılmaktadır.
ŞEDD: Arapça kökenli bir sözcük olup, sözlüklerde ‘sıkı bağlama, sıkma, hızlı gitme’ anlamındadır. Bazı dönemlerde ve bölgelerde peştamal yerine şedd/kuşak ya da o mesleğin iş önlüğü kullanılmıştır. Osmanlı ülkelerinde Hristiyan esnaf daha çok iş önlüğünü tercih etmişlerdir. Bu Hristiyan Esnaf dahi kendi aralarında ve benzer hareketlerle peştamal törenleri düzenlemişlerdir.
TÖRENDE BULUNDURULANLAR
Öncelikle peştamal’dır. Ustalık izni verilecek kalfa/kalfalar sayısınca dürülüp hazırlanır. Bunun için peştamal önce uzun tarafından beşe, sonra da dar tarafından üçe katlanmaktadır.
Peştamal beşe katlanmakla; (-beş vakit namazına, beş büyük ‘Ulûl Azm’ peygambere, beş büyük erdeme: “Sevgi, acıma, bağışlama, cömertlik, özveri” –Beş Ali Aba’ya: “Hz. Muhammed, Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin”) Beş nesneye “Amentü esaslarına” dikkatler çekilmiş olur.
Peştamalı üçe katlamakla; (Şeriat: Ahlâk; Tarikat: Akıl; Hakikat: Bilim ile başlangıç-yaşayış-dönüş) anımsatılmak istenir.

Kırşehir’de ve törenlerin usul ve erkânının eksiksiz uygulanmak istendiği yerlerde; (Toprak, Su, Tuz, Terazi, Taş, Süpürge)’nin bulundurulmasına dikkat edilmiştir.
Toprak: Hayata gelinen, nimet bulunan ve sonunda dönülecek olan yerin hiçbir zaman unutulmaması içindir.
Su :Hayat buluşu, davranışı, yaşayışı anlatır.
Tuz :Yaşamın tadı, ezası, cefası, sefası anlamındadır.
Terazi :Denge tutmanın erdemi, ölçü tartı ehli olmanın, hakk alıp hakk vermenin, helâl kazancın, adaletten şaşmamanın sembolü olarak bulundurulur.
Taş : Kuşatılan peştamalı erkânı ve hakkı ile taşıyanların her işinin rast gideceğini, yararlı hayırlı başarılara ulaşacağını, tuttuğu böylesine taş bile olsa altına (altın değerine) dönüşeceğini; ama yolunu sapıtırsa başına düşüp canını yakabileceğini (ve hakkı savunmada taş gibi direnç göstermesi gereğini, sg) anlatır.
Süpürge :Her yerde, her işte; hem içte hem dışta temizlik, yeterlilik, kanaatlilik işaretidir. Bir işin ya da konuşmanın tadında bırakıp kesilmesi için su ile birlikte kullanıldığı gibi; tören başlangıcında yol açma, temizleyip güzelleştirme anlamında da kullanılır.
Ustalık izni verilecek olanın kendi yaptığı bir İŞ’i, yetişkinliğin ispatlanması amacıyla törende bulundurması (Aynen peştamal gibi) mutlaka aranmıştır. Sanatkâr olmayanlar için, diploma ve benzer bir belge aynı işlevi yapmıştır. Ustası tarafından kalfasına armağan edilecek bir meslek alet ya da aracı da var ise, bu armağanlık alet de önceden tören yerine getirilmiş, huzura çıkarılmıştır.
Kuşatma duasından hemen sonra herkese helva dağıtılmasına ayrı bir önem verildiği gibi, bazı yerlerde bu dualı helvanın uzak yakın başka yerlere (ülkelere) de gönderildiği, böylece biraz önce değindiğimiz reklâm/propaganda konusuna bu vesile ile de yer verilmekte olduğu görülmüştür.
Ustalık izni verilecek olanın, ekonomik gücü ölçüsünde yemekler hazırlanmış, saz söz ustaları getirilmiş, güreşler, yarışlar tutturulmuş ve elden geldiğince çok çağrılar yapılmıştır.
KALFANIN HAZIRLANMASI
Sanatının incelikleri ve ustasının imrenilecek örnek ahlâkı ile yıllarca pişen kalfa, bağımsız iş yeri kurup çalıştırma ehliyetini de ispatlayınca ustalığa yükselmeye hak kazanmış sayılırdı. Bunun da peştamal kuşatılarak belirlenmesi ve herkese de duyurulması istenirdi. Usta olacak kalfa için ilk değerlendirme ve karar yetkisi kendi ustasına aitti. Her ne kadar bir kalfasını usta çıkarabilmiş olmak o usta için çok değerli bir başarı, bir onur payesi sayılmakta ise de, ehliyeti tamamlanmamış bir kalfayı ustalığa önermek de o derece ayıp, daha da ötede bir suç idi.
Ustanın rızası önce Yiğitbaşı’ya iletilir; yiğitbaşı da konuyu kendine göre bir daha değerlendirdikten sonra Lonca kurulu’na götürürdü. Beldenin o sanat kolundaki iş hacmi, gelecekteki olası ihtiyacı ve adayın durumu gibi bakımlar bir kez daha incelenir, herhangi bir sakınca görülmeyince “hazırlansın” izni çıkarılırdı.
Bundan sonra yeni bir iş yeri tutma, alet edevat, ham madde ve hattâ çırak, kalfa bulma çabasına girişilirdi. Dükkân, alet edevat, personel, vb. gereksinimler tamamlanınca yeniden yiğitbaşı’ya gidilir ve hazırlıkların tamamlandığı bildirilir ve tören için gün alınırdı.
Tören günü sabahtan berbere gidilir, traş olunur; sağ ve sol yol kardeşleri ile hamama gidilir, kalfaya tertemiz ve yeni elbiseler giydirilip kuşatılır, iç ve dış temizliğine kavuşmuş olarak ustasının karşısına çıkarılırdı.
Ustasıyla halvet olan, yani sakin bir yerde yalnız kalan kalfa; Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa (S.A.S.), Hz. Ali (R.A.) ve Pîr’imiz Ahi Evran’ı Velî (Ahi Evren) aşkı ile Allah rızası için birlikte iki rekât namaz kılar, ustasının son öğütlerini, mesleğinin henüz öğretilmemiş birkaç püf noktasını, hayır duasını ve DESTUR’unu (iznini) alır, dışarı çıkınca kendilerini kapıda bekleyen yol kardeşleri ile birlikte törenin yapılacağı yere giderlerdi.
Kırşehir’deki peştamal törenlerinde, kalfanın Terme Kaplıcasına gitmesi, Hz. Pîr’in sandukası karşısındaki alçak kapılı odada ustasıyla halvet olması ve böylece Ahi Evren’in şefaatine daha çok nail olunabileceği inancı taşınırdı. Törenlerde, o meslek kolunda zamanın geçerli elbisesi ne ise o giyilirdi. Şu kadar ki; o yıllarda pantolon değil, şalvar’ın giyilmekte olduğu, o şalvarın ise fütüvvet giysisi olan şalvardan ayrıcalığı olmadığı anımsanmalıdır.
Kırşehir’de peştamal kuşatılacağı günün sabah ve öğle vakitlerinde özellikle Ahi Evren camisi minaresinden selâ verilmesi ve falanca ustanın kalfası falancaya peştemal kuşatılacağının duyurulması da tören öncesi hazırlıklarındandı.
TÖREN UYGULAMASI
Koskoca bir imparatorluğa öncülük ederek gittiği üç kıt’ada eğri-doğru; yararlı-yararsız bir yığın müdahalenin saldırısına uğrayan Ahi’lik ve törenlerini anlatmada en kestirme yol, (genelleme) metodu olmalıdır. Bunun için Kırşehir’deki uygulanışı esas almış bulunuyoruz. Kırşehir nice yüzyıllar Ahiliğin mânevî ve idarî merkezi olmuştur. Dış müdahale ve saldırılar en az burada görülmüştür.
Kırşehir’den Örnekleme
Orta halıları, kilimleri, halı yastığı ve minderleri ile döşenip dayanmış, (kapalı yerlerde ve gece vaktinde ise elden geldiğince aydınlatılmış) tören yerine Yiğitbaşı’nın gözetiminde davetliler buyur edilir, usul üzere yerli yerlerine oturtulurlar. Ahi Evren zaviyesi postnişini Ahi Baba gelince herkes ayağa kalkar, yine usul üzere selâm ve saygı ile karşılanır. Şeyh efendi (Ahi Baba), kendisi için özel olarak hazırlanmış makamda, üç minder üzerine geçer oturur. Öbür ihtiyarlar ve davetli seyirciler de aynen Şeyh efendinin oturuş biçiminde otururlar.
Selâmlar alınır verilir. Ahi Baba kısa bir süre hal hatır sorar. Gönül alıcı sözler söyler. Ahi Baba’nın işareti üzerine, cemaat arasında davetli bulunan imam ya da hafız efendi Aşr-ı şerif (Kur’an’dan ayetler) okur, herkes saygı ile dinler.
Davetlileri ve Şeyh efendiyi karşılayıp herkesi yerli yerlerine buyur eden ve gerçekte o günkü törenin baş yöneticisi ve sorumlusu olan Yiğitbaşı; Şeyh efendi selâm alıp vermelere başladığı sırada geri geri çekilir. Pabuçlukta (Seki altında) bekleyen Kalfa ve yakınlarının yanında ayakta beklemeye başlar. Kalfanın yanında kendi ustası ile sağ ve sol iki yol kardeşi bulunmaktadır. Tören öncesi gerekli bütün hazırlıkları tamamlamışlardır. İki yol kardeşi, bir usta ve katıldıktan sonra yiğitbaşı ile sayıları dördü bulan bu kişiler “tanıklık, kefillik- şefaatçılık, ricacılık ve benzer görevleri” üstlenmiş olarak tören boyunca kalfayı yalnız bırakmazlar.
Kalfa ve yanındakiler beden yapıları ile nasıl o beldenin ileri gelenleri karşısında bulunmanın heyecanını taşımakta iseler; iç alemleri ve ruh yapıları ile ‘gelmiş geçmiş ustaların, pîr’lerin, velîlerin, şehitlerin ve daha da ötede Resulullahın’ mânevî huzurlarında bulunmanın heyecanını taşırlar; zevkine ve mutluluğuna varırlar. Bir yandan da yarın ahrette hepsinin şefaatine kavuşabilmenin umuduyla bekleşirler.
Aşr-ı şerif tamamlanınca, yiğitbaşı üç adım atarak ileri çıkar, sağ elini kalbi üzerine koyarak ve hafifçe eğilerek söz alır; “Esselâmü aleyküm ya pîr’an, ya ehl-ül fütüvve ve rahimetullahi ve berekâtihi seyyîd-i sadât şeyh ve nakib-i fütüvvetderan ve muhibban-ı hanedan!...” der.
Postnişin Şeyh efendi, öbür il ve ilçelerde Ahi Baba, “Ve aleyküm selâm ve rahimetullahi ve berekâtihi” karşılığını verir.
Yiğitbaşı devamla: “Hal şudur ki; ……………. Esnafımızdan bir mümin kardeş uzun zamandır ……………… ustanın hizmetinde durmuş; şartları yerine getirmiş, hizmetini hora geçirmiş, ustasının rızasını almıştır. …………. Usta dahi, üstadlık hakkını yerine getirip bugün siz azizlerin ve ihtiyarların rızası ile huzuru şerifinizde bu kalfasına destur vermek ister. Ta kim; helâl kazançla meşgul ola, ustasının çerağını uyara!..
Bu şartla kim Hak-taâlânın ibadetini yerine getire ve şeriata ve tarikata muhalif amel kılmayıp ve emrinize itaatli ve “İkrarına” bağlı ola!.. Ve dahi kabûl kıldı ve kendisine vacib kıldı kim, bu şeraiti ile kalfasını sizlere getire, huzurunuzda kıyam göstere (buluna; sg) …
Bu sadıkın hakkında ne buyurursunuz?..”
Ahi Baba etrafındakilere bakar, başlarıyla verilecek onaylama işaretlerini alınca yiğitbaşıya dönerek: “Alâ münasip, davet edin gelsinler!..” der.
Yiğitbaşı sol eline bir tas su, sağ eline bir süpürge alır. Birer adım birer adım ilerleyerek sağa sola bakmadan Şeyh seccadesinin ucuna kadar gelir. Sol dizini yere koyar, sağ dizini büker, süpürgeyi sol koltuk altına yerleştirir, alçakgönüllülük ile eğilerek, sağ elini açık parmaklarla kalbi üzerine koyarak Ahi Baba’yı selâmlar. Yavaşça kalkıp geri geri çekilirken, uzun kilim serili yolu sular ve süpürür gibi yapar. Pabuçluğa ulaşınca hafifçe eğilerek Şeyh efendiyi tekrar selâmlar.
Birinci selâm mahfil için izin alma; geri çekilirken sulama ve süpürür gibi yapma, yol açma; ikinci selâm ise teşekkür etme anlamındadır.
Yiğitbaşı bu defa yanına iki yol kardeşini alır. Sağ yol kardeşinin elinde bir tepsi, tepsinin üzerinde Orta Sandığına yapılan (Ustalığa Yükselme Şükür Payı) bulunur. Bu bağış kalfa adına ustası tarafından yapılmaktadır. Ayrıca kalfanın babası veya velisi tarafından Esnaf Odasına bağışlanan bir ya da birkaç parça bakır kab da tepsi üzerine konmuştur.
Öbür yol kardeşinde ise; kalfanın gücü yettiğince, Şeyh efendi ve yanındaki İhtiyar kuruluna, kendi ustasına ve yiğitbaşıya sunulacak “çorap, mendil, havlu, sabun, gül suyu” gibi şeylerden ibaret armağanlar bulunur. Genellikle bunlar birer çıkın içine alınmışlardır. Bazen daha başka ve büyük armağanlar sunulmuş ise de, pek hoş karşılanmamıştır.
Yiğitbaşı önde, yol kardeşleri iki adım kadar gerisinde ve yan yana yine tek adım tek adım ilerleyerek huzura varırlar. Yiğitbaşı önce yükselme şükür payını orta sandığı sorumlusu Kâhya’ya teslim eder. Sonra Esnaf Odasına bağışlanmış olan bakırları, şeyh seccadesi ön kenarına yerleştirilmiş büyükçe bir kürsünün boş bırakılmış köşesine koyar. Kürsünün üzerine daha önceden birer tabak içinde toprak, bir tas su, biraz tuz, bir parça taş ve bir de terazi sıralanmıştır.
Armağan çıkınlarının sunulmasına, Ahi Baba’dan başlanır. Armağan çıkınını iki eline alan yiğitbaşı, Ahi Baba’nın önüne gelir, sol dizini yere koyar, sağ dizini dik tutacak şekilde çömelir, herkesin duyabileceği yüksek ses ile: “Size tuhfe (armağan) getirdik biz bu can’ı/Hakir olur fakirin armağanı…” der, tuhfeyi (armağan çıkınını) başı hizasına kadar kaldırır, öper gibi yapar ve yine iki eliyle Şeyh efendinin önüne bırakır ve başı ile (kabulünü dilemeye) işaret ederek geri çekilir.
Aynı hareketleri yaparak öbür armağanları da sahiplerine verince, ustanın ve kendisinin armağan çıkınlarını da kürsü üzerindeki öbür boş köşeye bırakır. Kürsü üzerine bırakılan armağan çıkınları, tören sonunda Ahi Baba tarafından sahiplerine verilecektir. Sunma hizmetleri böylece tamamlanınca, gelişteki düzenle fakat geri adımlarla pabuçluktaki yerlerine çekilirler.
Yiğitbaşı üçüncü yürüyüşüne bu kez beş kişilik bir ekip halinde başlar. Önde sağ başta usta, sol başta kendisi bulunur. İki adım kadar geride KALFA, kalfanın hemen sağ ve sol gerisinde iki yol kardeşi yer almıştır. Usta ve yiğitbaşının elleri yine göbekleri üzerindedir. Kalfanın elleri ise; parmaklar iyice açılmış ve kollar çapraz gelecek şekilde sağ kol üstte omuzlara yakın göğüs üzerindedir.
Sağ yol kardeşi sol elini kalfanın sağ omzunda bulundururken öbür elinde önceden dürülüp hazırlanmış peştemalı taşır. Sol yol kardeşinin sağ eli kalfanın sol omzunda iken, öbür eliyle tuttuğu bir tepside arkadaşının el emeği bir İŞ’ini taşır.
Bu defaki yürüyüşte başka bir usul uygulanır. Şöyle ki: Herkes yiğitbaşıya uyar. Yiğitbaşı ve öbürleri önce sol adımlarını atarlar, sağ ayaklarını onun hizasına getirirler, sağ ayak baş parmaklarını sol baş parmaklar üzerine basacak şekilde bindirirler. Sonra yine sol adım atılır ve böylece devam edilerek seccade önüne gelinir. Burada sol adım duygusallığı; sağ adım ise US’u temsil etmektedir. Baş parmakları üst üste bindirmekle;
“İnsan oğlunun genellikle bütün işlerine duyularının tesiri altında başladığını, ama yetişip olgunlaştıkça aklını kullandığını, duyularına yardımcı kıldığını; iyiyi-güzeli-doğruyu-hayırlıyı bulabildiğini” şeklen ifade etmiş olmaktadırlar.
Şeyh Efendinin karşısında seccade kenarına iki adım kadar yaklaşılınca durulur. Yiğitbaşıya uyulup baş kırılarak topluca selâm verilir. Sonra yiğitbaşı yanındakilere dönerek:: “Mefhari mevcudat hazreti fahri alem Muhammet Mustafa’ya selâvat!..” der. Selâvata bu beş kişi ile birlikte herkes katılabilir.
Selâvattan sonra yol kardeşleri dört geri adım atarak arkaya çekilirler, diz kırıp çömelirler. Yiğitbaşı da, ustası da biraz geri gelirler, kalfanın hemen arkasında sağ ve sol yanlarında dururlar. Birer elleri ‘kalfayı korumakta ve desteklemekte olduklarını anlatırcasına’ kalfanın omuzlarında, öbür elleri göbekleri üzerindedir. Böylece kalfa şimdi en önde, Ahi Baba’nın tam karşısındadır.
Ahi Baba’nın işareti ile imam ya da hafız efendi; sanat ve ticaret ahlâkı ile ölçü tartı üzerine bir Aşr-ı Şerif daha kıraat eder ve “Sadakallahülazim!” der. Fatiha demeden bırakır. Aşr-ı Şeriften hemen sonra Ahi Baba ile yiğitbaşının konuşmaları başlar. Buradaki amaç; hem kalfanın son bir kez daha sınava çekilmiş olması, hem de ve aslında bir çeşit eğitim hizmeti ile eski bilinenlerin oradakilere tekrar duyurulmasıdır. İki kişi arasında yüksek sesle yapılan konuşmalar şu örnekleme sözler paralelinde cereyan eder. Bunlar kalıplaşmış sözler değildir.
Ahi Baba, Yiğitbaşıya sorar: “Ey Yiğitbaşı; icazetini almak istediğiniz kalfa evlâdımız bu kişi midir? kimlerdendir. Hangi meslektendir?..”
Bu soru, bir çeşit kimlik saptaması anlamındadır.
“Evet ya Şeyhim. Bu kalfa evlâdınız ….falancalardan ……falanca oğlu …..dır. ……..mesleğindendir. …….yıldan beri ……….ustasının yanında yetişendir.”
“Mesleğinde ehliyeti sabit olmuş mudur?”
“Biz öyle buluruz. İşlerinden bir örneği beraberinde getirdik.”
Ahi Baba: “Pek alâ pek güzel, ortaya getirilsin, üstatlarına gösterilsin.”
Yiğitbaşı, yol kardeşindeki örnek (el işi)’ni alır. Önce Ahi Baba’ya sunar. O’nun; “Gördük, öbürlerine de gösterin” anlamına gelecek bir işareti üzerine öbür ihtiyarlara da gösterir, sonra getirip eski yerine, tepsi üstüne bırakır. Yerini alınca Ahi Baba tekrar konuşur:
“Davranışları, dünya işleri, insanlığı için ne dersin?”
“İyiliklerine tanıklık için yol kardeşleri huzurlarınıza çıkmışlardır. Ustası da hem tanıktır, hem kefildir. Öte yandan, biz de O’nu doğru yolda, yararlı iş’de buluruz. Desturlarınıza lâyık görürüz…”
“Pek alâ; ahiret işleri için ne dersin?..”
Yiğitbaşı: “Biz O’nu hak yolunda, dininde diyanetinde görürüz. Ama iç yüzünü Allah bilir!..”
Ahi Baba bu minval üzere kısa soruşturmalardan sonra çevresindeki eski ustalara, beldenin saygın ulu kişilerine bakarak: “Ey azizler, bu müridin gönüldeki isteğine ne buyurursunuz? Ehl’ şedd olmasını, iş yeri açmasını, ustalar arasına girmesini yerinde görür müsünüz?..”
“Yerindedir, mübarek olsun!..” şeklindeki cevapları alınca minderden ayağa kalkar, seccadenin ön ucuna gelir. Bütün ihtiyarlar da, seyirciler de ayağa kalkıp, elleri önlerinde bağlı olarak dururlar.
Bu sırada usta; yetiştirdiği kalfasını sağ dirseğinden yederek şeyhin önüne, seccadenin kıyısına yanaştırır. Kendisi yine hemen sağ gerisinde kalır. Şeyh efendi son bir öğüt vermeye başlar: “Ey oğul!.. İkrar vereceksin, Can ve gönül kulağı ile işit!..” deyince kalfa halâ göğsü üstünde bulunmakta olan açık parmaklı iki elini çaprazlama yukarı kaldırır, baş ve şehadet parmakları ile kulak memelerini sıkıca tutar. Ahi Baba devamla:
“Ustalığa destur istersin. Mesleğindeki ehliyetini kendi işinle ispatladın. Yol kardeşlerin, ustan seni övdüler, dünya davranışlarında sana kefil oldular. Ahiret işlerinde de seni hak yolunda yürür, dinini diyanetini bilir dediler. Memnun olduk, mütehassis olduk. Yüce Mevlâmızdan cümle mümin kulları ile birlikte seni de dünya ve ahiret nimetlerine kavuşturmasını niyaz eyleriz…
Ey oğul’.. gerektir kim, güzel ahlâktan, sağduyudan dışarı adım atmayasın. Nefsine ve şeytana uymayasın, haramdan, iğrençliklerden perhiz edesin. Sünnetleri kocaltmayasın. Elinle koymadığını götürmeyesin. Kimsenin sanatına tamah etmeyesin, kimsenin ehline iyaline (çoluk çocuğuna) hıyanet nazarıyla bakmayasın, kimseye kibir ve buğuz (gizli düşmanlık) ve buhul (cimrilik) ve haset etmeyesin. Her kimin ayıbını görürsen örtesin. Dünyaya aşırı muhabbet göstermeyesin. Senden büyüğe varıp ona izzet ikram edesin (değer veresin) hürmet ve hizmette bulunasın. Bir elinin kisbini (kazancını) kifayet kisbe (dünya gereksinimlerine) bir elinin kisbini ahretin için fukaraya sarf edesin. Hayır işlerinde elinden geleni yapmakta kusur etmeyesin!..
Ey oğul!.. Bu şeraiti kendine vacip kıldın, ikrar verdin mi?” diye sorar. Bu soru üzerine kalfa, konuşmadan baş ile işaret ederek “Evet” der.
Ahi Baba: ‘Pek alâ pek münasip, el bizden Destur Allah’tan!.. Haydi Allah mübarek eylesin!’ der, bir adım geri çekilir. Kalfa da ellerini yavaş yavaş aşağı göğsüne indirirken Yiğitbaşının işareti ile tekrar selâvat getirilmeye başlanır.
Sevinç içerisinde bulunan ve bir kalfa yetiştirip ustalık izni alabilmiş olan Usta selâvat devam ederken, önce kalfalık peştamalını kendi eliyle çıkarır, sonra yol kardeşinin yanına gider. Kalfalık peştamalını O’na bırakır, ustalık peştamalını alır ve Ahi Baba’ya sunar. Bu kez usta seccadenin sağ ucundaki kürsüden teraziyi alıp getirir ve halâ yüz yüze duran Ahi Baba ile Kalfanın sol ve sağ yanlarında durur. Ustanın bu şekilde yer almasıyla selâvat da durmuş olur.
Şeyh efendi, yine yüksek sesle söz alır, teraziyi işaret ederek: “Oğul, Hak Al, Hak V+er. Kimseye dediğinden eksik verme ki, hak sübhane-hu Taâla kazancına ve ömrüne bereket vere… Ve her ne zaman teraziyi eline alasın, ahiret terazisini anman gerekir. Yakından bilesin kim, helâle hesap ve şüpheliye itab (azarlama; sg) ve harama azap olsa gerektir. Haydi oğul ona göre dirlik işin gereksin…”der ve sağ eliyle üç kez kalfanın sırtını sıvazlar.
Şimdi peştamalın kuşatılmasına sıra gelmiştir. Kuşatma hakkı öncelikle kalfanın ustasının ise de, saygı ve nezaket gereği Usta; Ahi Baba’ya ya da uygun gördüğü saygın bir kişiye öneride bulunabilir.
Usta Şeddi kendisi kuşatacak ise; elinde tuttuğu teraziyi götürüp kürsü üzerine bırakır. Şeyh efendiden peştamalı alırken, yiğitbaşının işareti ile bu kez hep birden Tekbir getirilmeye başlanır. Peştamal önce üç, sonra beş katlamasından çabucak açılır. Uzun kenardaki iki ucundan tutulur, gerdirilip bir kez çırpıldıktan sonra, yüzü Ahi Baba’ya dönük duran usta adayının arkasına geçilir, sol eldeki ucu başından dolandırılır, bel hizasına indirilince iki uç önce birer düğümle üç defa bağlanır, üç defa çözülür. Dördüncüde ikinci ve sonuncu düğüm atılır.
Birinci düğüm atmada “Bismillâhi Alet-tahkik velhamdü-lillâhi alet Tevfik” denir. İkinci düğümde “Ya Hz. Cebrail!..”; üçüncüde ise “Ya Hz. Risaletpenah Muhammed Mustafa” denir. Böylece yüce Tanrı’nın himayesine, meleklerin gözetimine ve Resulü Ekrem’in şefaatine sığınılmakta olduğu yeni ustaya telkin edilmiş demektir.
Keza burada üç defa bağlama ve üç defa çözme ile, Ahiliğin temel düşüncesini yansıtan; üç kapının (el, dil, bel; sg) kapandığı, beri tarafta üç kapının (alın, kapı, kalb; sg) açıldığı kabul olunmuştur. Dördüncü bağlamada düğümü çözmeyip hemen ikincinin atılması konusunda herhangi bir yorumla karşılaşmamış isek de, biz bunu peştemal kuşatmadaki temel görüş çerçevesinde incelediğimizde, yeni ustanın son nefesine kadar Vicdanını Kendi Üzerinde Gözcü Tuttuğu, hemen ikinci ilmeği atmakla da, Bu gözcülüğün bir daha çözülmemecesine pekleştirildiği şeklinde yorumlamaktayız.
HELÂLLAŞMA
Dördüncüde ikinci ilmek (düğüm) de atılınca Tekbir sedaları durur ve bu andan itibaren Başka (Yeni Usta; sg) çıkılmış olur. Şimdi yapılacak iş; bir şükür hareketi olmak üzere bu taze ustamızın, kendi ustasının eline varmasıdır. Eski usta, son derece mutlu ve sevinçli olmasına karşın sakindir. Yeni usta’nın ellerini iki elinin arasına alır, Ahi Baba’ya dönerek:
“Biz bunu aklımızın erdiği, gücümüzün yettiği kadar olgunlaştırmaya çalıştık. Lûtf’u İlâhî ile başardık, bu günlere kavuştuk. Cenab-ı Hakk’a sonsuz şükürler, hamd’ü senalar olsun. O’nun her halinden memnunuz, mesleğimizi sürdürüp şereflendireceğine; vatanına milletine yararlı, dinine diyanetine bağlı olacağına inanıyoruz. Üstümüze geçmiş hakları varsa, huzurlarınızda kendisinden helâlığımı istiyorum!’ der.
Konuşabilme hak ve yetkisini biraz önce alabilmiş olan yeni usta, Ahi Baba ve ihtiyarlara karşı; “Benim ustamda hiçbir hakkım yoktur. Bana velinimetlik yaptı. Ustamın bende hakkı vardır. Allah ustamdan da sizlerden de razı olsun” der.
Bunun üzerine eski usta kürsü üzerindeki taşı ve armağanı olacak aleti getirir. Önce taşı uzatıp verir: “Taşı tut, altın olsun… Tuttuğun işlerde hayır göresin. Yoksulluk, sıkıntı çekmeyesin. Gelmiş geçmişler, ustalar, Pîr’ler, Erenler şefaatçın olsun… Hakkım varsa helâl’i hoş olsun” der ve arkasından armağan ettiği aleti verir. Devamla:
“B ak oğul; Bilginlerin dediklerini, kâhyaların öğütlerini, benim sözlerimi tutmaz isen; ana baba, hoca usta hakkına saygı göstermez isen, Tanrı buyruklarını dinlemez, ‘ikrarını tutmaz’ isen, şu parmaklarım yarın ahrette boynunda olsun!..” der, elini öpmesine izin verir. Sonra da alnından öperek Ahi Baba’nın önüne giderler.
Ahi Baba, önceden kürsü üzerine yiğitbaşının bıraktığı iki armağanı kendisi giderek alır, birini eski ustaya, öbürünü de geride bekleyen yiğitbaşıya verir; alınlarından öperek tebrik eder, törenin bundan sonraki bölümünde yanında oturtmak üzere yanına buyur eder. Sonra Ahi Baba, bakır kapları yiğitbaşıya işaretle teslim eder, teslimden sonra yeni ustanın el öpmesine izin verir, sırtını sıvazlar.
Yeni ustamız bundan sonra yalnız başına hareket edip önce ihtiyarların ellerini öper; sonra kendisini bekleyen arkadaşlarının yanına geçer, tebrik edilir. Bu sırada helvalar dağıtılır, sazlı sözlü oyunlu eğlence başlayıp bir süre devam eder ve tören son bulur.
BUGÜN ESNAF TEŞKİLÂTINDA AHİLİK NİTELİKLERİ NE DURUMDA?..
Şimdi de, Ahilik vasıflarına (niteliklerine) geçelim. Bilgelik, yiğitlik, kardeşlik, ölçülülük, doğruluk, cömertlik, vefa, hak alıp, hak vermek, insaf, hayâ (utanma; sg), kendinden önce başkasını düşünmek, alçakgönüllülük, eline-diline-beline sahip olmak, affetmek, sadakat, hizmet, vb. Bunlar, esnaf kuruluşlarımızda bugün ne kadar görülebiliyor dersiniz? Ve yarın acaba ne kadar görülebilecek?..
Bugünkü Vefa konusuna sadece bir örnek verelim. TESK, Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu, 1950’li yıllarda, kurucu Genel Başkan rahmetli Abdullah Caner tarafından
kurulmuştu. Rahmetli Caner, çağdaş bir Ahi Evren gibi, demir asa, demir çarık, bütün yurdu dolaşarak, pek çok il birliğini, meslek federasyonunu ve sonra da Konfederasyonu kurmuştu. 1960 sonrasında da kendi yardımcısının; yerine göz dikmesi ve o zamanki Millî Birlik yönetimini de yanıltması ile, görevinden olmuş; bu kez de yurt dışında yine ülke görevinde olduğu halde, Esnaf Teşkilâtı tarafından; uzun yıllar boyunca unutulmuştu.
1984 yılında rahmetli Suat Yalkın İSTESOB Başkanı seçildiğinde ve biz de bu Birliğin
Ahilik Kültürü Danışmanı olduğumuzda, Esnafa yıllarca Halk Bankası Genel Müdürü olarak hizmet vermiş, Türkiye Kooperatifçilik Kurumu Genel Başkanlığı yapmış ve Ankara’da Bahçelievler’i kurmuş olan rahmetli Nusret Uzgören ile Abdullah Beyi bulmuş ve kendilerine gerekli ilgiyi göstermeye çalışmıştık. O zaman rahmetli Caner’in Başkan Yalkın’a yazdığı teşekkür yazısı, “Vefa” ilkesinden, Esnaf Teşkilâtında ne kaldığı bakımından son derece ilginç. Bu yazıyı buraya almadan geçemiyoruz:
26.1.1987
“Özet: Teşekkür.
MUHTEREM SUAT YALKIN BEYEFENDİYE,
İSTANBUL ESNAF VE SANATKÂRLAR DERNEKLERİ BİRLİĞİ BAŞKANI
12 Ocak 1987 tarihli, 45 sayılı iltifatnâmeniz, bendenizi pek mütehassis etti.
Fâni dünyadan, âlem-i uhrâya intikal etmek üzere olduğum bir devrede, zat-ı âlîniz gibi, Ülkemiz Esnaf Teşkilâtının en büyüğünün sorumluluğunu omuzlarında taşıyan bir LİDER’in lâyık olmadığım takdîr ve teveccühlerine mazhar olmak, benim için, târif ve tavsîfi mümkîn olamayan pek büyük bir değer taşımaktadır.
Mâzîde, Esnaf’a küçük bir hizmette bulunabilmiş isem, helâl etmekliğime, lütufkâr jestleriniz en önemli sâik olmuştur.
Başkanlar Meclisindeki iltifatkâr sözleriniz ve lûtfettiğiniz onur plâketi için şükranlarımı arz ve hürmetlerimin lûtfen kabûlünü istirham ederim, Muhterem Başkanım.
Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu ve Kefalet
Kooperatifleri Birliği Kurucusu ve Eski Genel Başkanı
Abdullah CANER”
Bu belgelenen vefasızlık davranışlarına Ahilik diyemiyeceğimiz açıktır. Ama ne var ki, bu yöneticilerin büyük çoğunluğu, gerçekte Ahilik ile ne kadar ilgileri olduğuna bakmaksızın, Ahilik üstüne nutuk atmaya pek bayılırlar. Esnaf Yöneticilerinde Ahiliğin ne kadar kaldığı konusunda bu kadar. Yalnız, hemen belirtelim: Bu konuda Esnafın durumu çok daha umut vericidir.
Toplumda Ahiliğe gelince; Liberal Kapitalizm, yani, yukarıda değindiğimiz, “Bırakın yapsın,bırakın geçsin” döneminde ancak yaşayabileceği kadar yaşamaktadır. Biz de, gerçek Ahiliği anlatarak, onun toplumdaki yaşam gücünü elimizden geldiğince arttırmaya çalışmaktayız.
Ahilik’ten, özellikle Esnaf örgütünde ne kaldığı konusunu kapatırken, Esnaf ile; Esnafın örgütünü, ayrı ele almak gerektiğini tekrar belirtmek isteriz.
k) ESNAFIN AHİLİĞİ DE;TEŞKİLÂT KADEMELERİNE AYNEN YANSIMAZ.
Kısaca söylemek isteriz ki: Esnaf, Ahiliğe, Teşkilâtından daha yakındır. İlkin şunu unutmamak gerektir ki, son ikiyüz elli yılda, hemen bütün dünyada, gittikçe artan bir “Yabancılaşma”, insancıl değerlerin yitirilmesi süreci yaşanmaktadır. Elbette Esnaf kesimi de bu Yabancılaşma’dan payını almaktadır. Ama, yalnız Esnaf kuruluşlarında değil, Sendikalarda, Kooperatiflerde, Partilerde, bütün örgütlerde, Yabancılaşma, örgüt dışında olanlara göre daha fazladır.
Esnaf, az ya da çok, Ahiliği yaşar. Çoğu esnaf yöneticisine ise, yaşamaktan çok, Ahiliğin lâfını etmek kalır. Örneğin, esnaf yöneticileri arasında, hem de Ahiliğin lâfını en çok edenler içinde, maddî gücü de olduğu hâlde, halâ, bir kez bile, Kırşehir’e gidip, Ahi Evren’i ziyaret etmemiş olanlar vardır.
İstanbul’u örnek alırsak, Ahiliğin bir Yönetmeliğe göre kutlanmaya başladığı 1989 yılından bu yana, konuyu, rahmetli Suat Yalkın ele aldığı için, ona karşıt olanlar az da olsa, onların bazıları; sırf bu kişisel karşıtlık yüzünden Kırşehir ziyaretlerine ilgi göstermemişlerdir. O kadar Ahilik’ten dem vuran o yöneticiler, Ahiliğe gerçekten bağlı olsalar, böyle bir rekabet, bu ilgisizliğin nedeni olabilir miydi?..
Ayrıca, Esnaf Yöneticilerini de bu konuda aynı kefeye koymamak gerekir. Yöneticiler arasında; Birlik, Federasyon, Konfederasyon görevleri almaya girişmeyen ya da bunu ummayanlar ile bu görevleri alabilenlerin durumu da farklıdır. Yönetimde yükselebilenler, eşyanın doğası gereği, esnaf ya da başka hemen her örgütte; daha çok hırsa kapılmaktadır. Kısaca, bu konu ele alındığında bu farkları kesinlikle göz önünde bulundurmak gerektir.
l) Evliya Çelebi’ye, Osman Nuri Ergin’e, Cemil Cahit Güzelbey’e ve Baki Öz’e
göre Bazı Esnaf Pîrleri
Askerlerin (Yeniçerilerin): Hacı Bektaş-ı Veli, Attarların: Selman-ı Farisî,
Ayakkabıcıların: Ali Ekber Yeman, Aşçıların, Kadayıfçıların: Mehmet b. Necarî,
Bakkalların: Ady İbn Nebbaş; Balıkçıların: Hz. Yunus,
Bağcıların: Hz. Üzeyir, Basmacıların: Hz. Yuşa,
Berberlerin: Selman-ı Pâk, Boyacıların: Selman-ı Farisî,
Cerrahların: Hz. Lokman, Ciltçilerin: Hz. Hamza,
Çadırcıların: Selman-ı Farisî, Çanakçıların: Muhammet Gaffar-ı Medenî,
Çiçekçilerin ve Meyvecilerin: Halil Erma’nî, Çobanların: Hz. Musa,
Davulcuların: Orhan Gazi, Debbağların: Ahi Evren,
Demircilerin, Zırhçıların, Kalkancıların, Silâhçıların ve Bıçakçıların: Hz. Davut,
Dericilerin: Hz. İdris, Dokumacıların: Ebül Müncer,
Devecilerin: Veysel Karanî, Ebelerin: Hz. Ümmü Mektum,
Ekincilerin: Hz. Âdem, Gemicilerin: Hz. Hızır,
Gömlekçilerin: Hz. Şit, Hallaçların: Hallac-ı Mansur,
Hamamcıların: Muhsin bin Osman, Hasırcıların: Hz. Süleyman, Helvacıların: Osman bin Affan, Kahvecilerin: Şeyh Şazelî, Kalaycıların: Abdül Mecid-i Mekkî, Kalıpçıların: Abdullah-ı Kûfî, Kaşıkçıların, Doğramacıların: Habib Neccar, Katırcıların: İbrahim Peygamber, Kazancıların: Nasr-ı Muayyet, Kazazların (İpek işleyicilerin): Eyüp Peygamber, Keçecilerin: Hz. Âdem, Kutucuların: Hurrem Hindî, Kuyumcuların: Nasır b. Abdullah, Kürkçülerin: Abdullah-ı Esved, Müezzinlerin: Bilâl-i Habeşî, Nalbantların: Ebul-Feth-i Mekkî, Neccarların: Marangozların: Hz. Nuh, Saatçilerin: Hz. Yusuf, Sahafların: Ebazer-i Gıffarî, Sakaların, Sucuların: Selman-ı Kûfî, Semercilerin: Ahi Yusuf, Seyislerin: Kamber,
Şişecilerin: Cemşid, Terzilerin ve Yazıcıların: Hz. İdris, Tuzcuların, Sütçülerin, Yoğurtçuların ve Peynircilerin: Hz. İbrahim,
Tüccarların: Hz. Muhammet, Ulakların: Habercilerin: Amr İbn Ümeyye-i Damirî, Yelkencilerin: Hz. Şit.
m) Prof. Dr. Neşet Çağatay’ın “Bir Türk Kurumu Olan Ahilik” Kitabından
aa) Bazı “Esnaf Levhaları”
Bir Aşçı dükkânında:
“Her taamın (yemeğin) lezzeti ta ki dimağdan çıkar,
Tuz ekmek hakkını bilmeyen âkıbet gözden çıkar.”
Bir Balıkçı dükkânında:
“Ehl-i aşka müptelâyım, neme lâzım kâr benim,
Mal ve mülküm yoktur amma kanaatım var benim.”
Bazı dükkânlarda:
“Dükkân kapusu Hak kapusu, Hakkına yalvar,
Çeşmim gibidir çeşmeleri, akmazsa da damlar.”
Bir dükkânda:
“İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah,
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah.”
Bir Muhallebici dükkânında:
“Her seherde besmeleyle açılır dükkânımız,
Hazret-i Şeyh Şâzelidir pîrimiz üstadımız.”
Bir Berber dükkânında:
“Her seherde besmeleyle açılır dükkânımız,
Hazret-i Selman-ı Pâk’tır pîrimiz üstadımız.”
Bir Kasap dükkânında:
“Zalimin rişte-i ikbalini bir ah keser,
Manii rızk olanın rızkını Allah keser.”
Kiremitçilerde:
“Her seherde besmeleyle açılır dükkânımız,
Hazret-i Abdullah Mekkîdir pîrimiz üstadımız.”
Edirne’de Selimiye kapalı çarşısında:
“Her seherde besmeleyle açılır dükkânımız,
Hazret-i İbrahim Peygamberdir pîrimiz üstadımız.”
Bir Hamamda ve bir Saatçi dükkânında:
“Gelen gelsin saadetle,
Giden gitsin selâmetle.”
Bir klişehanede:
“Ehl-i sanat gıpta etmez kimsenin ikbaline,
Mal-i Karuna değişmez sa’yinin mahsulünü.”
bb) Esnaf ve Sanatkârlara Ait Bazı Dövizler
Bazı dükkân, han ve otellerde:
“Bu dükkân öyle bir dükkândır her ulusu bâsafa,
İçinde sakin olanlar çekmesin asla cefa
Bir gelen bir dahi gelsin demesin ki bîvefa.”
Bir başka levha:
“Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir,
Müptelâyı gama sorkim giceler kaç saattir.”
Bir başkası:
“Yâr-ı müşfiktir çalar saat beni agâh eder,
Ömrümün her saati geçtikçe bir kez ah eder.”
Bir başkası:
“Saatin beyhude sanma nalevü feryadını,
Ömr-ü insanın gelüp geçtiğini ihtar eder.”
* * *
n) HACIBEKTAŞ’IN, NEVŞEHİR’DEN ALINARAK;
YENİDEN KIRŞEHİR’E BAĞLANMASI GÖREVİ
Kırşehir, Osmanlı yönetimi döneminde, Karaman eyaletine bağlı bir sancak idi. Hacı Bektaş-ı Velî’nin makamının bulunduğu Suluca Karahöyük, şimdiki Hacıbektaş ilçesi de; yüzyıllarca Kırşehir’e bağlı idi. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti büyük bir çoğunlukla iktidara gelmekle birlikte, rahmetli Osman Bölükbaşı’nın başkanı olduğu Millet Partisi, seçimlerde bu ildeki bütün milletvekilliklerini tek başına kazanmaktaydı.
Bu durumu önlemek isteyen DP, 1954 yılında, hem buna bir önlem, hem de bir çeşit ceza olarak, Kırşehir’i ilçe; onun ilçelerinden Nevşehir’i de il yaptı. Kırşehir’i ve öbür ilçelerini de Nevşehir’e bağladı. Tarihte Kırşehir, yüzyıllardan beri önemli bir yerleşim merkezi iken, Nevşehir, daha önce Muşkara adıyla, çok sıradan önemsiz bir kasaba idi. Bir tek ve bir defaya mahsus, 1718-1730 yıllarında Damat İbrahim Paşa’nın Sadrazamlığı döneminde, adı da Nevşehir’e çevrilerek önem kazandı. Ama Lâle devri’nin bitimiyle İbrahim Paşa’nın ikbali de sona erdiği gibi, uzun yıllarca, Nevşehir yine sönük bir yerleşim merkezi olarak kaldı. İşte, 1954’te Nevşehir’in il, Kırşehir’in de ilçe yapılarak; ikinci ve son derece önemli olanın; sıradan olan birinciye bağlanması, tarihsel bakımdan, bir yönüyle buydu.
Ama çok daha önemli olarak; Kırşehir’in Ahi Evren’i ile Âşıkpaşa’sı, Hacıbektaş’ın, Hacı Bektaş-ı Veli’si ile çok önemli bir beraberlik meydana getiriyorlardı ve bu birlikteliğin, Anadolu’daki Türk birliğinde çok önemli bir yeri vardı. Kısaca, bu Türk büyüklerini ayırmak; gerçekte Anadolu’daki Türk birliğine bilerek ya da bilmeyerek çok ağır bir darbe indirmek demekti.
İşte siyasal nedenlerin yanında başlıca bu nedenlerle, yapılan değişiklik, büyük eleştirilere ve hoşnutsuzluğa neden oldu. Bunun sonunda da, yeni durum çok sürmedi ve Kırşehir üç yıl kadar sonra yeniden il yapıldı. Bu ikinci değişiklikte, ilçelerinin bir bölümü, özellikle de Hacıbektaş, yeniden Kırşehir’e geri verilmedi; ama bu durum Kırşehirliler, Hacıbektaşlılar ve Kırşehir’e bağlanmayan öbür ilçeler sakinleri dışında, genellikle dikkatlerden kaçtı ve sorun da görünüşte kapanmış oldu.
Biz, Kırşehir’e ilkin, 1980 yılında, o zamanlar Eylül ayında yerel olarak yapılan Ahilik kutlamalarına katılmak üzere gittik. Kutlama proğramında Hacı Bektaş-ı Veli ziyareti de vardı ve oraya da doğal olarak büyük istekle gittik. Ama, büyük bir şaşkınlıkla, Hacıbektaş ilçesinin, Kırşehir’e değil, Nevşehir’e bağlı olduğunu gördük, öğrendik. Biz bunu, o gün de, bugün de asla kabul etmedik, edemedik.
Bu kabul etmeyişimiz, öncelikle, Ahi Evren Velî ve Âşıkpaşa ile Hacı Bektaş Velî’nin ayırdedilmiş olması bakımındandı. Bunun nedenine kısaca yukarıda değindik. Bize göre bu; hem kutsal Türk büyüklerine, hem de Anadolu Türk birliğine karşı bilerek ya da bilmeyerek işlenmiş, mânevî bir cinayetti. Öteyandan, Hacıbektaş’lıların Nevşehir’e hiçbir zaman ısınamadıklarını; buna karşılık, Kırşehir ile birlikte Kırşehirlileri öz kardeşleri gibi sevdiklerini; Kırşehirlilerin de onlara karşı aynı sevgi duygularına sahip olduklarını, hem o yöreye her gidişimizde, hem de İstanbul’daki ilişkilerimizde sürekli olarak gördük.
Bu görüşümüzü hiçbir zaman salt kendimize saklamadık, her fırsatta ortaya koyduk ve bu konudaki büyük yanlışlığın giderilmesine çalıştık. Sorunu ilkin, İstanbul’daki, daha sonra Ahi Vakfını kurmuş olan Kırşehirli iş adamlarına hem sözlü, hem de yazılı olarak anlattık. Her anlatışımızda bize büyük coşku ile katıldılar.
Uzun bir süre her yıl, İstanbul Ahilik Haftalarında, İstanbul Esnaf Birliği’nin Ahilik Danışmanı olarak; Başkan’ın yaptığı konuşmalara, özetle, “Hacıbektaş’ın yüzyıllar boyunca olduğu gibi yeniden Kırşehir’e bağlanması davamızı bu yıl da ifade ediyoruz” sözleriyle koyduk ve bu istek, o toplantılarda bu büyük kuruluş adına yıllarca dile getirildi.
Daha da etkili olarak; Cem Dergisi’nin, Kasım 1992 tarihli, 18. sayısında yayınlanan “Hacı Bektaş, Kırşehir ve Menderes’in Dramı” başlıklı, dört büyük sayfa tutan yazımızda konuyu bir kez daha dile getirdik. Bu yazıya şöyle başlamıştık:
“Hacıbektaş ile Kırşehir, Türkler’in Anadolu’ya yerleşmesinden ve özellikle, ‘Kırşehir Üçüzleri’ denen Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evren ve Âşıkpaşa ile onların çevresinde toplananların, Türklüğü bu topraklarda kopmazcasına kökleştirmelerinden beri, ettırnaktan da ileri birbirine kaynaşmış bir İlçe ve İl Merkezidir.
Ne var ki, bir ulusal politika olarak, sözde çok özen gösterilen Orta Anadolu’da, özellikle bu kalbimiz, beynimiz durumundaki Mânevî Merkez, son olarak 1954 yılından bu yana, yeniden parçalanmış, tahrip edilmiş, sonra da bu yıkım sözde onarılmış, gerçekte ise sadece onu unutmamıza, dayatılan yeni duruma alışmamıza çalışılmıştır”.
Daha sonra, o sırada, Demokrat Parti’yi yeniden kurmaya girişen, merhum Adnan Menderes’in küçük oğlu Aydın Menderes’in, bu çabasında Ahiliği de bir malzeme yapacağını işittiğimizden söz ederek; Menderes ailesinin, Ahilik’ten, Lonca’dan söz edebilmek için ilkin iki bakımdan, doyurucu bir biçimde özür dilemesi gerektiğini belirtmiştik.
Bunun ilk bakımını, yukarıda da değindiğimiz gibi özetle şöyle açıklamıştık: “Rahmetli Menderes, Celâl Bayar’ın baskı ölçüsündeki teşviki ile, Ahiliğin merkezi olan Kırşehir’i ilçe yapmış, onun ayrılması düşünülemez ilçesi Hacıbektaş’ı da diğer ilçeleri ile birlikte ondan ayırmış, sonra da onu yeniden il yaparken, özellikle Hacıbektaş’ı ona yeniden katmamış, bu ağır suç ve büyük günah olan ayırma operasyonunun giderilmesi için de hiçbir şey yapmamıştır.
İkinci olarak ise, merhumun (A. Menderes’in) Ahilik, Lonca konularında ne kadar ‘Batı’cı ve aykırı bir biçimde koşullanmış olduğunu çok daha önceden açıklamış olması bakımındandır. Birincisini bütün Türkiye ve dünya bildiği gibi, bu ikincisini de en yakın bir arkadaşı, hem de kendisini ölümünden sonra aklamak, ona yapılan haksızlıkları biraz olsun gidermek için yaptığı bir yayını ile belgelemektedir. Bu yakın arkadaş, merhum (eski DP’li Bakan) Samet Ağaoğlu ve bu belge de kendisinin ‘Arkadaşım Menderes’ adlı eseridir (S. Ağaoğlu, Arkadaşım Menderes, İst. 1967. s. 13-15).
Samet Ağaoğlu, bu eserin belirttiğimiz sayfalarında; Menderes ile ilk karşılaşmasını anlatırken, rahmetli ‘Memduh Şevket Esendal’ın Mistik Loncacılığı ile karışık Saracoğlu Şükrü’nün Nasyonal Sosyalizme hafiften özentili Milliyetçiliği’ yorumlarını da yaparak, 1940’lı yıllarda çıkarılan, ‘Ticaret ve Sanayi Odaları, Esnaf Odaları, Ticaret Borsaları Kanunu’ hazırlıkları sırasında, henüz CHP milletvekili olan rahmetli Menderes’in bir Komisyon toplantısında, ‘Biz millî ve tarihî müessesemiz loncaları canlandırıyoruz diyorlar. Lonca mı, değil mi bilmem, yalnız gördüğüm, karşımıza gelenin düpedüz bir korporasyon olduğudur. Faşist korporasyon, nasyonal sosyalist korporasyon! Bizi nereye götürmek istiyorlar?’ diyerek, DP’li Ağaoğlu’nun kendisinin de ‘mistisizm’ olarak ve aşağılayıcı bir biçimde nitelediği Ahilik kaynaklı Loncacılığımız ile bağlantılı olarak sunulan ve sahipsiz kalan esnafımızı da kapsayan bir yasa tasarısını nasıl ağır bir dille eleştirdiğini övgüyle anlatıyor. Şunu da belirtelim ki, bu yasa çıkmış ve tüm uygulamasıyla, başka kimsenin faşizm ya da benzeri bir suçlama ya da nitelemesine uğramamıştır”.
Yazımızda sonra şöyle demiştik:
“Hacı Bektaş’lara, Ahi Evren’lere Saygısızlık İyi (Tekin) Değildir
Yeterince bilmeyenler için, geciktirmeden söyleyelim, Hacıbektaş 1954’ten beri, kendisine her bakımdan uzak olan Nevşehir iline bağlı bulunmaktadır. Yüzyıllardan beri kaynaşmış olarak, tüm tarihlerde (başta; ‘Hacı Bektaş-ı Veli Vilâyetnamesi’nde) de yazılı bulunduğu gibi derin bağlarla bağlı olduğu Kırşehir’den koparılmış, gurbette, bu ayrılığın biteceği günü beklemektedir.
Bu konuda derece derece hepimize görev düşüyor. Kanımca ilkin Sayın Aydın Menderes ile Sayın Osman Bölükbaşı ve geçmişin bu karşıt siyasal geleneklerinin yandaşlarına, çok ivedi olarak görev düşmektedir. Aydın Bey’in, Rahmetli Babası’nın da değindiğimiz etkenlerle işlediği ve ecelini getiren nedenlerden olan bu meş’um saygısızlık suçu için Yassıada’da bizzat ve şaşarak, “FAHİŞ HATA”(Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, 3. cilt. İst. 1968. s. 267) diye teslim ve kabul ettiği bu konuda, içtenlikle özür dilemesi, kendisi için de gerekli ve önemli iyi bir başlangıç olabilir.
Öteyandan, sayın Osman Bölükbaşı da, belli yıllarımızı kapsayan siyasal uğraşı vesile edilerek böyle istenmeyecek bir sonucun ortaya çıkmasını gidermek konusunda bugün de kanımca bir şeyler yapmak ve söylemek durumundadır (Rahmetli Bölükbaşı bugün ölmüş bulunuyor. Söylediğimiz konuda bir şey yaptığını ya da söylediğini işitmedik. Allah rahmet eylesin. Aydın Bey’in de bunca yıldan sonra bir şey yapmasını düşünemiyoruz).
Tüm Kırşehirliler, Hacıbektaşlılar, o merkezlere bağlı tüm canlar, kardeşlerimiz de. Hepimiz bu konuda kültürel, ulusal bir görev karşısındayız. Kırşehir il merkezi ile Hacıbektaş ilçesi halkının birbirini ne kadar sevdiği, derin tarihsel, mânevî bağların ne kadar giderilse bugün de canlı olduğu, ilgililerce yeterince bilinmektedir. Yeniden yoklanıp saptanabilir de(..).
Kuşkucu tutumum hoşgörülsün, kutlamalar resmîleştikten sonra, belli bir ruhsuzlaşma da kendini göstermiş bulunmaktadır. Öteyandan Ankara’da tarihimizle taban tabana zıt olarak yapılan uydurma şed kuşatmalar da dejenerasyonu hızlandırmış bulunuyor(..).
Sonuç:
a. Görünen köy kılavuz istemez, en başta Hacıbektaş, Kırşehir’e geri verilmeliydi, verilmelidir. Onların bağı tarihten ve Mâna’dan geliyor. Kırşehir Üçüzleri’ni baştan belirttik, onları ayıranlar, bunun vebalini, işlenen ‘Fahiş hata’nın kapsamını belki Yassıada’da da gereğince anlamadılar. Onların başlarına neler geldi, ne dramlar yaşandı, neden onları izleyenler olsun, hiç ibret almıyorlar? Neden içtenlikli ya da içtenliksiz dövünenlerin kendilerine ettiklerini hiç görmeyip, salt vesileler ile uğraşıp duruyorlar? Biz İstanbul’lardan o kutsallıkları düşünüp titriyoruz, oralarda, başka yerlerde oturan asıl ilgililerin, (M. Akif’in dediği gibi: “Dilim kurusun”); kulakları mı mühürlenmiş, gözleri mi perdelenmiş acaba?..
12 Eylül öncesinin Birlik partilileri, mebus pazarları’nda AP’ye, daha sonra Seçim Pazarları’ndan CHP’lileri atlayıp SODEP’e, SHP’ye, şimdi yeniden işlerine gelince CHP’ye geçenler, geçecek olanlar, onlar neden bu sorunu göremediler? Göremediler çünkü politikada, milletvekilliğinden, genel, yerel meclis üyeliğinden, iktidar koltuklarından, sorunlara sıra kolay gelmiyor, sorunlar gerçek olarak görülemiyor da ondan.
b. Şimdi her yerde ilçeler il yapılıyor, HACIBEKTAŞ da il olamaz mı acaba? İlgililer ne diyor bilmiyorum. Ahilik Haftası’ndaki konuşmamda değinmiştim, dinleyenler epey tuttular. Belki sorundan biraz olsun kurtulmayı düşünenler de olmuştur, bilemiyorum. Ne yapalım, Hacıbektaş, Kırşehir’e bağlanmazsa, bağımsız olması daha iyidir. Ama ister ceza, ister ödül verilsin, Hacıbektaş ile Kırşehir’in kopamayacağı, ilçe ve il olarak ise, ancak birbirlerine yakışacağı kuşkusuzdur(..).
Hacı Bektaş, Ahi Evren, Âşıkpaşa, (eğer coğrafyada da oralıysa: Yunus Emre), birbirinden ayrılamaz. Gelin yanlışlarımızı tez onaralım. Birliğe, değerde azlık, sayıda çokluktan değil, değerde çokluk, sayıda azlıktan, Birlik’ten başlayalım. Haydin Bismillâh…”
Bu yazı, hem Kırşehir’den, hem de Hacıbektaş’tan büyük ses getirdi. Hacıbektaş Belediye Meclisi’nde, Kırşehir’e katılma kararı alındı ve iki merkezde de bu konuda kampanyalar açıldı, ama ne yazık ki, bu kampanyalar gereğince örgütlenemedi, bu savaşımda sebat edilemedi ve istenen sonuca ulaşılamadı.
Bundan birkaç yıl sonra, her yıl Ağustos ayında Hacıbektaş ilçesinde yapılan törenlere konuşmacı olarak çağırıldım ve konuşmamda bu konuyu da önemle dile getirdim. Benim bildiğim kadarıyla, izlemeye gelen Kırşehirli bir gazeteci konuşmamı gazetesinde gereken önemi vererek yayınladı, ama bu çabalar da orada kaldı. Her seçimde Kırşehir’den bunca milletvekili seçiliyor. Onlardan bir teki olsun, bu konuyu ciddî olarak üstlense, fikr-i takip gösterilse, bunun sonunda ya da doğrudan, örneğin TBMM’de temsil edilen güçlü bir siyasal parti bu yanlışı düzeltmeyi ele alsa idi; inanıyorum ki, bu sorun şimdi çözümlenmiş olurdu. Bu konu, Ahiliğin de, Türkiye’nin de önemli bir yarasıdır. Onun çözümlendiğini görecek olanları şimdiden kutluyor ve bu konuda çalışılmasını önemle öneriyoruz.

C) YİĞİTLİK, CESARET VE YAŞAM ÜZERİNE:
AHİLİK; HERKESE, HER ZAMAN GEREKLİDİR!..
Ahilik, o kadar geniş kapsamlı bir gerçek ki; en çok araştırıldığı, konuşulduğu ve bilindiği sanıldığında da, onunla ilgili olarak, daima, hem de epey önemli eksiklikler kalıyor. Hattâ, hem de pek iddialı araştırıcılarca; Ahiliğin en önemli yanlarının bile anlaşılmamış olduğu görülebiliyor. O nedenle, hemen her zaman ve özellikle bu çalışmada; bu noktaya sık sık değinmek, uyarıda bulunmak zorundakalıyoruz.
Birinci Bölüm’ün en başta ele aldığımız bu başlığı altında, ilkin; Ahilik teriminin en önde gelen anlamının; “Fütüvvet: Yiğitlik” olduğunu bir kez daha belirtmemiz gerekiyor. Arapça: “Feta” teriminin, “Yiğit” anlamına geldiği; “Fütüvvet” kavramının da, bu terimden kaynaklandığı; artık hiç değilse, ilgili herkesçe biliniyor.
“Sokrat ve Eflâtun’dan Günümüze Ahilik” kitabımızın temel konusu, Ahiliğin bu, “Yiğitlik” kavramı idi. Tekrar da olsa; Ahiliğin, “Yiğitlik” anlamını, konunun iyi anlaşılması bakımından, bu kitabımızın başında da, kısaca belirtmemiz gerekiyor. Bunu da, hem konunun iyi anlaşılması, hem de Ahiliğin; “Hak al; Hak ver!” temel ilkesine de uyarak, bu konuda, Filozof Eflâtun’un (Yunanca söyleyişle, Platon’un), 2500 yıldır aşılamamış olan açıklamalarına başvurarak yapmaktan başka bir yol düşünemiyoruz.
Burada andığımız, bu konudaki ilk kitabımızda da, bugün de “Ahiliğin Mânevî Merkezi” dediğimiz ve öyle bildiğimiz Kırşehir ilimiz, son yüzyıllarda adeta unutulmaya yüz tutmuş olan Ahiliği bütün bu uzun zamanlar boyunca canlı tutmakla, insanlığa son derece büyük bir hizmette bulunmuştur. Bu hizmet hiçbir zaman azımsanamaz.
Kur’an’da “Feta” (Yiğit) kavramı vardır ve dört yerde geçer. Eğer bilerek ya da bilmeyerek, “Vahiy” iddiasında isek; evet Kur’an, vahiy’dir. Ondaki “Feta” kavramı da vahiydir. Ama iddianın haklılığı burada biter. Demek istiyoruz ki, Kur’an dışında, hem de Hz. Muhammet’ten sonra, başka bir kimseye, Kırşehir’deki birisine ya da başka bir yere, başka bir kimseye, geniş anlamda değil, dar anlamda; Vahiy inmiş değildir.
“Sokrat ve Eflâtun’dan Günümüze Ahilik” kitabımızda Vahiy için geniş anlamdaki; “Allah’ın insanlara, gündemlerine alamayacakları şeyleri söylemeyeceği ve dinin evrim geçirmiş olması da insanın gelişim düzeyi ile ilgili olduğu” görüşümüzde bir değişiklik yoktur. Öte yandan, Ahi Evren de; hiçbir Ahilik önderi de, dar anlamda bir vahiy iddiasında bulunmamıştır. Tüm bilim ve felsefede olduğu gibi, burada da Gelişim; Evrimini sürdürmektedir.
Öteyandan, Kur’an’daki vahiylere gelince; bunlar da tümüyle, önceki hazırlıklar olmaksızın, insanlığa ilk olarak ve bir defada gelmiş değildir. İşte “Yiğitlik” kavramına da insanlık; pekçok kavram gibi, Kur’an’dan çok daha önce ulaşmıştır ve onu Filozof Eflâtun; büyük bir olgunluğa kavuşturmuştur. Öteden beri üzerinde hiç durulmaksızın, yanlış bir şekilde kabul edilmiş olan bu sorunu böylece aştıktan sonra; Eflâtun’un Yiğitlik açıklamasını, kısaca özetlemeye geçebiliriz.
Andığımız, 2000’de yayınlanan kitabımızda da belirttiğimiz gibi Eflâtun, Devlet adlı eserinde; insanın, tek kişinin; devlet ile benzerliği açıklamasını yaparak ve bu benzerlikten hareket ederek; mükemmel, olgun bir devlette ya da kişide bulunması gereken ilkeleri; “Bilgelik, Yiğitlik, Ölçülülük ve Doğruluk” olarak belirlemektedir (22).
Bunlardan “Yiğitlik” kavramını da ayrıca ele alarak, “Lakhes (Yahut Cesaret)” adıyla
Türkçe’ye çevrilen diyaloğunda incelemektedir. Şunu da söyleyelim ki; bu diyaloğun Türkçeye çevrilişinde kanımca önemli, felsefecil bir yanlışlık yapılmıştır. Bu konuyu aşağıda
  • Eflâtun, Devlet, Çev. Sabahattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz, Remzi Kitabevi, 1958, İstanbul. s. 182. (427 e).
ayrıca ele alacağım. Eflâtun’un bütün diyaloglarında olduğu gibi, Diyalogun baş kişisi olan
Sokrat (Sokrates); burada, başlıca Lakhes ile tartışarak, Yiğitlik ya da Cesaret’i araştırırken, söyleşinin çok önemli bir yerinde şunları söylüyor:
“Dedim ya! Kabahat bende oldu; ben iyi soramamışım, sen de onun için iyi söyleyemedin.
Benim senden öğrenmek istediğim şu idi: yalnız piyadelerde değil, atlılarda, her türlü
askerde cesaret nedir? Yalnız savaşa girenlerde değil, denizin tehlikelerine göğüs
gerenlerde, hastalığa, yoksulluğa, siyasetin dönüşü yüzünden başa gelenlere yiğitlik
gösterip dayananlarda cesaret nedir? Şunu da katayım: yalnız acıya, korkuya yiğitlik gösterenlerde değil, arzularına, zevklerine karşı koyanlarda görülen cesaret, ister dayanmakla, ister kaçmakla gösterilen cesaret nedir? Öyle kimseler arasında da cesaretli olanlar çok değil mi Lakhes?
Lakhes: Hem de pek cesaretli denecek adamlar vardır; Sokrates” (23).
Eflâtun konuyu burada bize göre en derinliğine inceliyor. Sonra, Yasalar adlı eserinde de; Giritli Kleinias, Ispartalı Megillos ve öbür diyaloglardaki Sokrates’in yerini tuttuğu anlaşılan ve sadece “Atinalı” denen, adı verilmeyen kişi arasında geçen konuşmalarda; konuşmacılardan Giritli Kleinias’ın şu sözleri ile başlayarak konuya katkıda bulunuyor:
“Bence (yasa koyucu), her kent için bütün kentlere karşı yaşam boyu sürekli bir savaş olduğunu anlamıyorlar diye, çoğunluğun akılsızlığını kınamak istemiştir (..). Çünkü çoğu kişinin barış dediği şey, bir addan öte bir şey değildir, gerçekte bütün devletlerin bütün devletlere karşı, ilân edilmemiş de olsa, doğa gereği bir savaşı vardır”.
Daha sonra yine Kleinias, sözlerine şöyle sürdürüyor:
“Bizim, herkesin herkese karşı toplumsal olarak, özel olarak da kişinin kendine karşı düşman olduğunu söylerken doğru söylediğimizi daha kolay anlayacaksın (..). Kendi kendini yenmek zaferlerin en başta geleni ve en güzelidir, kendine yenilmek ise bütün bozgunların en çirkini ve en kötüsüdür. Bu, hepimizin içinde kendimize karşı bir savaş olduğunu gösterir.”
Konuşmanın daha ilerisinde sözü alan Atinalı şunları söylüyor: “İki türlü savaş vardır, biri az önce söylediğimiz gibi, bütün savaşların en kötüsü olan ve hepimizin ayaklanma dediğimiz savaştır, ötekini de başka ırktan dış düşmanlara karşı yapılan savaş olarak saptayacağız ki bu sonuncusu öncekinden çok daha az çetindir.”
Söyleşi, bazı konuşmalardan sonra şöyle sürüyor: “Atinalı: Pek güzel anlattın Ispartalı
yabancı. Ama söyle bakalım: neyi yiğitlik diye tanımlayacağız? Basitçe yalnız korku ve
acıya direnç olarak mı almalı, yoksa arzulara, hazlara ve ciddî olduklarına inananların yüreğini bile balmumu gibi yumuşatan okşayıcı sözleri de kapsamalı mı?
Megillos (Ispartalı): Sanırım böyle, bunların hepsini.
Atinalı: Daha önce dediklerimizi anımsıyorsak, dostumuz herhangi bir kentin ya da bireyin kendine yenilebileceğini söylüyordu. Öyle değil mi, Knossoslu yabancı?
Kleinias: Evet öyle.
Atinalı: Öyleyse şimdi, acılara mı yenilene, yoksa hazlara mı yenilene kötü diyeceğiz?
Kleinias: Bence hazlara yenilen daha kötüdür, nitekim hepimiz hazlara yenik
düşenin acılara yenik düşenden daha utanılacak biçimde kendine yenildiğini söyleriz.”
Bazı konuşmalardan sonra Atinalı şöyle bir toparlama yapıyor:
“Hoş olmayan bir şey yapar ya da söylersek, adımızın kötüye çıkacağını düşünerek
itibarımızın sarsılacağından korkarız; bu korkuya biz ve sanırım herkes de ‘ar
duygusu’ der (..). O halde, yasa koyucu ya da daha önemsiz herhangi biri bu korkuya en
büyük değeri verir; buna ‘utanma’ diyerek, karşıtını da ‘küstahlık’ ve ‘utanmazlık’ diye
adlandırır, bunu bireysel ve toplumsal olarak en büyük kötülük saymıştır (..). Nitekim,
23- Eflâtun, Lakhes yahut Cesaret, Çev. Nureddin Şazi Kösemihal, 2. bs. Maarif Basımevi, İstanbul, 1958. s. 22, (191 de).
zaferi sağlayan iki şey vardır: düşman karşısındaki gözü peklik ve dostlar karşısında
utanma korkusu” (24).
“Yiğitlik” konusunda bu açıklamalardan daha iyisini düşünemiyoruz. Burada onun sadece
düşmanla fizik mücadeledeki gözü peklik ve başarı değil, aynı zamanda ve daha çok da,
erdemler konusundaki başarı ve kötü şeyleri yapmaktan kaçmak olduğu da, insanın içinde bir savaşın sürüp gittiği de, bu savaşın pek çok yönleri de kısaca anlatılıyor.
Buradan, kısaca olsun, Cesaret konusuna geçmek istiyoruz. Lakhes diyaloğunun çevirisinde, hem Yiğitlik, hem de Cesaret sözcüklerinin kullanıldığını görüyoruz. Sözcüğün
Yunancadaki karşılığı, Andrea’dır. Bizde, anlam farkı, nüans yüklenmiş sözcükler hiç de az değil. Biz, Yiğitlik sözcüğünü daha çok fizik dövüş bakımından gözü peklik ve Cesaret sözcüğünü de, mânevî yiğitlik anlamında kullanıyoruz. Ahilik ise, bu anlamların ikisini birden karşılıyor ve ahlâkı da tümüyle kapsayarak, onları aşıyor.
Eflâtun’un Devlet diyaloğunda, dört erdemi sıralayışının ve özellikle de en başa, “Bilgelik”i almasının da çok önemli bir anlamı var. Bilgelik, erdemliliğin başıdır. Örneğin; Bilge olmadan, yiğit olan kişi, gerçekte “Yiğit” değildir. Bilge olmadan yiğitlik gibi görünen işler yapan, çokça, kaba güç kullanmaktadır ya da öyle olması olasılığı vardır ve bu olasılık fazladır. Kısaca; kişinin her şeyden önce, “Kendini Bil”mesi, insan olması gerektir. Öbür ilkelerin sıradaki yeri de raslantı değildir. Bilge ve yiğit olmadan kişi, “Ölçülü” olamaz. “Doğru” olmak için de, bilge, yiğit ve ölçülü olmak gerektir.
Şimdi, günlük yaşam bakımından bir sorunla karşı karşıyayız. O da şu ki, Ahilik dediğimiz zaman Yiğitliği düşünüyoruz ama, Cesaret ve tümüyle ahlâkı, hemen hiç düşünmüyoruz. bu eksiğimize dikkat çekmek ve onun giderilmesine yardımcı olmak istiyoruz. Ahilik teriminin karşılığı olarak Cesaret ve Ahlâk’ı düşünmediğimiz zaman, onu eksik olarak düşünüyoruz demektir. Ahiliği, Cesaret anlamı ile birlikte düşündüğümüz ve bu anlamı ile de karşıladığımız zaman onu doğrudan Hayat’ın içine almış oluyoruz. Aksi takdirde Ahilik, tıpkı yakın zamanlara kadar Ahi Evren’in sadece bir efsane kişisi olarak kabul edilmiş olması gibi, salt efsanevî olarak kalır.
Böylece biz bu çalışmamız ile Ahiliği, Hayat’ın dışında bırakmıyor, onu Hayat’ın içine almış oluyoruz. Ama kabul ediyoruz ki, bu aşamada salt böyle bir görüşü ortaya koymakla bu konuda sadece bir girişimde bulunmuş oluyoruz. Bu görüş kabul görür ve yaygınlaşabilir ise, Ahilik işte ancak o zaman hayata doğru bir adım daha atmış olacaktır. 21. yüzyılda böyle bir adımın atılabilmesi son derece önemlidir. Çünkü Ahiliğin toplumda rahatlıkla nefes aldığı ve ona egemen olduğu zaman ile günümüz düşünce ve koşulları birbirinden tümüyle farklıdır.
Şöyle ki Ahilik; bencil olmayan, cömert, toplumcul bir görüş, bir yol, bir yaşam biçimi’dir. Bugün ise tümüyle bencil bir dünyada yaşıyoruz. Bütün bir dünya olarak, Kapitalist sistem’in egemen olduğu bir çağda bulunuyoruz. Bu çağa; “Bırakın yapsın!..” çığlığı ile girdik. Burada kapitalistin, “yapması” için bırakması gereken; her şeyin başında “Ahlâk, Ahlâk kuralları” idi! 17., 18. yüzyıllarda, Liberal Kapitalizmin akıl hocaları için; önerilen yeni düzeni engelleyen; ahlâk kuralları, bağları idi.
Bizler bu çağın insanları olarak; Ahiliği, onun sürmesini, güçlenmesini, acaba kendimizi kandırmadan, gerçekten istiyor muyuz? En, “İstiyorum” diyenlerimiz: Acaba istiyor musunuz, istiyor muyuz?.. Buna doğru bir yanıt vermek için yaşantımıza bakmak gerektir ve yeterlidir. İnsanlık ve biz, yüzyıllardır, Ahiliğin aksine bir yol tutmuş, başımızı almış gidiyoruz.
Ama karamsarlıkla hiçbir yere varamayız. Bizim burada yaptığımız sadece bir durum saptamasıdır. O saptamadan sonra yapacağımız şey, yine yolumuza devam etmektir. Hem de
tüm iyimserliğimizle. Bunun için ilkin şöyle deriz: Cesaret de, Yiğitlik de, Hayat içindir. Bir
adım daha atarak şöyle demek gerektiğini de görürüz: Hayat, Yaşam; Yiğit, Cesur
24- Eflâtun (Platon), Yasalar, Çev. Candan Şentuna-Saffet Babür, Kabalcı Yay, 2. bs. 1998, İstanbul. 1. Cilt, s. 31.
olanlarındır. Gerçekten yaşamın, onu üretmenin, daha doğrusu adım başında yeniden
üretmenin, sürdürmenin en baştaki gereği Yiğitlik, Cesaret’tir. Her alanda yaşamın her adımı,
Yiğitlik, Cesaret: Ahilik ister.
Burada şu gerçek karşımıza çıkıyor: “Ahilik; herkese, her zaman gereklidir”. Demek ki Ahilik, salt bir, tarihten; geçmişten söz etme, övünme gerçeği değil; yüz yıllardır, belki de
hiçbir zaman, gerçek ve tüm kapsamıyla bilincinde olmadığımız; yaşamı taşıyan, onun
temelinde var olan, ve en başta gelen, vazgeçilmez bir gerçeğidir. Hem, haklı olarak, bu güne kadar hiçbir zaman, gerçek ve tüm kapsamıyla bilincinde olmadığımız; yaşamı taşıyan, onun
temelinde var olan, ve en başta gelen, vazgeçilmez bir gerçeğidir. Hem, haklı olarak, bu güne
kadar en önemli fütüvvetnamelerden kabul edilen, Necm-i Zerkûb Fütüvvetnamesi de; “Fütüvvet insanın ihtiyacı olan şeylerdir” diyor. Alâ-al-Devle-i Semnânî daha ileri giderek; “Hiç kimse yoktur ki fütüvvet huylarına muhtaç olmasın” diyor.
Daha en başta; Ahilik bir Öz, bir Cevher’dir, demiştik. Gerçekten, hepimizde bulunan Ahilik; bizi yaşatan, yaşamımızı sürdüren, her işimizde, çabamızda, bize güç veren Özümüzdür. Bu Öz’ü, Eflâtun’un ilgili Diyaloglarında nasıl belirtmiş olduğunu yukarıdaki
alıntılarımızda açık ve seçik olarak gördük. Ahilik Fütüvvetnameleri de bu gerçeği
yüzyıllardır gereğince pekiştirmiştir. Öyle ki, ona ekleyecek hiçbir şeye; artık gerek de, olanak da kalmamıştır.
* * *
D) FELSEFECİLERİN; EFLÂTUN’UN, AHİLİK: YİĞİTLİK AHLÂKINDAN
UZAKLAŞMASI VE BUNUN AHLÂKA OLUMSUZ ETKİSİ
Bu kitapta birçok kez; “Ahilik” kavramının temel anlamı, “Yiğitlik”tir ve Ahilik, bir “Yiğitlik Ahlâkı”dır, diyor; bu ahlâkın başka ahlâklardan farkını göstermeye çalışıyoruz. Sümerli atalarımızdan beri, çeşitli toplumlar içinden geçerek gelen ve Yunanlılarda; özellikle Sokrat, Eflâtun, Aristo, Stoalılar ve daha başkaları tarafından Felsefecil olarak işlenen bu “Yiğitlik ahlâkı”; Türk-İslâm toplumumuzda da, ilkin Farabî ve İbn-i Sînâ gibi iki büyük felsefe dehası, daha sonra da; İbn-i Miskeveyh, Yusuf Has Hacib, Ahi Evren ve daha başka Fütüvvet önderleri ve Fütüvvetname yazarlarının, hiç şaşırmaksızın, hep aynı “Yiğitlik: Fütüvvet” terimini kullanarak yaptıkları katkılar ile geliştirilmiş; ama ne yazık ki, özellikle Batı’’daki olumsuz gelişme ile de, dünyada ve bizde; bugünkü ahlâk durumuna varılmıştır.
Bu konu için, bu oldukça geniş ve yüklü girişi yaptıktan sonra; bu altbölümde, sadece; “Felsefecilerin; Eflâtun’un, Ahilik: Yiğitlik Ahlâkından uzaklaşması ve bunun Ahlâka olumsuz etkisi” sorunu çerçevesinde kalmaya ve bu konuyu açıklamaya çalışacağız.
“Yiğitlik Ahlâkı” konusunda biz; ne bir terim, ne de bir kavram karışıklığı görmüyoruz. Bunun nedenini anlatmak için, Eflâtun’dan günümüze kadar geçen dönemi kısaca gözden geçirelim. Bu terim, ilkin, binlerce yıl önce denebilecek bir dönemde; Eflâtun’un eserlerini ortaya koyduğu 2500 yıl öncesinde “Yiğitlik” olarak açıklanmış. Sonra, yine bu, “Yiğitlik” terimi, İ.Ö. 356-323 yıllarında yaşayan ve büyük fetihleriyle, Helenistik dönemi açan Büyük İskender ile başlayarak, bütün Ortadoğu ve Asya’ya yayılmış.
İ.S. 3. yüzyılda yaşayan Filozof Plotinus’un kurduğu Yeni Eflâtunculuk da bu terimi aynen yaşatmış ve yaymış. Sonra, gerek İslâm öncesi: Cahiliye döneminde, gerekse İ.S. 6. yüzyılda Hz. Muhammet’e gelen Kur’an’daki Arapça “Feta: Yiğit” ve bu terimden türeyen “Fütüvvet: Yiğitlik” terimi ile ve bu tarihte başlayan ve halen 1500 yılı aşmış olan İslâmiyet döneminde hemen bütün İslâm dünyasında yaşatılmış.
870-950 yılları arasında yaşamış olan büyük Türk Filozofu Farabî de bu terimi kullanmış, yaşatmış ve yaymış. Kısa bir zaman sonra 941-1030 yılları arasında yaşayan, “Farabî okulu”ndan, Filozof İbn Miskeveyh de yine aynen bu terimi kullanmış, yaşatmış ve geliştirmiş. Kısaca, İslâm tarihinde, yukarıda değindiğimiz gibi, Kur’an’daki Feta: Yiğit kavramından yürüyen bütün Fütüvvetçilik ve onu izleyen Ahilik hareketinde ve bu her ikisinin dayanağı olan Fütüvvetnameler’de de yaşayan ve yaşatılan, egemen terim ve kavram; “Yiğitlik” ve “Yiğitlik Ahlâkı”dır.
Ama şimdi, kuşkusuz dünyadaki olumsuz gelişmenin etkisiyle, özellikle yurdumuzda ne görüyoruz: Filozof Eflâtun’un; “Yiğitlik” konusunu başlı başına incelediği “Lakhes” diyaloğunun, o zamanlar (40’lı yıllarda, Hasan Ali Yücel’in ünlü, Klasik çevirileri devinimi zamanında), kitapta yazıldığına göre, “Ankara Gazi Lisesi Felsefe Öğretmenlerinden” olup, daha sonra Sosyoloji Profesörü olarak vefat etmiş olan rahmetli “Nureddin Şazi Kösemihal” tarafından yapılan Türkçe çevirisinde, ilkin “Yiğitlik” terimi esas alınmıyor. Sonra da kitabın birinci sayfasında iç başlık olarak, “Lakhes yahut Cesaret” deniyor ve hem de çeviri boyunca sürekli olarak, Yunanca terimin tek ve ana karşılığı imişce, “Cesaret” terimi kullanılıyor ve ancak bir iki yerde, o da bu terimi açıklamak için; çok yanlış olarak; “Cesaret”in bir nüansı imiş gibi, “Yiğitlik” terimine başvuruluyor!..
Öteyandan, aynı yıllarda Eflâtun’un “Devlet” adlı eseri de Yunanca aslından çevrilmeye girişiliyor, ama bu girişim, eserin ilk dördüncü kitabından öteye gidemiyor. Sonra, 1958 yılında, Sabahattin Eyüboğlu ile M. Ali Cimcoz, Devlet’i Türkçeye çevirerek, Remzi Kitabevi’nden yayımlıyorlar. Bu eserde, başlıca 4. kitapta geçen “Yiğit” ve “Yiğitlik” terimleri, hem de ısrarla, hemen hiçbir yanlışlığa düşmeden, doğru olarak kullanılıyor. Bu ısrarlı doğru kullanımı kısaca görelim.
Terim ilk olarak, orijinal metnin 427 e paragrafında, sonradan, Fütüvvetnamelerde de yüzyıllarca klasikleşmiş olan “Dört İlke” içinde; Yunanca “Andreia” sözcüğü, Türkçeye “Yiğit” olarak çevriliyor.
Sonra yine aynı orijinal metnin 429 a ve b paragraflarında aynı sözcük, yine doğru ve “Yiğit” sözcüğü olarak çevriliyor. 429 c paragrafında üç kez geçen terimin birincisinin çevirisi, “Yiğit” teriminin bir eşanlamlısı, daha doğrusu nüansı olan, “Yürekli” sözcüğü ile; ikinci ve üçüncüsünün çevirileri yine doğrudan, “Yiğit” sözcüğü ile yapılıyor! 429 d paragrafında geçen aynı terim de yine “Yiğit” sözcüğü ile çevriliyor.
Orijinal metnin 430 b ve c paragraflarında yine üç kez geçen aynı terim de; aynı ustalıkla, hiçbir nüans denemesine ve fanteziye düşmeksizin; şaşırmaksızın, “Yiğitlik” sözcüğü ile çevriliyor ve böylece de bu çeviri görevi, kusursuz bir başarı ile yerine getiriliyor. Bu başarılarını çevirinin önsözünde şöyle açıklıyorlar:
“Ne var ki, yunanca bilmediğimiz, hem de Devletin rahat okunmasını istediğimiz için…” dedikten sonra, bir yerde de, “Yunanca metne hiç başvurmamış sayılmayız(..). Sıkıştığımız yerlerde, eski Yunancayı bilen dostumuz Azra Erhat’a bir kelime ya da bir cümlenin aslını kurcalattık” diyorlar. Biz de görüyoruz ki, onlar ve “eski Yunancayı bilen Azra Erhat” da; metnin karşılığı olan terimin, “Cesaret” ya da başka bir sözcük değil, “Yiğitlik” olduğunu böylece de açıklamış oluyorlar!..
Ama çeviri çabası şöyle devam ediyor: 70’li yıllarda, Hürriyet gazetesi, değerli felsefeci, rahmetli Selâhattin Hilâv’ın yönetiminde “Büyük Klasikler” adlı bir seri kitap yayınlıyor ve bu seride, Eflâtun’un kitapları önemli bir yer tutuyor. Bu arada buradaki konu ile ilgili olmasa da, hem bizim görüşümüz ile tıpatıp uygunluğu, hem de bu kitapta, bu konuya bir bölüm ayırarak görüşümüzü yeterince genişliğine savunmuş olmamız bakımından, şu önemli noktayı da özellikle belirtelim ki; 1958’de, Remzi Kitabevi’nden yayınlanan çeviride Eflâtun’un adı, Hasan Ali Yücel’in “Klasikler” serisinde de olduğu gibi nasıl, “Platon” değil, “Eflâtun” olarak yazılmış idiyse, burada da yine “Eflâtun” olarak yazılıyor!..
Konumuzu izleyerek, 1973 yılında bu seriden, 5. kitap olarak, Hüseyin Demirhan’ın çevirdiği, Eflâtun’un, “Devlet” adlı eserinin yayınlandığını görüyoruz. Bu çeviride, Eyüboğlu-Cimcoz çevirisindeki; “Yiğit” sözcüğünün nasıl yazıldığına bakıyoruz. Bu kez burada da, Yunanca sözcüğün karşılığı olarak, ne “Cesur” ne de Yiğit” denmeyip, sürekli olarak, “Yürekli” ya da “Yüreklilik” dendiğini görüyor ve bir felsefe eserinin çevirisi olması yönünden; bu eşanlamlı sözcük kullanma fantezisini, merakını yadırgıyoruz.
Aynı “Büyük Klasikler”in 15. kitabı, “Eflâtun II” başlığını taşıyor. Bu kitap konumuzu, özellikle içinde, “Lakhes” diyaloğunun bulunması bakımından ilgilendiriyor. Diyaloğu çevirenin adı, Tanju Gökçöl, sağolsun, felsefe ile ilgili olmalı ama, bu konuda hiçbir şey bilmiyoruz. Bu çeviride de, aynen, H. A. Yücel’in 40’lı yıllardaki “Klasikler”inden, Kösemihal çevirisi olarak yayınlanan kitabın daha başındaki gibi; “Lakhes (Ya da Cesaret üzerine)” başlığı yer alıyor ve değişiklik olarak sadece; oradaki eski, “yahut” sözcüğünün yerine, “ya da” dendiğini görüyoruz!.. Çeviride temel terim de buna uygun ve sürekli olarak yine “Cesaret”tir ve gördüğümüze göre, onu anlatmak için, kuşkusuz bizce çok yanlış olarak; bir yerde “yiğitlik”, bir yerde de, “yiğitçe” sözcükleri nüans ya da eşanlamlı olarak kullanılmaktadır.
Lakhes diyaloğuna, “Yiğitlik” değil de “Cesaret” adını vermenin, ya da yunanca sözcüğü böyle çevirmenin; Batı dilleri ve düşüncesindeki, yukarıdan beri yer yer değindiğimiz olumsuz gelişmenin ürünü olduğunu, bizim çevirmenlerimizin de bu olumsuz gelişmeyi yinelediklerini düşünüyoruz.
Daha sonra, 1994 yılında, Kabalcı yayını olarak; Yunan dili Profesörü Dr. Candan Şentuna ile Felsefe Profesörü Dr. Saffet Babür’ün, Türkçeye birlikte çevirdikleri, Eflâtun’un, “Yasalar” adlı eserini ve böylece, Eflâtun’un eserlerinin Türkçe çevirilerinin en doğrusu diyebileceğimiz bir çalışma karşısında olduğumuzu görüyoruz.
Gerçi değerli Profesörler, son yıllardaki kurala uyarak, eserin sahibi olan Büyük Filozof’un Yunancadaki “Platon” adını kullanmış; örneğin, “Büyük Klasikler”de, rahmetli Selâhattin Hilâv yönetiminde yapıldığı gibi, bu kurala karşı gelmemiş, bin küsur yıldır İslâm düşüncesinin kurallaştırdığı, “Eflâtun” adını kullanmamışlar. Buna karşı biz 2000’deki yayınımızda yaptığımız üzere, burada, yukarıda da; Hasan A. Yücel, Sabahattin Eyüboğlu-M.A. Cimcoz, Selâhattin Hilâv gibi, İslâm düşüncesindeki kuralı izlediğimizi açıkladık. Ama kuşkusuz, bu nokta buradaki konumuz değil.
Eser, Türkçede Eflâtun’u anlamak isteyenler için derslerle dolu. Ama bu arada çevirenler, kırıcı olmamak mı istemişler, kimi çevirileri yapılmamış mı saymışlar bilemiyorum, en başa koydukları ortak imzalı oldukça kısa önsözde; “Karşıladığımız terimler açısından daha önceki Platon çevirileriyle büyük bir ayrılığımız olmadı” diyerek bazı temel kavram örneklerini nasıl karşıladıklarını veriyorlar.
Bunlar arasında kuşkusuz bizi en çok, burada da yukarıdan beri uğraştığımız; “Yiğitlik” kavramı ilgilendiriyor. Bu konuda, yukarıdaki paragrafa aldığımız girişten sonra kendi yerinde terimleriyle, “temel erdemler” ve bu arada bizim burada doğrudan ilgilendiğimiz erdem konusunda şöyle diyorlar: “sözgelişi temel erdemlerden(..),‘andreia’ya ‘yiğitlik’(..) dedik”.
“Önceki Platon çevirileriyle büyük bir ayrılığımız olmadı” demiş olmalarını sadece, “zülfü yare” pek dokunmak istememeleri olarak düşünüyorum. Orasını kendileri bilirler ama, daha önceki çeviriler de ortada, kendilerinin doğru olanların başında yer alan çevirileri de.
Biz, karşılanan “terimler açısından daha önceki Platon çevirileriyle”, özellikle de, çevirmen Demirhan’ın Devlet çevirisi ile çevirmen Gökçöl’ün Lakhes çevirisinde bizi ilgilendiren yerler bakımından, bu çeviri arasındaki ayrılığı; ilk ikisi yönünden büyük bir çile olarak yaşadık ve onlar hakkındaki eleştirel görüşlerimizi peşin peşin açıkladık.
İki çok sayın Profesörümüzün zevkle ilgilendiğimiz değerli çevirilerinin, birlikte imzaladıkları “Önsöz”den sonra, imzasız olarak yazdıkları “Giriş”te de özellikle konumuz bakımından, çok değerli açıklamaları ve bazı düşündürücü ve öğretici çelişkileri de var.
Örneğin, XII. sayfanın sonunda başlayan cümle şöyle: “Lakhes; Lakhes’in ‘cesaret, bilgiden bağımsız da olabilen bir ruh sağlamlığıdır’ savıyla Nikias’ın ‘cesaret, hem savaşta hem de her durumda korkulacak ve peşinde koşulacak şeylerin bilgisidir’ savı arasındaki tutarsızlıkla bitmektedir”.
Peki, Önsöz’ün sonunda, VII. sayfada, hem de çift imzalı olarak, “andreia’ya ‘yiğitlik’(..) dedik” dememiş miydiler ve Giriş’in XIX. sayfasında, hem de Politeia’yı kaynak vererek, “yiğitlik (andreia) aklın tehlikeli ve tehlikesiz dediği şeylerle ilgilidir” ve XXII. sayfasında da, yine aynı kaynağa dayanarak, “Yöneticilerin özel erdemi bilgelik (sophia), yardımcılarının ise cesarettir (andreia)” denmiyor mu? Buradan, (andreia)’nın aynı zamanda, hem “Yiğitlik”, hem de “Cesaret” anlamına geldiği ve daha önemli olarak; Yiğitlik’in, Cesaret’in değil; Cesaret’in, Yiğitlik’in bir bölümü olduğu sonucu çıkmıyor mu?..
Bu konuda son olarak; bir de sözlüklerde, “Yiğitlik”, “Cesaret” ve pek istekli olmasak da, bir de “Yüreklilik” kavramlarına, bunun için, Dil kurumunun Türkçe sözlüğü’ne bakıyoruz. Görüyoruz ki, durum oldukça basit ve ilginçtir: salt bu yüzden de, biraz karışıktır. Şöyle ki; her üç sözcük; Yiğitlik ve Cesaret de, Yüreklilik de, eşanlamlı. Sözlük; alfabetik sıraya göre, bu sözcükleri şöyle karşılıyor:
“Cesaret: yüreklilik, yiğitlik, çekinmezlik, atılganlık.
Yiğitlik: yüreklilik, cesaret.
Yüreklilik: cesur olma durumu, yiğitlik”.
Yukarıda da, Yunanca aynı sözcüğün farklı anlamlarına bakarak da, temel sözcüğün ve kavramın, “Yiğitlik” olduğu görüşümüzü söylemiştik. Türkçe sözcükler de görüldüğü gibi bu sonucu vermektedir. Öteyandan, bu konuda Batı’ya, Şövalyeliğe de örnek olan ve ilham veren Fütüvvet: Yiğitlik devinimi ile İslâm dünyasında çok önemli bir Düşünce ve Davranış gerçekleştiğini biliyoruz. “Cesaret”e dayalı böyle bir devinim yok. Sonuçta, bize göre, bütün bu yönlerden; hem dil, hem düşünce, hem de davranış; “Yiğitlik”in birincil, “Cesaret”in ikincil kavram olduğunu göstermektedir.
Ne var ki, özellikle son dönemlerdeki felsefecilerimiz; bu kavramların ne tarihteki kullanılışına ve gelişimine, ne de anlamlarına bakmaksızın; yineleyelim: Kuşkusuz Batı etkisiyle, yer yer Cesaret’e ve hattâ Yüreklilik’e öncelik verebilmişlerdir. Böylece de “Yiğitlik”in gölgede kalmasına ve gereğince anlaşılmamasına neden olmuş, ahlâkımızın gelişmesindeki görevlerini bırakmışlar ve bugünkü durumumuzda da oldukça büyük bir sorumluluk payını yüklenmişlerdir.


E) FÜTÜVVETNAMELER AHİLİK İÇİN NE DİYOR?..
AHİLİK, HERKESTE VARDIR: YETER Kİ BİLİNSİN VE GELİŞTİRİLSİN!..
Biz bu konuyu geçmiş yıllarda çeşitli bildirilerimizde işledik. Bunlardan,12.10.2004 tarihinde, o yılın Ahilik Kültürü Haftası içinde, düzenlenen İl Ahilik Sempozyumu’nda sunduğumuz; “Fütüvvetnamelere Göre, Ahilik, Tarihsel-Yerel Bir İcat Mı? Evrensel Mi?” başlıklı bildirimizde, daha o zamandan, bu tezimizin çok önemli bir yönünü ortaya koymuştuk.
Halen Ahilik konusuna, genellikle o kadar; “körlerin fili tarifi” diye adlanan ünlü meseldeki gibi, -Ahilik araştırmacılığının temel gereği olan Felsefe ihmal edilerek, yalnız başına; Tarih, Ekonomi, Din, vb. alanlarında ve konu bakımından pek dar kalan- beygir gözlükleriyle bakılıyor ki; bildirimizde olduğu gibi, gerçeği, ona uygun perspektifi ve tüm kapsamı ile arayan ve sunan açıklamalara; ciddi anlamda, hemen hiç ilgi gösterilmiyor. Günümüzde çokları için Ahilik, sanki bir masal ya da folklorik bir doyum konusu.
Onu gerçekten, bilimsel olarak araştırma, bilme isteği, yok denecek kadar az. Bu duruş, bir yandan da, kuşkusuz Ahiliğe karşı hiç de saygılı bir tutum değil. Bu açı ve Ahilik konusundaki gerçek, bilimsel araştırmalara karşı önyargılı bakış ve ilgisizlik; gerçeğin, gözlere sokulsa bile, bir türlü görülmeyişi; bu konulara salt övünme duygusunun doyurulması gereksinimi ile bakılması ve temelde; kavrayış yetersizliğinden ileri geliyor.
Biz bildirimize; “Ahilik, tarihsel-yerel bir icat mı, Evrensel mi?” başlığını tam da, bu çarpıklığı göstermek için koymuştuk. Çünkü, günümüzde Ahiliğe genellikle hiç de gerçekçi olmayan ve konumuza yakışmayan bir biçimde; ancak bir övünme ve böyle bir gereksinimi giderme konusu olarak bakılıyor. Bunun sonunda da o, hiç mi hiç, anlaşılamıyor. Bu bakış biçimine, Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak -uzmanlık alanının sınırları gereği kendisi de konuyu bütünü ile görmekte olmasa da-; sonuçta pek de farklı olmayan, biraz başka bir açıdan; yine eleştirel ve yerinde bir terimle: “Apolojik yaklaşım” diyor.
Eleştirimizi biraz daha açacak olursak; Ahilik, sadece belli bir tarihte, belli bir yerde ve bölgede ortaya çıkmış; sonra da epey uzun zaman uygulanmış, nerdeyse özellikle bir il ve bölgede de olsa, günümüzde de uygulanıyormuş gibi gösteriliyor. Öyle gösterilmek ve bununla övünmek ve böylece, gerçekte, bilerek ya da bilmeyerek, gözleri açık olarak da olsa; iyi bir uyku çekilmek ve görülmekte olan düşü sürdürmek isteniyor!.. Böyle yapılarak, aynı zamanda o; belli bir topluma ve bölgenin tekeline alınırken, farkında olmaksızın da olsa, alabildiğine budanmış ve küçültülmüş oluyor.
Şu da var ki; insanlar, özellikle daha büyük bir anlayış isteyen, Ahilik gibi, büyük, seçkin gerçekler karşısında; kendi kavrayışlarını genişletip onu gerekli uygun duruma getireceklerine; o gerçekleri küçülterek, gözlerine uygun bir duruma getirmeyi yeğliyorlar ve böyle yapmadıkça; onlardan, doğru ya da yanlış, hiçbir şey anlayamıyorlar! İşte biz, çoğu bilim adamlarınca da anlaşılmayan, en azından göz yumulan, böyle tümüyle bilim dışı bir tutuma karşı; Ahiliğin gerçeğini, gerçek büyüklüğünü, enginliğini; gereksiz örtülerinden kurtararak, ortaya çıkarmak ve gözlere batırmak istiyoruz.
Ancak buraya kadar; andığımız bildirideki ve özellikle onun adındaki eleştirimizin sadece bir yönü, Ahiliğin sanıldığı gibi belli tarihsel ve yerel bir gerçek olmadığı üzerinde durduk. Oysa görüldüğü gibi, bu adlandırmamızda; Ahiliğin, salt bir “İcat olmadığı”, görüşümüze de yer veriyoruz. Daha açalım: Ahilik, salt “Kazanılmış”, üretilmiş; bir icat da değildir, o özünde, insanlığa; ister Doğa’dan, ister Tanrı’dan diyelim: “Verilmiş” bir gerçektir!..
Şunu da söyleyelim: Ahiliği uyguladıkları, yaşattıkları için belli insan bölümünden olanlara yine de bir övünç payı vardır ama, bu pay, onların kimilerinin oturdukları yerde, “armut piş, ağzıma düş”, düşüne uygun olarak; bol keseden sahiplenmek istedikleri gibi, büyük, hazırlop bir övünç payı değildir.
Anılan bildirimizde, daha önce, Yunan felsefesinden gelen, Physei-Thesei görüşüne yer veriyoruz. Bu anlayışta Physei; Doğadan gelen; Thesei; insanların kendi aralarında kabul ettikleri anlamına geliyor. Buraya uygularsak; Ahilik, Thesei: insan kabulü ya da icadı,
kazancı değil; Physei: bilimsel anlamda; Doğa’dan, Evren’den; dinsel anlamda da; Tanrı’dan gelen’dir!..
Bu bölümü burada kapatmadan, söylediklerimizin çok doğal, daha doğrusu mantıksal sonucu olan ve ulus ya da ümmet dar görüşlülüğü yüzünden kabul edilemeyen bir gerçeği de açıkça belirtelim. Ahilik araştırıcıları, örneğin onların en belli başlılarından Prof. Dr. Neşet Çağatay, “Bir Türk Kurumu Olan Ahilik” adlı eserinde, “Ahiliğe benzetilen dernek ve kuruluşlar” başlığı altında şunları sayar: “1- İhvan üs-Safa, 2- Batınîlik, 3- Karmatîlik, 4- Haşişîlik, 5- Melâmîlik, 6- Masonluk, 7- Avrupa’nın eski esnaf kurumları yani korporasyonlar”.
Prof. Dr. Çağatay devamla, bunları teker teker ele alıp inceledikten sonra, “Bu kuruluşların ahilikle karşılaştırılması” başlığı altında şöyle diyor: “Ahilik, yiğitlik (şövalyelik), ahlâklılık, konukseverlik, yardımcılık ve sanat olmak üzere üç temel üzerine kurulmuştur. Bu temel elemanlardan biri eksik olsa ahilik olmaz. Halbuki yukarıda incelediğimiz kuruluşların prensipleri farklıdır (..).
Konuyu uzatmadan şunu belirtmeliyiz ki; Prof. Dr. N. Çağatay ve benzer biçimde düşünenlerle bizim farkımız, onların giderek, “ırkçı” da denebilecek şekilde; ayrılıklar üzerinde durmaları, bizim ise, her şeyden önce, bütünsel olarak bakmamızdadır. Bu fark yine, son çözümlemede halkın, “düzensiz”; bilimcilerin, “bölümsel bilimler” ölçüsünde düzenli bakışı ile; Felsefenin, en geniş, “bütün varlık” ölçüsünde düzenli bakışı farkıdır. Özünde biz, her üç açıyı da ihmâl etmiyoruz. Ama, gerek bilim, felsefe ve insanlık; gerekse Ahilik için, bütüncü, felsefecil bakışa büyük ölçüde gereksinim vardır.


F) PROF. DR. A. Y. OCAK, TARİHİ ALTÜST EDİYOR:
“ŞEYH EDEBALİ, VEFAΔ OLURSA; AHİ OLAMAZ MI?
“AHİLERİN, OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞUNDA ROLÜ YOK” MU?..
1999 yılında Kırşehir’de yapılan II. Uluslar arası Ahilik Kültürü Sempozyumu’nda, Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, ilginç ve epey aykırı bir bildiri sundu. Başlığı şöyle: “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Ahilik ve Şeyh Edebalı: Problematik Açıdan Bir Sorgulama”!..
Burada şimdilik, yıllar sonra da olsa, salt yanıtsız bırakmamaya çalışacağımız bu bildiriyi; yöntem gereği, önce konumuz bakımından özetleyeceğiz. Prof. Dr. Ocak, bildirisine; beş yıl önce (kendisi altı yıl diyor ama yanlış: “1993’teki” diyor, “1994’teki” olması gerek. sg.), I. Uluslar arası Ahilik Kültürü Sempozyumu’nda sunduğu eleştirilerinin dikkate alınmadığına ve gösterdiği yanlışların devam etmekte olduğuna, oldukça haklı olarak ama, aşırı iyimserlikle değinerek başlıyor. Ne var ki, aşağıda göreceğimiz gibi, 1999’daki bu yeni sunuşunda; 1994’teki bildirisinde, örneğin, Prof. Fuat Köprülü gibi, o zaman haklı olarak övdüğü bir bilgini, bu kez yerdiğine göre; ortaya çıkan durumu anlamak epey güçleşiyor! Şöyle diyor:
“İşte bu defa da Ahilik konusunda bu bildiride, söz konusu apolojetik yaklaşımın bir parçası olarak bugüne kadar Türkiye’de gerek milliyetçi muhafazakâr tarihçilik, gerekse kamuoyunda yürürlükte olan, Ahiliğin Osmanlı devletinin kuruluşu Şeyh Edebalı’nın Ahilik ile ilgisine dair kanaatleri sorgulamaya ve kendi görüşümüzü açıklamaya çalışacağız”.
Sonra, “Ahilik ve onun Osmanlı devletinin kuruluşundaki rolü”nü, Türkiye’de ilk olarak, Prof. Fuat Köprülü’nün, “İlk Mutasavvıflar” ve “Osmanlı Devletinin Kuruluşu” adlı eserlerinde ele aldığını; Ahiler, Gaziler, Abdallar, Bacılar dörtlüsü üzerinde durduğunu, bu ayırımda da; Âşıkpaşazade’nin, Tevarih-i Âli Osman adlı ünlü eserine dayandığını, sonra da; “Abdülbaki Gölpınarlı başta olmak üzere; sonraki büyük âlimler ve –ben de dahil- bugünkü kuşağa mensup araştırmacılar” diyerek, başka bilginlerin de bu görüşü aynen sürdürdüğünü söylüyor. Sonra da, “Sizin bilmediklerinizi ben biliyorum” diyen bir dille ortalığa gözdağı vererek; Türk tarihine en ağır darbesini şöyle indiriyor:
“Dünya Osmanlı tarihi araştırıcılığının münhasıran son on yılda aldığı mesafeyi yakından izleyenler, ilgili literatürü takip edenler, ve özellikle de Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş dönemi konusunda birinci el kaynaklar üzerinde çalışanlar, bu dönemi yeni bir bakış açısıyla ele almaya ve eski kanaatleri sorgulamaya başladılar. Son birkaç yıldır Osmanlı kuruluş dönemi yeniden incelemeye alındı ve eskiden Gibbons, Fuat Köprülü ve Paul Wittek vb. tarihçilerin bu konuda ileri sürdükleri tezler üzerinde kaynakların değişik ve farklı yöntemlerle yeni tahlillerine dayanan eleştiriler getirdiler. Bunların kitap ve makaleleri Türkiye’de yeniden yayımlandı. Hem eskilerin, hem de bunların görüşlerini bir arada değerlendirip daha farklı yorumlar ortaya koyanlar oldu”.
Doğrusu, pek yaman iddialar. Korkup susmamak her babayiğidin harcı değil. Acaba,
bildiğimize göre, kimsenin bunca zamandır bu iddialara herhangi bir yanıt vermemesi, böyle bir korkudan mı? Ama biz sanmıyor, bu işlere, haklı da olmayarak; önem vermemekten ve ihmalden diyor ve eleştiri amaçlı özetimizi sürdürüyoruz.
Son on yıllık literatürden söz ediyor ama, bir tek örnek bile vermiyor. Bilim adına karanlıkta göz mü kırpacağız? Ama biz Sayın Prof.’umuzun bu söz ile, öncelikle; Prof. Dr. İsmail Erünsal ile birlikte yayınladıkları ve kendisinin de “Babaîler İsyanı” adlı eserinde geniş ölçüde kaynak olarak kullandığı; Elvan Çelebi’nin, “Menâkıbul-Kudsiyye Fî
Menâsıbil-Ünsiyye” adlı eserine (25) gönderme yaptığını rahatlıkla görebiliyoruz.
Prof. Ocak devamla; Âşıkpaşazade’nin, “Gaziyan-ı Rum, Ahiyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum
ve Bacıyan-ı Rum”, dörtlü tasnifini ele alıyor ve ilkin, bu tasnifin eksikliğinden dem vurarak,
bu; yüz yıllardan gelen millî görüşü, gözden düşürmeye uğraşıyor. Neymiş?: Bu görüş eksikmiş. Neresi? “Fakıyan-ı Rum” ya da “Fakıhan-ı Rum” da olmalıymış!..
Sayın Profesör, sevgili Ahmet Yaşar Ocak Hoca; bu söylediğinizi kulağınız duyuyor mu? Yani, bu sözü hiç akıl süzgecinden geçirdiniz mi? Sizi bu konuda sağduyudan uzaklaştıran acaba nasıl bir takıntıdır? 15. yüzyılda, Âşıkpaşazade’nin, tümüyle ölçülü olarak, yerli yerinde söylediği sözleri, yaptığı tasnifi; nasıl bu geçersiz gerekçe ile eleştirmeye ve “eksik” bulmaya kalkıyorsunuz? Böylece, değerli çalışmalarınızla kazandığınız saygıyı bir kalemde ateşe atıp yok ettiğinizi fark etmiyor musunuz? Nasıl tarih profesörü bu, demezler mi, Sayın Hocam?..
Prof. Ocak, çoklarını gördüğümüz üzere, son yıllarda, kendisinin de saklamadığı gibi, önemli bir değişim geçiriyor. Yukarda gördük, gizlemiyor, hedefi: “Milliyetçi, muhafazakâr tarihçilik”. Son yıllarda belli dış mihrakların Türkiye üzerinde pek çok alanda, çok kapsamlı saldırılarda bulunduklarını görüyoruz. Ahmet Yaşar Hoca, bu mihrakların etkisinde nasıl kalıyor? Bu soruları hiçbir yorum yapmaksızın; sadece uyarmak için soruyoruz.
Âşıkpaşazade; Gaziler, Abdallar, Ahiler ve Bacılar gibi, toplumda etkin olan toplumsal güçlerden söz ediyor. Fakılar ya da Fakihler; o çağda, daha sonraki “Ulema” gibi etkin bir güç olmuş değiller ki. Ne tuhaf: apaçık bir gerçek olan bu görüşü, Prof. Dr. Ocak’ın kendisi de; Babaîler İsyanı adlı eserinin bir yerinde, pek benzer bir biçimde dile getirmekten geri kalamıyor.
Büyük Osmanlı tarihçisi, ne için fakihleri, sayıp belirttiği dört etkin gücün yanına, beşinci bir güç olarak koysun?.. Bunu çağının içinde yaşayan Âşıkpaşazade görebiliyor, ama bu çağa yüz yıllar sonrasından ve daha ileri olması gereken tarih görüşü ile bakmasını beklediğimiz Sayın Prof. Dr. Ocak göremiyor. Burada meydana gelen görüş kıtlığı neden dersiniz? Yabancı etkilerden söz ettik. Ama, görece daha masum, başka nedenler de olabilir.
Şöyle ki; Prof. Dr. Ocak, bilindiği üzere, “Babaîler, Babaîler İsyanı” uzmanıdır. Bu konuda, yukarıda az çok değindiğimiz, çok değerli araştırması; “Babaîler İsyanı” adıyla yayınladığı araştırmanın 2. baskısının önsözündeki açıklaması ile; 1978 yılında “Strasbourg Üniversitesi Beşerî Bilimler Fakültesi’ne bağlı Türkoloji Araştırmaları Enstitüsü’nde Prof. Dr. İréne Melikoff yönetiminde hazırlanmış” bir Doktora tezi var.
Yine andığımız önsözde açıkladığı üzere; bu araştırma görevi kendisine, adeta mânevî bir şekilde verilmiş. Aynı yerdeki açıklamasına göre bu konudaki çabası, 1971 yılında, Yozgat’ta bir köye ve o köydeki bir tekkeye yaptığı “tesadüfî” bir ziyaret ile başlamış ve o ziyaretin ürünü olarak ortaya çıkmış. Mânevî bir görev alan insanın özel durumunu takdir edersiniz. Böyle bir görev, kişinin, gerçekleri görmesine daha da yardımcı olmalı, engel olmamalıdır.
Sözkonusu 2. baskıda kitap kapağının alt başlığı şöyle: “Alevîliğin Tarihsel Altyapısı Yahut Anadolu’da İslâm-Türk Heterodoksisinin Teşekkülü”. Bu vesile ile söyleyeyim ki; “Heterodoksi” gerçeğine karşı özel denebilecek bir bağlılığım, tutkum var. Şöyle ki; bana
göre, “Ortodoksi”, dinsel ve düşünsel olmaktan önce ve daha çok, siyasaldır. Örneğin Batıda,
Hristiyanlık’ta; siyasal erki ele geçirince, heterodoksi’nin; ortodoksi olması gibi bir garabet de
yaşanmıştır!..
Daha ileri giderek; siyasalın ötesinde, dinsel düşünce ve inançsal olarak; ortodoksi yoktur,
diyorum. Bana göre; Ortodoksi’de, Sünnîlik’te de; hemen herkesin dinsel düşünce ve inancında, az ya da çok nüanslar vardır. Bu ayrımlar ise; ortodoksi iddiası altında da, bir
Heterodoksi’nin varlığını gösterir. Öte yandan, ortodoksi’nin aksine, heterodoksi’deki
özgürlük; yaratıcılığı sağlar.
İşte bu düşüncelerimle, Prof. Dr. Ocak’ın çabasına ve kendisine ayrı bir saygı duyuyorum.
25- Elvan Çelebi Menâkıbu’l-Kudsiyye Fî Menâsıi’l-Ünsiyye (Baba İlyas-ı Horasânî ve Sülâlesinin Menkabevî Tarihi), Hz: İsmail E. Erünsal, A. Yaşar Ocak, İÜEF Yay, İst, 1984.
Bu vesile ile söyleyeyim ki; 90’lı yıllarda, ünlü Alevî dergisi Cem’e; derginin o sırada ikinci
derecedeki yetkilisi olarak, Prof. Ocak’ın yazılarını da; yanılmıyorsam, kendisinin Alevî
kesimdeki ilk yayınları olarak biz koydurmuştuk.
Konuya dönersek; ilkin, Prof. Dr. Ocak’ın, hem de kitabının kapağına, Alevîlik ve
Heterodoksi vurgularını bizzat koyduktan; hattâ, kapağı çevirdiğimizde, ilk sayfada, “BABAÎLER İSYANI Alevîliğin Tarihsel Altyapısı” başlığını görmemizden sonra ve günümüz Türkiyesi gibi bir ülkede; Sünnîler’in, Ortodoks’ların; kendisine olumsuz gözle bakmalarından, hattâ derece derece daha ileri gitmelerinden epey yana yakıla yakınmasını; bilim özgürlüğü görüşüne katılmakla birlikte, pek anlıyamadığıma değinmeden geçemeyeceğim (26).
İki bilginimizin çatışmalarını anlamak bakımından, Babaîler ve Ahiler’in; Anadolu’da, özellikle belli bir dönemin, iki büyük etkin gücü olduğunu hiç unutmamak gerekiyor. Prof. Dr. Ocak, bu güçlerden, Babaîler’in önemini belirtmeğe çalışıyor. Buna karşı, Prof. Ocak’ın çağdaşı olan ve o da, Ahiler’i, daha ilk bakışta görülebileceği üzere, hemen en az Prof. Dr. Ocak’ın Babaîler’i sahiplendiği gibi sahiplenen ve böylece nedense Prof. Ocak ile aralarında yıllardan beri oldukça ağır bir tartışma yer alan, başka bir bilim adamı, Prof. Dr. Mikâil Bayram var.
Prof. Bayram, Babaîler’in önemini küçümsemiyor ama, Prof. Ocak, Ahiler için, en azından eşitlikçi bir düşünceye bile sahip değil. Ahileri hemen hiç önemsemiyor, onları, Babaîlerin ya da kendi tezinin karşısında sanki düşmanmış gibi görüyor ve her şeyden önce ve hiç değilse, güçlerini kırmaya çalışıyor.
Prof. Ocak’ın, Babaîler İsyanı adlı eserinin birinci basımı, 1980 tarihli. Bu tarihten bir yıl sonra, Prof. Bayram; seçkin felsefecimiz rahmetli Nurettin Topçu’nun kurduğu ve ölümünden sonra, Dergâh adını almış olan, Hareket dergisinin Mart 1981 tarihli 23. sayısında, “’Babaîler İsyanı’ Üzerine” başlıklı eleştirel bir yazı yayınladı. Bu yazıya, Prof. Ocak’ın andığımız eserinin ilk basımından iki yıl kadar önce, “Baba İshak isyanı’nın gerçek sebebi ve Ahi Evren ile ilgisi” başlıklı bir yazı yayınladığını ve buna karşı Prof. Ocak’ın kendisini eleştirdiğini ve bu yazıyı hafife aldığını anımsatarak başladı. Derginin izleyen sayısında da, Prof. Ocak, bu yazıyı daha ağır bir eleştiri ile karşıladı. Bizim bildiğimize göre, böylece de iki bilginimizin arasına; adeta kan davası girdi. İşte, en azından o zamandan beri bu çatışmanın sonu gelmedi.
Yukarıda gördük, sayın Prof. Ocak: “özellikle de Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş dönemi konusunda birinci el kaynaklar üzerinde çalışanlar” şeklinde bir belirleme yapıyor. Kendisi de bunlardan biri: Çevirisinde emeği bulunan; Elvan Çelebi’nin, Menakıbul-Kudsiye’si bizim de elimizin altında. Tacül-ârifîn Seyyid Ebul-Vefâ ile Şeyh Edebali bağlantısı görüşünü oradaki incelemeden de okuyoruz.
Sonra sıra, asıl amaca geliyor: Ahiler’in, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundaki önemli rolü
görüş ve inancını sarsmak, yok etmek! Bunun için ilk hedef: Ahiler ile Şeyh Edebali
bağlantısını tahrip etmek. Bu nasıl olacak? Gûya, kolay: İlkin, Şeyh Edebali’yi Ahilikten çıkararak!..
Bu konudaki gerekli yorumu, 1999 tarihli bildiride yapıyor ve bu işe, Ahiler’in de,
“Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunda birinci derecede rolü bulunduğu hususundaki
kabullerimizin mübalâğalı olduğu”nu söyleyerek başlıyor. Şeyh Edebali’nin, Vefaî ve Vefaîye tarikatinden ve “Vefaî şeyhi olduğunu hiç şüpheye yer kalmayacak şekilde” gösterdiğinden söz ediyor ve böylece birinci hedefine vardığı kanısına varıyor!..
Sonra, Neşrî tarihi’ndeki; “Edebalı dedikleri azizin bir karındaşı var idi. Adına Ahi
26- Ahmet Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı, Yahut Anadolu’da İslâm-Türk Heterodoksisinin Teşekkülü (Alevîliğin Tarihsel Altyapısı), Genişletilmiş 2. basım, Dergâh Yay, tarihsiz (1995), İstanbul. s. I-XVI.
Şemseddin dirler idi. Anın dahi oğlu Ahi Hüseyin..” ifadesini göstererek: “Oysa bu metinde
gözden kaçan önemli bir nokta vardır ki o da ‘Ahi’ unvanı “Şeyh Edebalı için değil, kardeşi
ve kardeşinin oğlu için kullanılmış olduğudur” diyor. Buradaki dayanağı son derece zayıf.
Sonra, Neşrî tarihi’ndeki; “Edebalı dedikleri azizin bir karındaşı var idi. Adına Ahi
Şemseddin dirler idi. Anın dahi oğlu Ahi Hüseyin..” ifadesini göstererek: “Oysa bu metinde
gözden kaçan önemli bir nokta vardır ki o da ‘Ahi’ unvanı “Şeyh Edebalı için değil, kardeşi
ve kardeşinin oğlu için kullanılmış olduğudur” diyor. Buradaki dayanağı son derece zayıf.
Prof. Ocak’ın kendi gösterdiği belgeler; Şeyh Edebali için “Ahi” dememiş olsa da, ilkin; “değil” demiyor.
İkinci olarak, burada önemli olan, ailedir ve Şeyh Edebali, bir Ahi ailesinin, adı Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde tarihe geçmiş, Osmanlı Devleti kurucusuna kız vermiş, saygınlığı olan, önder durumundaki bir büyüğüdür. Başka belgelerden de söz edeceğiz, fakat bu durumda dahi, Ahilerin, Osmanlı kuruluşundaki rolünü göstermek bakımından, Şeyh Edebali’nin bu durumu da yeterlidir.
Şeyh Edebali’nin, Vefaî şeyhliğine gelince, konumuz bakımından bu, sadece bir şeyhlik, bu ölçüde bir saygınlık işaretidir. Yoksa, Vefaî’lerin, hele Selçuklular ve Osmanlılar’da, konumuz olan Ahiler gibi, sosyal bir gücü ve önemi yoktur ve Şeyh Edebali için bu şeyhlik; hiçbir anlamda, Ahilik ile karşılaştırılabilecek bir güç anlamına gelmez. Şeyh Edebali’ye de, gerçekleşmiş olduğu ölçüde, tarihe geçebileceği bir önem kazandırmaz. Şeyh, tarihteki önemini bu ya da başka bir güçten değil, Çandarlılar’ın da kendisine bağı ile ilgili olarak; doğrudan, Ahilik’ten almıştır. Bunu inkâra çalışmak, hele bir tarihçi için; ancak bir talihsizlik olabilir (27).
Belki çok daha önce belirtmiş olmamız gereken bir nokta var ki, sayın Ocak’ın görüşünü özetlemeyi bölmemek için sonraya bıraktık. O da, Şeyh Edebali konusunda Sayın Prof.’ün söylediği şey hiç de yeni değil. O bu açıklamasını 1999’da yapıyor. Oysa bu görüş, o tarihten, tam 45 yıl önce; İst. Üniv. İkt. Fak. Mecmuası’nın Ekim 1953-Temmuz 1954 tarihli 15. cildinde, ünlü Ahilik araştırmacısı, uluslar arası otoritesi, Prof. Dr. Franz Taeschner tarafından ileri sürülmüştü! Bu görüşü bunca yılda kimse dikkate aldı mı? Hayır. Sadece, işte bunca yıl sonra bu temcit pilâvı yeniden ileri sürülüyor. Sayın Prof. Ocak, Prof. Taeschner’i anmıyor. Acaba bilmediğinden mi? Öyleyse büyük eksiklik. Ya, bu konuda bile bile mi susuyor? O zaman ne demeli bilmiyorum.
Prof. Dr. Fr. Taeschner, “İslâm Ortaçağında Futuvva (Fütüvvet Teşkilâtı)” başlıklı makalesinde, bir parantez içinde, aynen şöyle demişti: “mamafih Osman’ın kayın pederi Şeyh Edebali’nin, bir çokları tarafından iddia edildiği gibi bizzat Ahilik’e mensup olduğu hususu müsbet değildir”(28).
Fakat ne kadar ilginçtir; Prof. Dr. Taeschner de, bu sözü ile aynı makale içinde, daha önce
-11. sayfada- söylediği, şu sözü ile büyük bir çelişkiye düştüğünü ve “bu sözünü yine kendisinin yok ettiğini” fark edemiyordu: “Evvelce de söylediğimiz gibi, zamanla dinî
uhuvvet birliği, Dervişlik müessesesi, onun teşkilâtını örnek alarak korporasyon ve
karteller şeklinde taazzuv eden Futuvva’nın inkişaf şekline müessir oldu. Aynı zamanda
derviş şeyhleri de Futuvva teşkilâtına dahil olarak, belki de bazen hattâ bunların riyasetini de (Şeyh Edebali’nin, Ahilik’te yaptığı gibi, sg!) ellerine almışlardır”.
Fazla da olsa, şunu da ekleyelim: Bir Şeyh’in, Ahilik dışındaki herhangi bir tarikatten
olması, Ahilik ile bağını koparmaz. Gerçi, Yol anlamında, Ahilik de bir tarikattir, ama onun
27- Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Ahilik ve Şeyh Edebalı: Problematik Açıdan Bir Sorgulama, II. Uluslar arası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri içinde, Kültür Bakanlığı Yay, 1999, Kırşehir. s. 241-247.
28- Prof. Dr. Franz Taeschner, İslâm Ortaçağında Futuvva (Fütüvvet Teşkilâtı), İst. Üniv. İkt. Fak. Mec. 15 nci Cilt, Ekim 1953-Temmuz 1954, No. 1-4. s. 21.
tarikat oluşu, başka tarikatlara benzemez. Belirttiğimiz gibi, Ahilik sadece, meslekî bir yol
olarak tarikattır ve pek çok tarikatlar, Ahiler içine girmiş, oradan kendilerine müritler
edinmişlerdir ve Ahiler de meşrep ve mizaçlarına göre çeşitli tarikatlara bağlanmışlardır.
Konumuz bakımından söyleyecek olursak, Şeyh Edebali’nin, Vefaî olduğu için, Ahilik’ten
kopması gerekseydi, Ahi Evren’in de kopması gerekirdi. Çünkü o da, Şeyh Evhadüddin
Kirmanî’nin müridi, Evhadiye tarikati mensubu ve kayınpederi de olan Kirmanî’nin; baş
halifesi idi (29). Böyle bir durum da, Şeyh Edebali için olduğu gibi; Ahi Evren için de hiçbir zaman herhangi bir sorun yaratmamıştır.
Burada, Prof. Dr. Bayram’ın, Hareket dergisindeki yazısında açıkladığı, Şeyh Edebali’nin, Vefaî şeyhi Baba İlyas’a bağlanmasının ve böylece vefaî olmasının zaman bakımından olanaksız olduğu görüşünü de anımsatalım. Gerçekten, tarihlerde 120 yıl yaşadığı söylenen Şeyh Edebali, 1326’da öldüğüne göre, bu uzun ömür doğru bile olsa; 1240’da ölen Baba İlyas’a bağlanması, kesinlikle olanaksız denecek kadar zayıftır. Bunu Prof. Ocak’ın görememesi de son derece tuhaftır.
Böylece, Prof. Dr. Ocak’ın iddiasının yersizliğini göstermiş olarak bu konuyu kapatıyor ve kitabımızın proğramına devam ediyoruz.

29- Prof. Dr. Mikâil Bayram, Şeyh Evhadüddin Hâmid el-Kirmânî ve Menâkıb-Nâmesi, 2008, İstanbul. s. 81-82.


Sadık Göksu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder