SAAT 21-22 ŞİİRLERİ
Ne güzel şey hatırlamak seni :
ölüm ve zafer haberleri
içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken...
Ne güzel şey hatırlamak seni :
bir mavi kumaşın üstünde
unutulmuş olan elin
ve saçlarında
vakur yumuşaklığı
canımın içi İstanbul toprağının...
İçimde ikinci bir insan
gibidir
seni sevmek
saadeti...
Parmakların ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının,
güneşli bir rahatlık
ve etin daveti :
kıpkızıl çizgilerle bölünmüş
sıcak
koyu bir
karanlık...
Ne güzel şey hatırlamak seni,
yazmak sana dair,
hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek :
filânca gün, falanca
yerde söylediğin söz,
kendisi değil
edasındaki dünya...
Ne güzel şey hatırlamak seni.
Sana tahtadan bir şeyler
oymalıyım yine :
bir
çekmece
bir yüzük,
ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım.
Ve
hemen
fırlayarak yerimden
penceremde
demirlere yapışarak
hürriyetin sütbeyaz maviliğine
sana yazdıklarımı bağıra bağıra
okumalıyım...
Ne güzel şey hatırlamak seni :
ölüm ve zafer haberleri
içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken...
20 Eylül 1945
Bu geç vakit
bu sonbahar gecesinde
kelimelerinle doluyum;
zaman gibi,
madde gibi ebedî,
göz gibi
çıplak,
el gibi
ağır
ve yıldızlar gibi pırıl pırıl
kelimeler.
Kelimelerin geldiler bana,
yüreğinden,
kafandan, etindendiler.
Kelimelerin getirdiler seni,
onlar : ana,
onlar : kadın
ve yoldaş olan...
Mahzundular, acıydılar, sevinçli, umutlu, kahramandılar,
kelimelerin insandılar...
21 Eylül 1945
Oğlumuz hasta,
babası hapiste,
senin yorgun
ellerinde ağır başın,
dünyanın hali gibi halimiz...
İnsanlar, daha güzel günlere insanları taşır,
oğlumuz
iyileşir,
babası çıkar hapisten,
güler senin altın
gözlerinin içi,
dünyanın hali gibi halimiz...
22 Eylül 1945
Kitap okurum :
içinde sen varsın,
şarkı dinlerim :
içinde sen.
Oturdum ekmeğimi yerim :
karşımda sen
oturursun,
çalışırım :
karşımda
sen.
Sen ki, her yerde «hâzırı nâzır»ımsın,
konuşamayız seninle,
duyamayız sesini birbirimizin :
sen benim sekiz yıldır dul karımsın...
23 Eylül 1945
O şimdi ne yapıyor
şu anda şimdi,
şimdi?
Evde mi, sokakta mı,
çalışıyor mu, uzanmış mı,
ayakta mı?
Kolunu kaldırmış olabilir,
— hey gülüm,
beyaz, kalın bileğini nasıl da çırçıplak eder bu
hareketi!...—
O şimdi ne yapıyor,
şu anda, şimdi,
şimdi?
Belki dizinde bir kedi yavrusu var,
okşuyor.
Belki
de yürüyordur, adımını atmak üzredir,
— her kara günümde onu bana
tıpış tıpış getiren
sevgili, canımın içi
ayaklar!...—
Ve ne düşünüyor
beni
mi?
Yoksa
ne bileyim
fasulyanın neden bir türlü pişmediğini mi?
Yahut, insanların çoğunun
neden
böyle bedbaht olduğunu mu?
O şimdi ne düşünüyor,
şu
anda, şimdi, şimdi?...
24 Eylül 1945
En güzel deniz :
henüz gidilmemiş
olanıdır.
En güzel çocuk :
henüz
büyümedi.
En güzel günlerimiz :
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz :
henüz söylememiş olduğum sözdür...
25 Eylül 1945
Saat 21.
Meydan yerinde kampana vurdu,
nerdeyse
koğuşların kapıları kapanır.
Bu sefer hapislik uzun sürdü biraz :
8 yıl...
Yaşamak : ümitli bir iştir, sevgilim,
yaşamak :
seni sevmek gibi ciddî bir iştir...
26 Eylül 1945
Bizi esir ettiler,
bizi hapse attılar :
beni duvarların içinde,
seni duvarların
dışında.
Ufak iş bizimkisi.
Asıl en kötüsü :
bilerek,
bilmeyerek
hapisaneyi insanın kendi içinde taşıması...
İnsanların birçoğu bu hale düşürülmüş,
namuslu, çalışkan, iyi
insanlar
ve seni sevdiğim kadar sevilmeye lâyık...
30 Eylül 1945
Seni düşünmek güzel şey
ümitli şey
dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi
bir şey.
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
ben artık şarkı
dinlemek değil
şarkı söylemek
istiyorum...
1 Ekim 1945
Dağın üstünde :
akşam güneşiyle yüklü olan bir bulut var
dağın üstünde.
Bugün de :
sensiz, yani yarı yarıya
dünyasız geçti bugün de.
Birazdan açar
kırmızı
kırmızı :
gecesefaları birazdan açar kırmızı kırmızı.
Taşır havamızda sessiz, cesur kanatlar
vatandan ayrılığa benzeyen
ayrılığımızı...
2 Ekim 1945
Rüzgâr akar gider,
aynı kiraz dalı bir kere bile sallanmaz
aynı rüzgârla.
Ağaçta kuşlar cıvıldaşır :
kanatlar uçmak ister.
Kapı kapalı
:
zorlayıp açmak ister.
Ben seni
isterim :
senin gibi güzel,
dost
ve
sevgili olsun hayat...
Biliyorum henüz bitmedi
sefaletin ziyafeti...
Bitecek
fakat...
5 Ekim 1945
İkimiz de biliyoruz, sevgilim,
öğrettiler :
aç kalmayı, üşümeyi,
yorgunluğu ölesiye
ve birbirimizden ayrı düşmeyi.
Henüz öldürmek zorunda bırakılmadık
ve öldürülmek işi geçmedi
başımızdan.
İkimiz de biliyoruz, sevgilim,
öğretebiliriz :
dövüşmeyi insanlarımız için
ve
her gün biraz daha candan
biraz daha iyi
sevmeyi...
6 Ekim 1945
Bulutlar geçiyor : haberlerle yüklü, ağır.
Buruşuyor hâlâ
gelmeyen mektup avucumda.
Yürek kirpiklerin ucunda
uzayıp giden toprak uğurlanır.
Benim bağırasım gelir : — «P î r â y e ,
P î r â y e !...» —
diye...
7 Ekim 1945
İnsan çığlıkları geçti geceleyin açık denizleri
rüzgâr-
-larla.
Dolaşmak tehlikeli hâlâ
geceleyin açık denizleri...
Altı yıldır sürülmedi bu tarla,
duruyor olduğu gibi tank
paletlerinin izleri.
Tank paletlerinin izleri
kapanır bu kış karla.
Ah, gözümün nuru, gözümün nuru,
yine yalan söylüyor antenler
:
alın teri tacirleri kapatabilsin diye defteri yüzde yüz kârla.
Fakat Ezrailin sofrasından dönenler
döndüler verilmiş
kararlarla...
8 Ekim 1945
Çekilmez bir adam oldum yine :
uykusuz, aksi, nâlet.
Bir bakıyorsun ki
ana avrat söver gibi, azgın bir hayvanı
döver gibi bugün çalışıyorum,
sonra bir de bakıyorsun ki
ağzımda sönük bir cıgara gibi tembel bir türkü
sabahtan
akşama kadar sırtüstü yatıyorum ertesi gün.
Ve beni çileden
çıkartıyor büsbütün
kendime
karşı duyduğum nefret
ve merhamet...
Çekilmez bir adam oldum yine :
uykusuz, aksi, nâlet.
Yine her seferki gibi haksızım.
Sebep yok,
olması da imkânsız.
Bu yaptığım iş
ayıp
rezalet.
Fakat elimde değil
seni
kıskanıyorum
beni affet...
9 Ekim 1945
Dün gece rüyama girdin :
dizimin dibinde oturuyormuşun.
Başını kaldırdın, kocaman, sarı gözlerini bana çevirdin.
Bir
şeyler soruyormuşun.
Islak dudakların kapanıp açılıyor,
sesini duymuyorum ama.
Gecenin içinde bir yerlerde aydınlık bir haber gibi saat çalıyor.
Havada fısıltısı başsızlığın ve sonsuzluğun.
Kırmızı
kafesinde, kanaryamın : «Memo»mun türküsü,
sürülmüş bir tarlada
toprağı itip yükselen tohumların çıtırdısı
ve bir kalabalığın haklı
ve muzaffer uğultusu geliyor kulağıma.
Senin ıslak dudakların hep
öyle açılıp kapanıyor
sesini duymuyorum
ama...
Kahrederek uyandım.
Kitabın üstünde uyuyakalmışım meğer.
Düşünüyorum :
yoksa senin miydi bütün o
sesler?
10 Ekim 1945
Gözlerine bakarken
güneşli bir toprak kokusu vuruyor
başıma,
bir buğday tarlasında, ekinlerin içinde
kayboluyorum...
Yeşil pırıltılarla uçsuz bucaksız bir uçurum,
durup dinlenmeden
değişen ebedî madde gibi gözlerin :
sırrını her gün bir parça
veren
fakat hiçbir
zaman
büsbütün
teslim olmayacak olan...
18 Ekim 1945
Kale kapısından çıkarken ölümle buluşmak üzre,
son defa dönüp
baktığımızda şehre,
sevgilim, şu sözleri söyleyebileceğiz :
«— Pek de öyle güldürmedinse de yüzümüzü,
çalıştık
gücümüzün yettiği kadar
seni bahtiyar
kılalım diye.
Devam ediyor bahtiyarlığa doğru gidişin,
devam ediyor hayat.
İçimiz rahat,
gönlümüzde hak edilmiş ekmeğine doymuşluk,
gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi,
işte geldik gidiyoruz
şen olasın Halep
şehri...»
27 Ekim 1945
Bir elmanın yarısı biz
yarısı
bu koskoca dünya.
Bir elmanın yarısı biz
yarısı insanlarımız.
Bir
elmanın yarısı sen
yarısı ben
ikimiz...
28 Ekim 1945
Itır saksısında artan koku,
denizlerde uğultular
ve
işte dolgun bulutları ve akıllı toprağıyla sonbahar...
Sevgilim,
yaş kemâlini buldu.
Bana öyle gelir ki
belki bin yıllık bir ömrün macerası geçti
başımızdan.
Ama biz hâlâ
güneşin altında
el ele yalnayak koşan
hayran gözlü çocuklarız...
5 Kasım 1945
Çiçekli badem ağaçlarını unut.
Değmez,
bu
bahiste
geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.
Islak saçlarını güneşte kurut :
olgun meyvelerin
baygınlığıyla pırıldasın
nemli, ağır
kızıltılar...
Sevgilim, sevgilim,
mevsim
sonbahar...
8 Kasım 1945
Uzaktaki şehrimin damları üzerinden
ve Marmara denizinin
dibinden geçip
sonbahar topraklarını aşarak
olgun ve ıslak
geldi sesin.
Bu, üç dakikalık bir zamandı.
Sonra, telefon simsiyah
kapandı...
12 Kasım 1945
Damardan boşanan kan gibi ılık ve uğultulu
son lodoslar esmeye
başladı.
Havayı dinliyorum :
nabız yavaşladı.
Uludağda, zirvede kar
ve Kirezli-yaylada
şahane ve şipşirin yatmış uykudadır
kırmızı kestane yapraklarının üstünde ayılar.
Ovada kavaklar
soyunuyor.
İpekböceği tohumları kışlaklarına gitti gidecek,
sonbahar bitti bitecek,
nerdeyse girecek gebe-uykularına
toprak.
Ve biz yine bir kış daha geçireceğiz :
büyük öfkemizin içinde
ve mukaddes ümidimizin ateşinde
ısınarak...
13 Kasım 1945
Tarif kabul etmez, — diyorlar, — İstanbulun sefaleti,
milleti,
— diyorlar, — kırıp geçirdi açlık,
verem illeti, — diyorlar, — diz
boyu.
Şu kadarcık kız çocuklarını, — diyorlar, —
yangın yerlerinde, sinema
localarında...
. . . . .
. . . . . . . . .
Kara haberler geliyor uzaktaki şehrimden :
namuslu, çalışkan,
fakir insanların şehri —
sahici
İstanbulum,
sevgilim, senin mekânın olan
ve nereye
sürülsem, hangi hapiste yatsam
sırtımda, torbamın içinde
götürdüğüm
ve evlât acısı gibi
yüreğimde,
senin hayalin gibi
gözlerimde taşıdığım şehir...
20 Kasım 1945
Saksılarda hâlâ tek tük karanfil bulunursa da
ovada güz
nadasları yapıldı çoktan,
tohum saçılıyor.
Ve zeytin devşirilmekte.
Bir yandan kışa
girilmekte,
bir yandan bahar fidelerine yer açılıyor.
Bense hasretinle dolu
ve büyük yolculukların
sabırsızlığıyla yüklü
yatıyorum demirli bir şilep
gibi Bursada...
1945 yılı Aralık ayının dördü
İlk göz göze geldiğimiz günkü elbiseni çıkar sandıktan,
giyin,
kuşan,
benze bahar ağaçlarına...
Hapisten
mektubun içinde yolladığım karanfili tak saçlarına,
kaldır, öpülesi çizgilerle kırışık beyaz, geniş alnını,
böyle
bir günde yılgın ve kederli değil,
ne münasebet,
böyle bir günde bir isyan bayrağı gibi güzel olmalı Nâzım Hikmetin
kadını...
5 Aralık 1945
Delindi sintine,
esirler parçalamakta pırangaları.
Yıldız-poyrazdır esen,
tekneyi kayaların üstüne atacak.
Bu dünya, bu korsan gemisi batacaktır,
taş çatlasa batacak.
Ve
senin alnın gibi hür, ferah ve ümitli bir âlem
kuracağız
Pirâyem...
6 Aralık 1945
Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun,
meyve çağında ağacın,
serpilip
gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına :
— çürüyen diş, dökülen et —,
bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp
gidecekler.
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır
elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle :
işçi tulumuyla
bu güzelim
memlekette hürriyet...
7 Aralık 1945
Bursada havlucu Recebe,
Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana
düşman,
fakir-köylü Hatçe kadına,
ırgat Süleymana
düşman,
sana düşman, bana düşman,
düşünen insana
düşman,
vatan ki bu insanların evidir,
sevgilim, onlar
vatana düşman...
12 Aralık 1945
Ağaçlar ovada son bir gayretle pırıldamakta :
pul pul altın
bakır
tunç ve tahta...
Öküzlerin ayakları yaş toprağa gömülüyor
yumuşacık.
Ve dağlar dumana batık
kurşunî, sırılsıklam...
Tamam,
sonbahar belki bugün bitti artık.
Yaban
kazları hızla gelip geçti demin
herhal İznik gölüne
gidiyorlar.
Havada serin
havada is kokusu
gibi bir şey :
havada kar kokusu var...
Şimdi dışarda olmak,
dörtnala sürmek dağlara doğru
atı.
«— Ata binmesini de bilmezsin,» —- diyeceksin ama
şakayı bırak ve kıskanma,
yeni bir huy edindim hapiste :
seni sevdiğim kadar değilse de
hemen hemen ona yakın seviyorum
tabiatı...
Ve ikiniz de
uzaktasınız...
13 Aralık 1945
Gece kar birdenbire bastırmış.
Bembeyaz dallardan dağılan
kargalarla başladı sabah.
Göz alabildiğine Bursa ovasında kış :
başsızlık ve sonsuzluk geliyor akla.
Sevgilim,
değişti mevsim
çekişen gelişmelerden sonra bir
sıçramakla.
Ve karın altında mağrur
hamarat
sürüp gidiyor
hayat...
14 Aralık 1945
Hay aksi lânet, fena bastırdı kış...
Sen ve namuslu İstanbulum
ne haldesiniz kim bilir?
Kömürün var mı?
Odun alabildin
mi?
Camların kıyısına gazete kâadı yapıştır.
Gece erkenden
yatağa gir.
Evde de satılacak bir şey kalmamıştır.
Yarı
aç, yarı tok üşümek :
dünyada, memleketimizde ve
şehrimizde
bu işte de
çoğunluk bizde...
http://www.siir.gen.tr/siir/n/nazim_hikmet/piraye_icin_yazilmis_siirler.htm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder