23 Nisan 2014 Çarşamba

OSMANLI’DA ESNAF VE TİCARET

OSMANLI’DA ESNAF VE TİCARET
 
 
Osmanlı’nın torunu olmak ve 600 yıllık Osmanlı tarihiyle övünmek hakkına sahibiz. Çünkü Osmanlı’da ki ticaret ahlâkı gerçekten övülmeye değerdi. Osmanlı Devleti, kurmuş olduğu medeniyetini, tekke-medrese-kışla üçlüsü üzerine sağlam bir şekilde oturtup, doğruluk ve adalet üzerine dünyaya ışık saçtı.
 
Osmanlı medeniyetinin ve ahlâkının doruğunda yaşandığı günlerde Hollanda Ticaret Odası’nda bir karar alınırken oylar eşit çıktı. Oda reisi: “İçinizde Türklerle alış-veriş eden var mı?” diye sordu ve birinden “evet” cevabını alınca da onun oyunu, özel olarak iki oy olarak kabul edip karara vardı.
Türklerle alışverişte bulunan kişiye bu alış veriş Avrupa’da ayrı bir itibar ve güven kazandırmaktaydı. Bundan dolayı da Türkler gittiği yerde özel konuma gelmekteydi. Çünkü Osmanlı’da ticaretin her alanında dürüstlük ve ahlâk en önemli değerdi.
Burada bir not girelim; Yabancı bir kumaş taciri Osmanlı ülkesine gelerek bir kumaş imalathanesinin mallarını beğenip hepsini almak istedi. Ancak mal sahibinin kumaş toplarını denklerken bir top kumaşı ayırdığını görüp bu hareketinin sebebini sordu. Osmanlı esnafı “Onu sana veremem, kusurludur” cevabını verdi. Yabancı tacirin “ziyanı yok, önemli değil” demesine rağmen Osmanlı esnafı o kumaş topunu vermemekte direterek: “Ben malımın kusurlu olduğunu söyledim, biliyorsunuz. Fakat siz onu kendi memleketinizde satarken, alıcılarınız orada benim bunları size söylemiş olduğumu bilmeyeceklerdir. Böylece de müşterilerinize kusurlu mal satmış olacağım. Neticede Osmanlı’nın gururu, şeref ve haysiyeti rencide olacak, bizi de hilekâr sanacaklardır. Onun için bu kusurlu kumaş topunu asla size veremem” diyerek kumaşı vermeyişinin sebebini izah etti.
XVIII. Yüzyıl’ın sonlarında Türkler arasında çeyrek asır yaşayan d.’Ohsson, şöyle der: “Osmanlılar, Kur’ân-ı Kerim’de ifade edilen doğruluk, ahlâk ve namus prensiplerine çok bağlıdırlar. Aralarındaki bütün sosyal münasebet ve düzen, iyi niyet ve şefkate dayanır. Başka ülkelerde olduğu gibi, aralarında yazılı anlaşma yapmaya lüzum görmezler. İyi niyet ve söz, her şeyi halleder. Osmanlılar, verdikleri sözün esiridirler. Bu tutumları, yalnız dîndaşlarına karşı değildir. Hangi dînden olursa olsun, yabancılara karşı da böyle hareket ederler. Sözlerini tutma hususunda, onlara göre İslâm ya da İslâm olmamanın hiç bir farkı yoktur. Gayri meşru olan her kazancı, ahlâksızlık ve dîne aykırı görürler. Gayri meşru edinilmiş servetin, bu dünyada da, öteki dünyada da insanı bedbaht edeceğine samimi şekilde inanırlar.”
Osmanlı’nın son döneminde (1850), İstanbul’da uzun yıllar kalmış bir batılı tarihçi olan M.A. Ubicini’nin şehirde yaşayan değişik milletlerin karakter yapılarını öğrendikten sonra, anılarında: “Bir kaide olarak, Ermeni’yle Rum’la Yahudi’yle pazarlık yapınız fakat bir Müslüman’la alış-veriş ettiğiniz zaman istediği fiyattan emin olunuz ve istediğini veriniz” diye yazar.
       
Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u fethetmeye hazırlandığı sıralarda halkının durumunu görme maksatlı tebdili kıyafetle birgün çarşıya indi.
Sabah erken saatlerde yanına aldığı veziriyle çarşıda olan Fatih, girdiği ilk dükkândan birkaç şey almak istedi. Dükkân sahibi kendisini tanımamakla beraber, arzu ettiği şeylerden sadece birini hazırlayıp verdi. Bunun üzerine Sultan diğer istediği şeylerinde hazırlanmasını söyledi. Dükkân sahibi; “Efendim ben sabah siftahımı yaptım, komşumda dükkânını yeni açtı. Diğer isteklerinizi de ondan alınız.” Dedi. Sultan yan dükkâna girdi, bu sefer de yeni girdiği dükkânın sahibi istediklerinden yine sadece birini hazırladı ve yan dükkâna gitmesini, çünkü komşusunun bu sabah siftah yapmadığını, diğer alacaklarını da ondan almasını istedi. Bu durum böyle devam etti.
Alış-verişi bitiren Fatih Sultan Mehmed’in ağzından şu cümle döküldü:
“Allah’ım, değil bu milletle İstanbul’u, dünyayı bile fethederim.”
Hepimizin bildiği gibi Anadolu’da evvelce Bizans İmparatorluğu vardı. Bu topraklar kazanılınca her yönden İslâmiyet yerleştirilmeye çalışıldı. Maddî ve manevî olarak İslâm eserleriyle donatılmaya başlandı.
Yeni yurdun dînî, askerî, sosyal ve iktisadî hayatındaki yapılanmasında esnaf ve gazâ teşkilâtlarının büyük payları vardı.
Bu teşkilâtlara; Anadolu Gazileri, Anadolu Ahîleri, Anadolu Abdalları, Anadolu Bacıları gibi adlar verildi.
 
Anadolu Ahîleri: 13. Yüzyıl’da doğan Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunda büyük rolü olan, kadrosunda gazi teşkilâtları, Alpler ve Alp erenler de bulunan bir teşkilâttı. Çapulculuğu önlemek, can ve mal güvenliğini sağlamak ve ticaret ahlâkını kurmak gibi hayırlı vazifeler yaptı.
Bu teşkilâtın başlangıcı insanlığın başlangıcıyladır.
İlk defa Cebrail A.S.’ın, Hz. Âdem’e peştamal kuşattığı kabul edildi. Hz. Muhammed (S.A.V) zamanında İslâmî Fütüvvet Teşkilâtı olarak var oldu. Arapça’da “fütüvvet”in kelime mânâsı: Başkalarını kendi nefsinden üstün tutan cömert, kahraman, insanlığın hayrı için çalışandır. Fütüvvet, fetâ kelimesinden gelmektedir. Fetâ yiğit, fütüvvet yiğitlik demektir. Burada fütüvvet, meslekî bir organizasyonda; meslek teşkilâtında yiğitlik anlamına gelmektedir. Arapça’da “ah” ve “ahî” kelimesi, erkek kardeş anlamına gelir. Ahîlik, tasavvufî yönü olan bir meslek teşkilâtıydı. Sûfiler, tarikat erbabı, dervişler, tekkeye devam eden müridler kendi emeğini biçen kimselerdi.
Ahîlik, İstanbul’un fethine kadar kuvvetli olarak yaşandı. Ahîlik, bir taraftan fetih ve gazâ hamlelerini kolaylaştıran askerî bir teşekkül, bir taraftan sanatkârları ve çalışanları sınıflandırıp çalışmalarını desteklemiş iktisadî bir kurum, bir taraftan da bütün mensuplarının dînî-manevî ihtiyaçlarına cevap veren bir inanış ve TASAVVUF hareketiydi. Her sanayi grubu için Kur’ân-ı Kerîm’deki Peygamberlerden kendi sanatını yapanlar, sanatlarının pîri sayıldı.
Çiftçiler için Âdem (A.S), hallaçlar için Şit (A.S), terziler ve yazıcılar için İdris (A.S), marangozlar için Nuh (A.S), tüccarlar için Hud (A.S), deveciler için Salih (A.S) pîrleriydi. Sütçüler ve dülgerler için Îbrâhim (A.S), avcılar için İsmail (A.S), çobanlar için İshak (A.S), saatçiler için Yusuf (A.S), Musa (A.S) pîrleriydi. Ekmekçiler için Zülküf (A.S), tarihçiler için Lût (A.S), bağcılar için Üzeyir (A.S), çulhacılar için İlyas (A.S) pîrleriydi. Zırhçılar için Davut (A.S), hekimler için Lokman (A.S), balıkçılar için Yunus (A.S), gezginler için İsa (A.S) ve tüccarlar için de Hz. Muhammed (S.A.V) PÎR addedildi. (PÎR, bir konudan çok iyi anlayan, bilmediği şey olmayan insanlara verilen isimdir)
Ahî başkanları zaviye (küçük tekke) yaptırırlar, her türlü sanatkâr burada buluşurdu. Ahîler, ahî terbiyesini okuyarak, dinleyerek ve birlikte yaşayarak alırlardı. İlk giren adayın başı tıraş edilir, TÖVBE verilirdi. Üzerlerine hırka ve şalvar, başlarına büyük beyaz serpuş (başlık) giyerlerdi. Serpuşların tepesinde bir şerit bulunurdu. Ayaklarında mest yani su geçirmez ayakkabımsı giyecek olurdu. Tuğ ve bayrak verilir, kuşak kuşatılır, seccadeye geçirilir, helva pişirilir, lokma sunulur, diğer şehirlere helva gönderilirdi. Bunlar zaman içinde gerçekleşirdi. Böylece uzun yıllar süren bir eğitimden sonra olgun bir ahî olunurdu.  Ahîliğe giren talip “nim tariyk” (yarı yol) ve “sahib-i tariyk” (yol sahibi) adlarını sıra ile alırdı. Kuşak ve peştamal bağlama işine şedd (sıkı bağlama-kuşak) denirdi.
 Kuşak bağlamada:
“Beline kuşatıyorum ta ki sözünde durasın,
Şeytana uymayasın daima ona düşman olasın,
Dünyaya muhabbet etmeyesin,
Allah’ın kaza ve kaderine sabredesin,
Nereye gidersen bu tuğ yanında olsun,
Allah’ın bunda hikmeti vardır…” denirdi.
 
Çıraklarla, ustaları ve şeyhleri arasında aracılık yapana Nakib denirdi. (Nakib; bir dergâhta şeyhe yardım eden, vekillik eden en eski mürid, derviş).
 
Ahîliğin kuralında, eli, kapısı, sofrası açık; gözü, dili, beli kapalı olmak esastı.
Seyyah İbnî Batuta Seyahatnamesinde;
“Tekke mensupları türlü işlerde, türlü sanatlarda çalışarak, terleri ve hünerleriyle geçinirlerdi. Ahîler Türkmen kavimlerinde, her vilayet, belde ve karyesinde (köylerinde) vardı. Yabancılara şefkat gösterme, yiyeceklerini, ihtiyaçlarını sağlamada bunların dünyaya misli yoktu. Ahî denilen reisleri bir zaviye inşa eder, kandiller asar, mensupları gündüzleri hayatlarını kazanmaya çalışır, ikindiden sonra kazançlarını reise getirir, bununla yiyecek ve tekkede harcanan diğer maddeleri alırlardı. Beldelerine gelen misafirleri dergâhlarında misafir ederler, toplanıp yemek yerler.” yazdı.
Anlıyoruz ki; tekkeler “bir hırka, bir lokma” edebiyatının geçerli olduğu tembeller, uyuşuklar yuvası değildi. Aksine Necm Suresinin 39. Âyet-i Kerimesi’nde belirtildiği gibi:
 
Bismillâhirrahmânirrahîm
53/NECM-39: Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ.
Ve insan için, çalışmasından başka bir şey yoktur.
 
Farzını en ahsen biçimde yerine getirenlerin yuvasıydı. Tekke mensupları hem 53/NECM-39. Âyet-i Kerimesi’nin gereğinin yapıldığı, hem de tasavvuf eğitiminin alındığı bir okul hüviyetindeydi. İnsanlar hem dünya işlerini yaptılar, hem de ahiret için çalıştılar. Böylece Kur’ân-ı Kerîm’deki Zülcenahayn olma (çift kanatlı olma) standardını yakalamaya çabadılar.
 
Bir ordu düşünün ki, askerlerinin hepsi tasavvufu yaşadı. Bu ordu Osmanlı Ordusu’ydu. Yani Yeniçeriler’di.
Bir esnaf teşkilâtı düşünün ki, mensuplarının hepsi tasavvufu yaşadı. Bu esnaf Osmanlı Esnafı’ıdı. Yani Ahîler’di.
 
Burada günümüzde yaşayan bir Allah Dostu’nun Osmanlı esnafı hakkındaki sözlerini vermekte fayda görüyorum.
“İşte aradan bunca seneler geçti. 600-700 yıl evvelki kök boyaların sırrı hala çözülemedi. O tarihlerden bu tarafa gelen bütün kumaşların boyası sanki dün boyanmış gibi tazeliğini koruyor. Gidin müzelere dikkatle bakın. Bugün bir elbise alıyorsunuz; 3 yıl sonra elbisenin boyaları çıkıyor. En kalite boyayı kullansanız da…
Onların sırrı çözülemedi. …
Çeliğe çifte su verilmesinin hikmeti hala çözülebilmiş değil.”
 
Osmanlı’yı askerî alanda olduğu gibi iktisadî ekonomik alanda da Osmanlı yapan sır tasavvuftu. O halde bu koca çınarı asırlardır ayakta tutan terbiye yine tasavvuftu. Günümüzde bazı meslek grupları halâ sanatlarını zikirle ifa ederler. Bakırcılar çekiçlerini bakırların üzerine iki darbede indirirler. Tak-tak. Her bir indirişte o iki heceli kelimeyi söylerler. Yani zikrederler… “Al-lah, Al-lah”.
Yine keçeciler, yünü vücutlarına vurdukça, Allah zikriyle katarlar kendi terlerini keçelerine. “Al-lah, Al-lah”…
 
Ahîlik, zamanla Osmanlı’da ekonomiyi koordine eder hale geldi. Esnaf gruplarının ürettiği malların kalitesi denetlenip, tüketicilerin aldatılmasına izin verilmedi. Esnaf ve sanatkâr olmak isteyen bir Osmanlı vatandaşı önce Ahî Teşkilâtları’na üye oldu. Burada aldığı manevî eğitim ile mesleğinde de yükseldi.
 
Osmanlı’da ev hanımlarının oluşturduğu Baciyân-i Rum Teşkilâtı, Fatma Bacı isminde ve Hacı Bektaş-i Velî Hazretleri’ne yakınlığı (Muhtemelen Eşi) ile bilinen tasavvuf ehli bir kadın tarafından kuruldu. Bu kadın teşkilâtı, özellikle İslâmlaştırma çalışmalarına aktif olarak katılması ve asker teşkilâtında kilit roller üstlenmesiyle, modern anlamda bir “sivil karar verme örgütünün” belki de en sağlam örneklerinden birini teşkil etti.
 
Tasavvufî hayat Osmanlı’da her kesimde yaşandı. Kâmil insan yetiştirme merkezleri şeklinde çalışan dergâhlar, hemen her mahallede vardı. Mahallenin her meselesi ile ilgilenildi, sorunlar toplum menfaatine uygun olarak çözüldü. Kurtuluş Savaşı yıllarında, Özbek tekkesinin Anadolu’ya insan ve malzeme kaçırma konularında milli kuvvetlere yardım ettiği malûmdur.
İnsanların toplum yararına yetişmesi, sadece müspet ilimler ile olamaz! Mutlaka manevî eğitim de gereklidir. Bu eğitim kişilerin bu dünyası ile ahîretini de kurtarmaktadır. Bu gerçekler Hidayet Çağı’nda daha iyi idrak edilecektir.
 
Osmanlı’da hemen her meslek ve meşrebe uygun tekke mevcuttu. Tekkelerin hizmetini gören ve orada daimî kalan müridler olduğu gibi, buralara mesleği dışındaki sair zamanlarda devam edenler de olurdu. Özellikle ahî tekkeleri, esnaf tekkeleriydi.  Ahîlik, Osmanlı’daki en önemli tasavvufî teşkilâtlanma örneklerinden birisiydi. Esnaf localarına mensup olan ustalar, kalfalar, çıraklar haftada en az bir kere ahî tekkelerine gelerek burada edep erkân öğrendiler.
Esnaf localarını, bugünkü esnaf odalarına (Fırıncılar odası, Berberler odası gibi) benzetebiliriz. Ama bugünkü odaların pek çoğu tabeladan ibaret kalmaktadır. Günümüzdeki esnaf odalarından daha geniş yetkileri olan esnaf locaları, mükemmel bir teşkilâtlanma örneği sergilediler. Bu loncalar, esnafın sıkıntıları ile ilgilendiler. Meslekî yeterliliklerini ve ticaretlerini geliştirmek için onlara yardımcı oldular. Meslekte ustalaşanlar için merasim tertip edip, ustalık icazetini tescil ettiler ve onlara dükkân açma ruhsatı verdiler.
 Dînî bayramlardaki esnaf geçitleri ve gösterileri gibi sosyal faaliyetleri de organize ettiler. Ayrıca esnaf locaları ve esnaf dükkânları, ahlâkî, ilmî, edebî mevzuların konuşulduğu, kalfa ve çırakların çok yönlü yetiştirildiği birer kültür merkeziydi.
 
Şeyh Nasreddin Ahî Evran:
Anadolu’da Ahîlik’in kurucusu Şeyh Nasreddin Ahî Evran’dı. Azerbaycan’da doğan, çocukluğunu ve gençliğini de bu ülkede geçiren Ahî Evran, Horasan’a giderek Ahmed Yesevî’nin öğrencilerinden tasavvuf öğrendi. 1205’den sonra Anadolu’yu dolaşarak Ahî Örgütü’nü kurdu. Örgütün kalıcı olması için,  Ahîlik’i birlikte ibadet ettikleri ve tören düzenledikleri yer olan tekkelere ve zaviyelere (küçük tekkelere) bağladı. Bütün zanaatların “Pîri ve kurucusu” sayılan Ahî Evran, sonunda Kırşehir’e yerleştiği için, bu kentteki  Ahî Evran Zaviyesi’de bütün örgütün merkezi durumuna geldi.
Ahî Evran Hazretleri, mürşidi ile birlikte Anadolu’ya geldiğinde, Kayseri’ye yerleşti ve burada da bir debbağlık (deri terbiyesi) atölyesini kurdu. Sonra Konya ve oradan da Kırşehir’e yerleşti ve burada hayatını tamamladı.
Ahî Evran Hazretleri ve diğer Ahîler, ayrıca İlhanlı istilâlarına ve onların güdümündeki yönetimlere karşı, askerî ve siyasî yönden mücadele ettiler. Ahî Evran Hazretleri’nin İlhanlılar’ın güdümünde olan gruplar tarafından öldürüldüğü iddiası yaygındır.
Ahî Evran Hazretleri, şehirlerde sanayi çarşılarının kurulmasında öncülük etti ve bazı yerlerde de bu çarşıların kurulmasını gerçekleştirdi. Kurduğu bu muhteşem sistem (Ahîlik Teşkilâtı), Osmanlı İmparatorluğu’nun ticaret hayatında 630 yıl etkili oldu.
Ahî Evran’ın şeyhliği altında XIII. Yüzyıl’da Ankara ve Kırşehir’de toplanan Ahîler, kısa sürede Selçuklu şehirlerine yayıldılar. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda etkili oldular. Ahî Evran Hazretleri, 1261 yılında Kırşehir’de öldürüldü (şehit edildi).
Velâyetnâme adlı bir eserde (bu eser; Hacı Bektaş Velî’nin vefatından sonra bir öğrencisi tarafından yazılan hayatının destansı bir tarzda anlatıldığı bir kitaptır) Hacı Bektaşî Velî’nin, sık sık Kırşehir’i ve Ahî Evran Hazretleri’ni ziyaret ettiği ve onunla yaptığı sohbetleri anlatılmaktadır. Ahî Evran Hazretleri’nin yetiştirdiği ahîler Osmanlı Beyliği’nin uçlarına yerleşerek tekke ve zaviyeler kurdular, böylece Osmanlı’ya ahlâklı insanlar yetiştirdiler.
 
Anadolu’da, Türkmenler’in yaşadığı bütün kent, kasaba ve köylerde ahî zaviyeleri bulunurdu. Bir zanaat dalında çalışmak isteyen herkes o zanaatın ahî birliğine katılmak zorundaydı.
Sevgili Öğrenciler, sanatta tek ve benzersiz bir ürün yapmaya çalışırsınız. Önemli olan yaratıcılıktır. Zanaatta ise usta çırak ilişkisinden gelinerek öğretilen ve öğrenilen el ustalığı vardır. Çırak işi ustası gibi yaptıkça hatta onu aştıkça zanaatkâr olur.
Her zanaat dalında, en dürüst ve en saygın usta zaviyenin başkanı olurdu ve “ahî” adıyla anılırdı. Birliğin ahî’den sonra gelen yöneticisi “server” adı verilen yiğitbaşıydı. Yiğitbaşı esnaf birliğinin düzenini ve güvenliğini sağlamakla yükümlüydü. “Fityan” denen genç çıraklar evleninceye kadar zaviyelerde ortak bir yaşam sürerlerdi. Bir kentte ne kadar zanaat dalı varsa o kadar ahî zaviyesi, her zaviyenin başında da bir ahî bulunurdu.
Bu ahîlerden biri “Ahî Baba” adıyla öbürlerine başkan olurdu. Genellikle, kentin ekonomik yaşamında en önemli yeri olan birliğin şeyhi Ahî Baba seçilirdi. Anadolu’nun hemen her yerinde bulunan zaviyelere Ahî Baba atanması, çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa yükselme törenleri, Ahî Evran zaviyesi şeyhlerinin izniyle yapılırdı. Bu zaviyenin şeyhleri ya da onların halifeleri her yıl belirli dönemlerde Anadolu’yu dolaşarak zaviyeleri denetler,  ahî birlikleri arasındaki anlaşmazlıkları çözer, çıraklık, kalfalık ve ustalık törenlerini yönetirlerdi.
Ahîler’in kendilerine özgü giyimleri vardı. Sırtlarına hırka, başlarına tepesine beyaz bez bağlanmış külah giyerlerdi. Ahî birliğine girebilmek için bir iş ve zanaat sahibi olmak zorunluydu.  Ahî kendi emeğiyle geçinmeli, cömert, alçakgönüllü ve namuslu olmalı, mal mülk hırsına kapılmamalıydı. Genç ahîler (fityanlar) gündüzleri çalışır, kazandıktan parayı zaviyeye getirirlerdi. Bu parayla zaviyenin giderleri karşılanır ve ortak sofra için yiyecek alınırdı. Zaviyeler aynı zamanda genç ahîlerin eğitildiği yerlerdi. Burada okuma-yazma öğretilir, çeşitli konuların yanı sıra kılıç, ok atma ve silah eğitimi verilirdi.
Her esnaf birliği kendi alanındaki zanaatçıları sıkı sıkıya denetler, birliğe bağlı dükkân ya da atölye sayısı birliğin izni olmadan arttırılamazdı. Her dükkânda tek bir usta bulunurdu. Mallar belirli kurallara uygun olarak üretilir, tek bir fiyat uygulanır, bozuk ya da pahalı mal satanlar meslekten atılırdı.
Bir zanaata girmek isteyenler önce çırak olarak alınır, işin inceliklerini öğrenirlerdi.  Ahîlik’e kabul edilme töreninde önce tuzlu su içilir, şedd kuşanılır (bele kuşak bağlanır) ve şalvar giyilirdi. Tuzlu su bilgiyi, şedd kuşanma yiğitliğe ve hizmete hazırlığı, şalvar namusu simgelerdi.  Ahîlik’e girenlerin iş eğitimi “yol kardeşi” denen iki kalfa ile “yol atası” denen bir usta gözetiminde yürütülürdü. Ustasının yanında yıllarca zanaatın inceliklerini öğrenerek pişen çırak, gene ustasının izniyle kalfa olurdu. Kalfalık süresini doldurup ustalık becerisini kazanınca da büyük bir törenle ustalığa yükselirdi. İlkbaharda düzenlenen bu törenler bütün esnafın katıldığı kır eğlenceleri biçiminde sürer, sonunda usta olmaya hak kazananlara ahîlik törelerine göre peştamal bağlanırdı.
Ahîlik’in Osmanlı’da yalnız ekonomik değil siyasal etkinliği de oldu. Rum halkın oturduğu kent ve kasabalardaki ticaret hayatının denetim altına alınmasında, Rumlar’ın Türk kültürünü ve yaşam biçimini benimsemesinde Ahî Esnaf Örgütü’nün büyük rolü vardı. Bizans’dan yeni alınan kentlere yerleşen Türkler, her zanaat dalının Ahî Esnaf Örgütü’nü kuruyorlardı. Böylece ticarî etkinlik Rumlar’dan Türkler’e geçiyordu. Anadolu’nun Moğol istilasına uğradığı karışıklık dönemlerinde Ahî Esnaf Örgütleri kentlerde düzeni ve güvenliği sağlama görevini de üstlendi.
Ahîler’in Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda da büyük rolü oldu. Osman Bey’in kayınpederi Ahî Şeyhi Edebalî, Osmanlı Beyliği’ne büyük destek sağladı, sonradan Osmanlı hanedanına bağlı birçok kişi ahî örgütleri içinde yer aldı. Ayrıca ahî şeyhleri savaş sırasında orduya asker gönderdiler. Osmanlı ordusundaki ilk piyade askerlerinin ahî giysileri giymesi ve Yeniçerilerin başlıklarının ahîlerden alınması bu örgütün etkisini gösterir.
 
Osmanlı Devleti’nin tüm bölgelerinde birlikler halinde teşkilâtlanmış olan esnaf ve zanaatkârların, üretim ve imalat usulleri ile, belli bir dönemde ne kadar mal üretileceği baştan belirlenir; fiyat ve kalite standardı bu teşkilât sayesinde tutturulabilirdi. Bu birlikler sadece imalât ve satışla alâkalı değildiler. Eğitimden yerel rekabetin tanzimine kadar pek çok hususta söz sahibiydiler. Merkezî hükümetin genel politikaları, bölgenin kadısı ile bölge esnafı arasında oluşturulan hukuka göre yerel düzlemde şekillendiriliyordu. Bu suretle hem yerli nüfusun, hem de İstanbul gibi büyük şehirlerin iaşesi ve temel ihtiyaçları, kaliteden taviz vermeden, fiyatlarda da aşırı dalgalanmalara mahal vermeden temin edilmiş oluyordu.
 
Esnaf Alayları:
Osmanlı döneminde belli bir düzen ve protokole uygun bir şekilde saltanat ve bayram merasimleri yapılırdı. Bu merasimlerin öğleden sonraki kısmında şenlikler yer alırdı. Bu şenliklere katılanlar, sadece askerî bölükler ve bu tür gösterilerin vazgeçilmez unsuru olan güreşçiler, hokkabazlar, cambazlar değildi; esnaflar da katılırdı.
Ordunun sefere çıkması, şehzadelerin sünnet olması, sultanların evlenmeleri, saraydaki doğumlar ve şehre gelen çok önemli konuklar için düzenlenen Osmanlı şenliklerinin en eğlenceli yanlarından birini de  “Esnaf Alayları” oluştururdu.
Osmanlı şenliklerinde esnafların geçişi, verdikleri hediyeler, yaptıkları işler, hünerlerinin sergilenmesi önemli bir yer tutardı. Bu alaylarda esnaf, birbirleriyle üstünlük yarışına girerdi. Her biri kendi meslekleriyle ilgili daha güçlü ve teknolojik bakımdan en şaşırtıcı, akıl almaz buluşları göstermeye çaba sarf ederdi. Esnaf alaylarının incelenmesi o yüzyıllarda Osmanlı’nın gerek sanat gerek teknoloji alanında ne aşamada olduklarını göstermesi açısından önem taşımaktadır.
18. Yüzyıl’a kadar şenlikler daha çok İstanbul - At Meydanı’nda düzenlenirdi. Esnaf alayları da padişahın alayı izlemek için geldiği Alay Köşkü’nün önünden geçer ve At Meydanı’na doğru giderdi.
İstanbul halkı kadar o sırada herhangi bir amaçla ülkede bulunan yabancılar tarafından da ilgi gören şenliklerin en göz alıcı bölümünü devletin gücünü ve esnafın becerilerini yansıtan esnaf alayları oluştururdu.
Her esnaf loncası kendi alanlarıyla ilgili değerli armağanlarını vermeden önce bir geçit düzenler ve meslekleriyle ilgili sahneler gösterirdi.
Esnaf, hepsi de en yeni ve en temiz elbiselerini giyinmiş olarak kendilerine verilen geçit tertibine riayetle, kendileri için ayrılan günde büyük bir düzen içinde padişahın önünden geçerek, tam padişahın bulunduğu kasrın önüne geldiklerinde padişaha kutlama ile ilgili güzel temennilerde bulunurlar ve kendisine olan bağlılıklarını arz ederlerdi. 
Padişah için kurulan otağın önünden sırayla geçen esnaf taifesi, çoğu zaman kendi mesleklerine yönelik gösterilerle, ancak zaman zaman da Karagöz, ortaoyunu ve hokkabazlık gibi gösterilerle dikkat çekmeye çalışırlardı. Mesela, fırıncı esnafı, bir araba üzerine kurulu bir tezgâh ve fırını kullanarak geçit sırasında açtıkları hamurlarla çörek pişirir; bunların en özenli hazırlanmış olanlarını padişaha sunardı. Ciltçi esnafına ait arabanın üzerinde bir ciltçi ustası özenle bir Kur’ân-ı Kerim’i ciltlerken, yanındaki çıraklar ise Kur’ân-ı Kerim tilâvet ederlerdi. Geçit sonunda, yeni ciltlenmiş bu Mushaf (iki kapak arasına alınmış Kur’ân-ı Kerim sayfaları) padişaha hediye edilirdi. Bakırcılar ellerindeki çekiçlerle belli bir tempoda işledikleri bakır sini, kazan ve ibriklerle müzik ziyafeti verirler, mumcular erimiş mumları şekillendirirler, çiçekçiler özel düzenlemelerle süsledikleri arabalarla hayranlık uyandırırlar, kuyumcular taşlarla işledikleri altından mamûl eşyaları ve sandıkları ellerinde taşırlardı.
Esnaf ve zanaatkârlar, kabiliyetlerini ve hünerlerini sergiler, tabiri caizse, gündelik hayatta varlıklarının ne kadar elzem olduğunu ispat etmeye çalışırlardı. Her şenlikte esnafın geçit gösterisi, gerek sergiledikleri mallar, gerekse çalışmalarını yansıtan sahnelerle halkın büyük ilgisini çeker ve binlerce kişi tarafından bir izdiham içerisinde seyredilirdi.
 Osmanlı zamanında esnafın alaylarla geçişi padişahların tahta çıkışları, büyük düğünler, padişahın büyük bir seferden dönüşü gibi durumlarda da yapılmakta ve geceli gündüzlü devam eden eğlenceler hâline dönüşmekteydi. Alayla geçiş, esnaf arasında bir nevi rekabet de doğurduğu için her sınıf kendi alayının daha mükemmel, daha cazip ve daha ilgi uyandırıcı bir şekilde geçmesine son derece özen gösterir ve bu itibarla gayet canlı ve eğlenceli olan alaylar, başta padişah olmak üzere herkesin takdirini kazanırdı.
Esnaf loncaları, geçitlerden sonra şenlik geleneğine uygun olarak önceden tespit edilen ölçüye ve şekle göre kendi sanat eserlerinden örnekleri de padişaha armağan olarak takdim ederlerdi. Bu hediyeler arasında takdir edilerek seyredilecek kadar maharetle meydana getirilmiş olanları çoktu. Padişah, bu armağanlar karşılığında, memnuniyet ve hoşnutluğunu para dağıtarak gösterirdi.
Birlikler ve loncalar halinde teşkilâtlanmış olduğunu bildiğimiz esnaf, kendini temsil eden bir flamanın altında toplanırdı. Her sınıf kendi alayının başında kendi sancağını, bayrağını taşırdı. Sözgelimi, kağıtçılar kenarı yeşil çizgili, ortası beyaz flamalar taşırdı. Baharatçılar yaldızlı çizgili bir yeşil alem, sicimciler ise kırmızı-beyaz bir bayrak altında toplanırlardı. Renk renk ipekli kumaşlardan yapılan ve sırmalarla yaldızlı iplerle çepeçevre süslenen bu bayraklar üzerinde esnafın ismi yine ipekle işlenir ve bu bayraklar uzunca güzel bir direk ucunda yüksekte tutularak taşınırdı.
Esnafın önemli bir kısmı, zaten ya sarayda ya da orduda temsil edilmekte ve hizmet vermekteydi. Topkapı Sarayı’nda hizmet verenler arasında; bayrakçılardan çadırcılara, helvacılardan çamaşırcılara, mürekkepçilerden kürkçülere, zincircilerden kıl dokuyuculara kadar çeşitli meslek grubuna ait zanaatkâr çalışmaktaydı.
İstanbul’da düzenlenen esnaf alaylarının iki türü vardı. Bunlardan biri ordunun sefere çıkışı münasebetiyle ordu esnafı tarafından düzenlenen alaylar, diğeri ise şenlikler sırasında gerçekleştirilenlerdi.
Ordu esnafının alayları, sefere ordu ile birlikte çıkmak üzere görevlendirilen esnafın İstanbul’dan ayrılmadan önce padişaha, devlet erkânına ve halka gösterişli eğlenceli törenler düzenlemek, padişahın önünden geçerken mesleklerinin en dikkat çeken yönlerinden birini vurgulayan gösteriler yapmaktan ibaretti. 
Ordu esnafı, sefer boyunca askerin her türlü ihtiyacına cevap vermek amacıyla ordunun peşinden gider; sefer ve savaşın türlü güçlüklerine katlanarak hizmet ederdi; ni’metlerinden de istifade yolunu arardı.
1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar devam eden ordu esnafı alaylarından 17. Yüzyıl’da yapılan üçü hakkında Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi başta olmak üzere, Çelebi Kömürciyan’ın Ruzname adlı eserlerinde oldukça ayrıntılı bilgiler yer almaktadır.
Evliya Çelebi, Seyahatname’nin I. Cildi’nde Bağdat Seferi’ne (1638) çıkılmadan önce düzenlenen ordu esnafı alayından uzun uzun söz eder. İstanbul esnafını tanımada birinci elden kaynak olan bu eserde 57 kümede toplanmış 1109 esnafın adı verilmiş, dükkân ve çalışan sayıları belirtilmiş, pîrlerinin adları sıralanmıştır. Alay geçerken hazırlamış oldukları arabalar üzerindeki dükkânlarda meslekleriyle ilgili araç gereçleri nasıl çalıştırdıkları, mallarını tanıtıp gösteri niteliğinde alışveriş sahneleri gerçekleştirdikleri, izleyenleri güldürmeyi amaçlayan sözler söyledikleri anlatılmıştır. Evliya Çelebi’nin anlatımına göre:
“Macuncular macun hokkalarını dizmiş olarak, çıraklar tunç havanlarda baharat döverek ve gümüş hokkalardan izleyenlere macun ikram ederek geçtiler. Çiftçiler ayaklarında çarık, omuzlarında aba, dolama, yün hırka, başlarında taçlar olan halleriyle ve boynuzları süslenmiş öküzlerini sabana koşmuş olarak geçtiler. Değirmenciler araba üzerine kurdukları ve araba gittikçe çarkları da ona bağlı olarak dönen değirmende öğüttükleri unu izleyicilerin üzerine serperek geçtiler.”
1657’de Girit Seferi münasebetiyle IV. Mehmed’in huzurunda düzenlenen ordu esnafı alayı, Eremya Çelebi Kömürciyan’ın Ruzname adlı Ermenice eserinde anlatılır. Bu eserde verilen bilgiye göre esnaf alayının önünde yer alan protokol görevlilerinin ardından başta çiftçiler, meslekleriyle ilgili gösteriler yaparak geçerlerdi. Bu alayda görülen 53 esnaftan meşaleciler atlarına biner ve meşalelerini yakarlardı. Ekmekçiler çeşitli boy ve lezzette ekmek ve simit, çörek gibi yiyecekleri siniler üzerinde taşır, kasaplar bellerinde bıçaklarıyla ve süsledikleri koyun ve keçileri yanlarında taşırlardı. Manavlar ise develerin üstüne kurdukları dükkânı çeşitli meyvelerle süsler, yağcılar büyük yağ tulumlarını omuzlarlar; aktarlarla birlikte şekerci ve sabuncular mal satıp sağa sola tütsüler yaparlardı. Kumaşçılar hallaçlar, yorgancı ve kapamacılar deve üstüne yaptıkları dükkânda pamuk atar; terziler diktikleri olağanüstü güzellikteki elbiseleri sırıklara geçirmiş olarak; berberler birini tıraş ederek; kavaflar ellerinde dikmekte oldukları pabuçlarla, bozacılar da halkın üzerine darı serperek geçerlerdi. Her sınıftan İstanbul halkı alayı seyretmek için yollara dökülmüş, yol kenarlarında kiralık seyir yerlerine doluşmuş, geçici dükkânlar kurularak alış-veriş yaparlardı.  Ayrıca Padişah, her esnafın ileri gelenini huzuruna kabul ederek, onlara meslek ve çalışmalarına uygun armağanlar verirdi.
 
Padişahların Esnaf Kontrolü:
Esnaf denetimini zaman zaman bizzat padişahların yaptığı da olurdu. Fatih Sultan Mehmed bazen resmi olarak, bazen de tebdil-i kıyafetle, yani kıyafet değiştirerek Unkapanı’ndaki, Kapalıçarşı’daki esnafı sık sık dolaşarak, devletin koyduğu kanunlara uyulup uyulmadığını kontrol etti.
1774 ile 1789 yılları arasında tahtta bulunan I. Abdülhamid de sık sık esnafı denetleyen padişahlardandı. Sultan I. Abdülhamid, tebdil-i kıyafet ederek fırınlara gider, ekmeğin ağırlığını, rengini, içine konan maddeleri bizzat kontrol ederdi.
 
Sanayi
Osmanlı’da sanayi alanında önemli bir kanun şöyleydi:
“Osmanlı Devleti’nde bulunan altın, gümüş demir, kurşun, bakır ve bütün diğer madenler, bulan şahsa aittir. Çıkardığının beşte birini hazineye vermeye mecburdur.”
 
İmparatorluk maden bakımından kendine yeterliydi. Değerli madenler de vardı. (Bozkır, Gerger, Şiru, Gümüşhane, Espiye’de altın, İspir’de firuze, Asyut’ta zümrüd, pek çok yerde gümüş vs.). İmparatorluk sanayinde madenler çok önemliydi.
Ağır sanayi ile büyük sayıda işçi kullanan büyük sanayinin önemli kısmı devletin elindeydi ve savaş sanayine dönüktü. Ağır sanayi ve büyük sanayi ordu, donanma ve sarayın ihtiyaçları içindi.
İhracata da dönük olan tekstil, bütün imparatorluğa yayıldı. Devletinde ordu için ağır yünlü kumaşlar (keçe, çuha) imal eden fabrikaları vardı.
Şeker fabrikaları her yerde vardı ve özel sektörün elindeydi. Kıbrıs’da bile Limasol ve Baf’ta olmak üzere iki şeker fabrikası mevcuttu.
Mutlak şekilde dünyanın en kaliteli malları olan deri eşya da, bakır eşya da yaygın bir sanayiydi.
Beykoz’da Kâğıthane’de, Yalova’da ve pek çok yerde kâğıt fabrikaları bulunurdu.
Dünya ipekli dokumacılığının merkezi birkaç asır için Bursa’ydı. Sonra Fransa’da Lyon Bursa’nın yerini aldı.
 
Bedesten Tüccarı
Osmanlı’da üç çeşit ticaret erbabına “tacir” ve çoğul olarak “tüccar” denirdi. Biri armatörlerdi. İkincisi toptan mal, bilhassa yiyecek maddesi alıp satanlardı. Üçüncüsü lüks ithal malları ile pahalı eşyaları büyük şehirlerde satanlardı.
Şehirlere et sevkedenlere “celeb”, meyve ve sebze sevkedenlere “kabzımal” denirdi. Bu suretle un ve diğer zarurî gıda maddeleri sevk edenler vardı. Fakat asıl tüccar, bedestende mağaza sahibi olup, lüks ve değerli mal satanlardı. Ayrıca depo ve antrepoları bulunurdu. Dış ülkelerle irtibatlıydılar. Bedesten Tüccarları, yalnız değerli mal satarlardı. Hükümet ruhsatı ile çalışır, ağır vergi öderlerdi.
Osmanlı, halka mahsus mal satan dükkânlar kompleksine çarşı, bu çarşı üzeri kapalı bir dam altına alınmışsa kapalı çarşı, sergi halinde fakat gene toplu olarak çeşitli malları ayrı tezgahlarda açık havada satan komplekse pazar, değerli mal satan mağazalara bedesten derdi.
Bedesten, yalnız mühim şehir ve ticaret merkezlerinde olmaktaydı. Küçük şehirlerde yoktu. İstanbul’da böyle iki bedesten vardı ki ikisi de Kapalı Çarşı içinde ayrı bir yerdeydi, bugünde aynı yerde faaliyettedir. Birinde mücevherler, diğerinde “sandal” adlı çok değerli atlas (kalın ipek) kumaşlar satılırdı. Kürk, porselen, billur, değerli silahlar, pahalı kokular, antika eşya, her türlü değerli ithalat malı bedestende satılırdı. Bedestende dükkân sahibi olacak tacirin sicilinde en küçük leke bulunmaması gerekirdi. Çok defa diğer meslekler gibi babadan oğula kalıyordu.
İstanbul bedestenini 1453’de Fatih, Edirne bedestenini 1420’ye doğru dedesi Çelebi Sultan Mehmed kurmuştu.
Kanunî devrinde çok uzun süre İstanbul’da kalarak, gördüklerini kaleme alan Pedro, İstanbul Bedesteni’ndeki bir tek mücevherci dükkânında, Madrid’in bir meydanında (Medina del Campo) yer alan bütün mücevherci dükkânlarının toplamından fazla ve değerli mücevherat bulunduğunu yazar.
             
Çarşılar, Pazarlar, Hanlar
Osmanlı’da çarşılar, günümüzdeki gibi bir sokağın iki tarafına dizilmiş dükkânlar topluluğuydu. Her şehirde bedesten olmamasına rağmen, her şehirde, hatta her kasabada çarşı vardı. Büyük şehirlerde pek çok çarşı vardı.
Büyük şehirlerde, yalnız bir çeşit malın satıldığı müstakil çarşılar mevcuttu. Mesela İstanbul’da Saraçhane Çarşısı, yeryüzünde deri eşyanın her çeşidinin satıldığı en büyük çarşıydı. Büyük çarşılar, birkaç sokak ihtiva ederdi. Nadiren sokakların üzeri damla kapatılır, “kapalı çarşı” olurdu.
Osmanlı kapalı çarşısı, Batı’nın shopping center’larının gerçek öncüsüydü ve İstanbul Kapalı Çarşısı onların en büyükleriydi. Eskisinden küçülmüş olmakla beraber bugünde öyledir. XVII. Yüzyıl’da İstanbul’daki 48.000 dükkânın beşte biri Kapalı Çarşı’da toplandı. Çok ünlü bir İstanbul çarşısı, yalnız kitap satan Sahâflar Çarşısı’dır.
Pazarlar, açık çarşılardı. İstanbul’un Tavuk Pazarı, Bit Pazarı, Kuş Pazarı, At Pazarı, ünlüydü. Bugün İstanbul pazarları daha çok taze yiyecek satan, belirli geliri olan halka dönük hale geldi. Bir de mevsimlik sergiler vardı. Mevsimine göre meyveler satılırdı.
Otellere de han denmekteydi. Bir de ticaret hanları vardı. Toptancı tüccarın hem depo hem büro olarak kullandıkları yerlerdi. Bugünkü iş hanları gibiydi. XVII. Yüzyıl’da mesela Şam şehrinde böyle 240 han vardı ve bazılarının oda sayıları 170, dükkân ve mahzen sayıları 100’e kadar çıkardı. Edirne’de 18 büyük iş hanı, 28 otel-han vardı, küçük iş hanları hariçti. Kösem Sultân’ın İstanbul’da Cağaloğlu’nda hayrat olarak yaptırdığı Valide Hanı, 366 büyük odaya sahipti. Bir kısmı bugünde ayaktadır, hayretle seyre değer bir abidedir.  
 
Osmanlı’da İlk Altın Para:
 Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk altın para Fatih Sultan Mehmed tarafından, 1478 yılında İstanbul’da bastırıldı. 
  
  Fatih Sultan Mehmed beylikten devlete geçişi altın para kestirerek dünyaya duyurdu. 
Sultanî veya Yaldızlı denen bu sikke ticarette zorluk çıkmasın diye Venedik altın paraları ayarında ve ağırlığındaydı. 
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethetmesinin yanında, Osmanlı paralarının tuğra ile birlikte belirgin özelliği olan  “Karaların Sultanı, Denizlerin Hakanı, Sultanoğlu Sultan"  ifadesini de torunlarına miras bıraktı
 
http://osmanlikulturunuyasatmadernegi.com/index.php?option=com_content&view=article&id=174&Itemid=191

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder