5 Ekim 2013 Cumartesi

Mısır piramitleri ve bilinmeyenler

Mısır piramitleri ve bilinmeyenler

MISIR PİRAMİTLERİ VE BİLİNMEYENLER

"Eski ya da modern, hiçbir insan mimarlık sanatını Eski Mısırlılar kadar harikulade, büyük ve heybetli boyutlarda uygulamadı."
Champollion


Mısır Piramitleri'ni inceleyenler genelde iki temeî soruyla karşılaşırlar: Birincisi, kimin ne zaman ve niye yaptığı, ikincisi de nasıl yapıldığı... Bütün araştırmalara rağmen bu soruların inandırıcı biçimde yanıtlandığını söyleyemeyiz. Çeşitli varsayımlar öne sürülmüş ancak hiçbiri tam olarak kanıtianamamıştır.

Klasik tarihçilere göre Mısır uygarlığı yaklaşık olarak MÖ 3000 yıllarında Firavun (Kral) Meneş'le başlar. Erken Hanedanlar Dönemi olarak bilinen ve yaklaşık 350 yıl süren bu dönemde 1., 2. ve 3. hanedanlara mensup 18 firavun hüküm sürmüştür. İlk piramit MÖ 2630 -2611yılları arasında Firavun Zoser'in döneminde Sakkara'da yapılmıştır. Merdivenli ya da basamaklı piramit olarak da bilinir. Dahşur ve Maydum'da bulunan piramitlerin de bu dönemden kaldığı sanılmaktadır.
Sonra Eski Krallık Dönemi gelir. MÖ 2575-2134 tarihleri arasında geçen bu dönem 4. Hanedanla başlamış olup piramit yapımının en ileri aşamasına ulaştığı dönemdir. Cize Piramitleri bu dönemde Kufu (MÖ 2551-2528), Kafra (MÖ 2520-2494) ve Menkaura (MÖ 2490-2472) tarafından yaptırılmıştır. Piramit yapımı yüzlerce yıl devam etmiş, ancak hiçbiri Cize Piramitleri'nin görkemine ulaşamamıştır.

Zoser 'in Sakkara 'daki basamaklı piramidi
Klasik ekole mensup Mısır uzmanları piramitlerin firavun mezarı olduğunu ve başka bir özellikleri bulunmadığını söyler. Bazı piramitler için bu geçerlidir, ancak son yüzyıl içinde yapılan araştırmalar başta "Büyük Piramit" adıyla bilinen Kufu Piramidi olmak üzere bazılarının mezar olmaktan öte bir şeyleri simgelediğini göstermiştir.

Sneferu 'nun Maydum 'daki eğri piramidi
Cize aslında yalnızca üç piramitten oluşmamaktadır; bunlara ek olarak çeşitli tapınaklar, mastabalar, oyma mezarlar, bağlantı yolları ve tabii ünlü Sfenks'den oluşan bir gruptur.
Cize platosunda 9 tane piramit var. Bazı araştırmacılar 6 küçük piramidi "kraliçe piramitleri" olarak adlandırıyor.
Cize dünyanın en çok araştırılan arkeolojik kalıntısıdır dersek abartmış olmayız. En eski çağlardan bu yana hep gizemli kalmış, ne olduğu, kimin tarafından, ne zaman, niye ve nasıl yapıldığı günümüze kadar tam olarak çözülememiştir. Bazı çağdaş araştırmacılar bu yapıtların MÖ 3000'lerden öncesine gittiğini söylüyor.

Gize (Cize) piramiterinin toplu görünümü

Yunanlı tarihçi Herodot üç büyük piramidin sırasıyla Kufu, Kafra ve Menkaura' tarafından yapıldığını ilk söyleyen olmuştur. Daha sonra gelen tarihçilerin hemen hepsi bunu kabul etmiş ve Cize'deki yapımların MÖ 2550 yıllarında başladığını söylemişlerdir.

Ancak Herödot ne ölçüde güvenilirdir? Örneğin Kufu'nun 50 yıl hüküm sürdüğünü, Büyük Piramidin yolunun 10 yılda, piramidin kendisinin ise 20 yılda, yani toplam 30 yılda yapıldığım yazar. Oysa günümüzde Kufu'nun MÖ 2551 - 2528 arasında yani 23 yıl hüküm sürdüğü kabul ediliyor.

Herodot'un Mısır'a gidişi Kufu'dan 2000 yıl sonradır, yararlandığı kaynaklar ise Mısırlı rahiplerdir. Bu kişilerin pek de güvenilir olmadığını bizzat British Museum Dictionary of Ancient Egypt not etmiş:
"...(Bu rahiplerin) çoğu alt düzeydeki görevlilerdi ve kendi bilgileriyle böbürlenmek için karşılarına çıkan kişileri aldatmaktan çekinmemiş olabilirler."
Yani British Museum yetkililerine göre Herodot kaynak olarak kullandığı rahipler tarafından aldatılmış olabilir!
Birinci Piramidin Kufu tarafından yaptırıldığına dair ikinci kanıt 1837 yılında Howard Vyse adındaki İngiliz kaşif tarafından piramidin içinde, Kral Dairesi diye bilinen bölümün üstündeki bölümlerde bulunan yazılardır. Ancak ileride göreceğimiz gibi bu yazıların gerçek olmadığı ve şöhret peşinde koşan Vyse'ın burada sahtecilik yaptığına dair ciddi iddialar vardır. Bir başka soru ise şudur ki, günümüzün ileri gelen Mısır tarihçilerinden Mark Lehner The Complete Pyramids adlı kitabında bulunan yazıtları incelemiş ve üst düzey görevlilerin mezarı olan batı mastaba alanına Kufu tahta çıktıktan beş yıl sonra, akrabalarının mezarı olan doğu mastabalarınm ise on iki yıl sonra yapımına başlandığını söylemiştir. Oysa Kufu herhalde önceliği kendi piramidine verir, onu bitirmeden önce başka mezarlarla uğraşmazdı!
August Mariette tarafından 1800 yılında bulunan ve halen Kahire Müzesi'nde olan bir plakette şunlar yazılı:
"O (Kufu) Sfenks Tapınağı'nın yanına, piramidin hanımı olan İsis için bir tapınağın temelini attı..."
Bu sözlerden piramidin, Sfenks'in ve Sfenks Tapınağı'nın Kufu zamanında var olduğu sonucunu çıkarmak mümkün.
Daha ilginç olan, Mariette'in bulduğu plakette Büyük Piramidin hanımının İsis olduğu, yani bu piramidin Kufu'ya ait olmadığı gibi bir ifade var.
Ama esas ihtilaf Kafra tarafından yaptırıldığı öne sürülen Sfenks heykelinde çıkmıştır. Sfenks geniş bir giriş yoluyla İkinci Piramide bağlıdır. İkinci Piramidin Kafra tarafından yaptırıldığı klasik tarihçilerce kabul edildiğine göre Sfenks'in de Kafra tarafından yaptırılmış olması gerekir deniliyor. Ayrıca Kahire Müzesi'ndeki ünlü Kafra heykelinin Sfenks'e benzemesi de kanıt olarak gösteriliyor

Kafra heykeli ve Sfenks
Ancak bunu kabul etmeyenler var. Ve bunların başında gelenlerdenbiri olan John Anthony West, New York Emniyet Müdürlüğünde görevli robot resim uzmanı Frank Domingo'ya konuyu inceletmiş. Domingo raporunda Kahire Müzesi'ndeki heykelle Sfenks'in kafasının kesinlikle aynı şahsa ait olmadığını söylüyor.
Gene John Anthony West Sfenks'in MÖ 2500'lerde değil, çok daha eski tarihlerde yapıldığını iddia ediyor. Bu konuda Boston Üniversitesi arkeoloji profesörü Robert Schoch'a bir inceleme yaptırmış.
Schoch mahallinde ayrıntılı bir araştırma yaptıktan sonra Voices of the Rocks adlı bir kitap yazmış. O da Sfenks'in gövdeîjıdeki aşınmanın rüzgar ve kumun değil, şiddetli yağmurun etkisiyle olduğunu söylüyor. Cize bölgesinde böyle yağmurlar en son MÖ 6000 yılları öncesinde yağmıştı, dolayısıyla Sfenks'in daha da önce yapılmış olması gerekiyor.

Sfenks 'teki aşınmanın yağmur nedeniyle olduğu görülüyor.
Graham Hancock ve Robert
Bauval daha da geriye gidiyor ve Message of the Sphira adlı kitapla
rında Sfenks'in MÖ 10.500 yıllarındaki gökyüzünü işaret ettiğini söylüyorlar. Sfenks'in çok önemli bir simgesel değer taşıdığını ve gökyüzü ile bağlantılı olduğunu,
Sfenks'in gövdesi aslan biçiminde olduğuna göre, bunun Aslan Burcu ile ilişkili olmasıgerektiğinden yola çıkmışlar.Yaptıkları astronomik incelemede Aslan Burcu'nun MÖ 10.500 yılında helyak olarak,yani Güneş'le birlikte doğudan ve Sfenks'in tam karşısındanyükseldiğini bulmuşlar.
Hancock'la Bauval bir yandan aşınma desenlerini, bir yandan da gökyüzü bağlantılarını Sfenks'in MÖ 10.500 yıllarında yapıldığına dair kanıt olarak gösteriyorlar.

Milattatan Önce 10500 yıl önce sfenksin yüzünü baktığı yöndeki (Doğu) yıldızlar bu şekilde dizilmişlerdi.

Ve bu noktada ortaya bir başka soru çıkıyor:
Önceden de söz ettiğimiz gibi Cize'yi bir kompleks, eski deyimiyle "külliye" olarak düşünmek gerekir. Ancak elimizdeki bulgular yapımının binlerce yıl sürdüğünü gösteriyor. Hancock'la Bauval yaptıkları bir başka astronomik araştırmada Kufu Piramidi'nin MÖ 2500 yıllarında, yani klasik görüşe uygun bir tarihte yapıldığını söylüyorlar. Yazarlar bu kanıya piramidin içindeki Kral ve Kraliçe Odaları'ndaki "havalandırma amaçlı" olduğu varsayılan kanalların yönlerini inceleyerek varmışlar.
Ve soru şu; eğer Sfenks MÖ 10.500'de yapıldıysa, niye Büyük Piramidin yapılması için 8000 yıl beklendi?

Hancock'la Bauval'e göre MÖ 10.500'de Aslan Burcu doğuda, Sfenks'in tam karşısındaydı ama, Orion Takımyıldızı uzakta kalıyordu. O günlerde gökyüzüne bakan bir gözlemci Orion'u tam karşısına alabilmek için 90 derece dönmek mecburiyetindeydi. Oysa Orion Osiris'in simgesiydi ve Mısır inanç sisteminin kilit Tanrısıydı.
Dolayısıyla Mısırlı bekledi. Presesyon Kayması'ndan haberi vardı ve Orion'un eninde sonunda doğru yere geleceğini biliyordu. Olay MÖ 2500'de gerçekleşti ve Büyük Piramit yapıldı. Hancock'la Bauval'in görüşü böyle...
Bu noktada Büyük Piramidi biraz daha ayrıntılı incelemek yerinde olur ve çıkış noktası olarak da Cize'nin coğrafi konumundan başlayabiliriz.
Cize yaklaşık olarak 30° Kuzey enlem ve 30° Doğu boylam çizgileri üstündedir. Bu konumuyla dünya üstündeki toprak kitlelerinin tam merkezindedir. Bazı araştırmacılar bunun da bir simge olduğunu öne sürmüşler, örneğin Rand Flem-Ath, Colin Wilson'la birlikte yazdığı The Atlantis Blueprint adlı kitapta Cize'nin dünyadaki önemli kutsal yerlerden biri olduğunu ve bu özelliğe üstündeki yapıtlardan değil, coğrafi konumundan dolayı sahip olduğunu söyler.
Flem-Ath bu konuda yalnız değildi. Daha 1884 yılında İskoçyalı Prof. Charles Piazzi Smyth "0" boylamının Cize'ye alınması gerektiğini söylemişti. İlginçtir ama, o tarihe kadar standart bir "ana boylam" tanımı yoktu. Açık denizlerde gemisi olan hemen her ülke kendi başkentini 0° boylam kabul ediyordu. Bu kargaşaya son vermek için 25 ülkenin temsilcisi Washington'da toplandı. Piazzi Smyth tezini Cize'den geçecek boylam çizgisinin en çok kara kitlesi kat eden boylam olacağı, Büyük Piramidin bugüne kadar yapılan en görkemli yapıt olduğu gibi nedenlere bağlıyor ve hatta Kudüs'e yakınlığı nedeniyle İsa'nın ikinci gelişinin buralarda olacağı ve iyi bir Hıristiyan olarak temsilcilerin Cize lehinde oy kullanmaları gerektiğini vurguluyordu.
Ancak Washington'da toplanan temsilciler olaya Hıristiyan değil, bilim adamı olarak bakıyorlardı ve beklenen sonuç oldu. 25 kişiden 23'ünün oyuyla Greenwich "Ana Boylam" olarak kabul edildi.

Flem-Ath karmaşık bir hesap sistemi geliştirmişti. Çıkış noktası Hapgood'un daha önce söz ettiğimiz "yer kabuğunun toplu kayması" teziydi. Tarih öncesi çağlarda bu gibi kaymaların birkaç kez olduğunu ve her seferinde Kuzey Kutbu'nun yerinin değiştiğini söylüyordu. Flem-Ath'a göre Kuzey Kutbu'nun daha önceki yerleri arasında Alaska'da Yukon ve Kanada'da Hudson Körfezi vardı.
Flem-Ath'ın amacı dünyada on binlerce yıl öncesinde açık denizleri dolaşan ileri teknolojiye sahip insanların olduğunu göstermekti. Bunlardan sonuncusunun Atlantis olduğunu5 ve MÖ 9600 yıllarında meydana gelen çok büyük bir felaket sonunda yok olunca kurtulanlar dünyaya dağılmış ve kutsal yer olarak bilinen Cize, Quito, Babil, Kar-taca, Biblos, Nazca, Tiahuanaco, Angkor ve Stonehenge gibi yerlerde gördüğümüz arkeolojik kalıntılar bu kişiler tarafından yapılmıştı.
Şimdi Büyük Piramidin özelliklerine bakalım...

Piramitlerle ilgili ilk yazılı kayda Herodot Tarihi'nde rastlıyoruz. Herodot birinci piramidin Kufu, ikincinin Kafra, üçüncünün de Menkaura tarafından yapıldığını yazmış. Kufu'nun çok gaddar bir kral olduğunu, bir ara parasız kalınca öz kızını genelevde çalışmaya gönderdiğini, kızın yeterince para kazandığını ve bu arada her müşteriden bir "hatıra" taş isteyerek kendine de küçük bir piramit yaptırdığını söylüyor.

Kufu Piramidi (Keops- Büyük piramit)

Herodot'a göre giriş yolu ve piramidin yapımında 100.000 kişi çalışmıştır. Ekipler üç ayda bir değiştirilirken taş bloklar kısa kalaslardan yapılan bir makineyle basamak basamak yukarı çıkartılıyormuş.
Büyük Piramidin alt kenar boylan şöyledir: Batı Taban Kenarı 230.36 m. Kuzey Taban Kenarı 230.25 m. Doğu Taban Kenan 230.39 m. Güney Taban Kenarı 230.45 m. Toplam Çevre Uzunluğu 921.45 m.
Öte yanda yükseklik 146.73 metredir. Bu çok ilginçtir, çünkü piramitteki çevre-yükseklik oranı daire-yarı çap oranına eşittir. Yani piramidi inşa edenler geometrideki n (pi) değişmezini kullanmışlardır.
Bazı araştırmacılar bunu "piramidin kuzey yarımküreyi simgelemesi" şeklinde yorumluyorlar.6 Aslında dünyamız tam bir küre olmadığı ve kutuplar biraz daha basık olduğu için tam mutabakat yoktur. Bu nedenle yüzde 0.7 kadar bir fark vardır. Ve bazı kişiler de buna dayanarak olayın bir tesadüf olduğunu öne sürüyorlar.
Eğer yalnızca n ölçüsü söz konusu olsaydı, tesadüf olasılığı kabul edilebilirdi. Ancak Büyük Piramidin daha pek çok özelliği var; örneğin kenarlar dört yöne de 0" toleransla tam karşıdan bakıyorlar. Bu konumu "tesadüfen" sağlamak pek inandırıcı değil.
Taban karesinin ölçülerinde sıfır hataya yakın bir hassasiyet görüyoruz. En uzun kenarla en kısa kenar arasında boy olarak sadece yüzde 0.8 hata var. Piramidi yapanların kocaman taş bloklarla çalıştığını düşünürsek, ne kadar hassas davrandıklarını anlarız. Açılarda ise 90"'den en fazla sapma 0°0333 ile güneydoğu köşesinde... Üstelik bu hassasiyeti düz arazide değil, piramidin ortasında kalan çok engebeli bir arazi üstünde başarmışlar!
Ancak Büyük Piramidin boyutlarında bir başka oran daha çıkıyor; başta mimar ve ressamların kullandığı 0 (fi) ya da genel deyimiyle "altın kesit" oranı... Sayısal değeri 1.618 olarak alınır ama tıpkı " ? " gibi tekerrür etmeyen ve sonsuza kadar giden bir kesirdir.
Ancak Büyük Piramidin içine girdiğimiz zaman daha da şaşırtıcı şeylerle karşılaşıyoruz.
Büyük Piramidin iç yapısı bugüne kadar ne olduğu, niye yapıldığı tam olarak çözülememiş çeşitli bölümlerden oluşuyor.

Halife Memnun 'un açtığı yol
MS 820 yılında Halife Memun Büyük Piramide girmeye ve rivayet edildiği gibi hazinelerle dolu olup olmadığını görmeye karar verdi. Ancak kuzey duvarındaki giriş çoktan kaybolmuş ve unutulmuştu. Görünürde başka da giriş yoktu. Memun zorlayarak girmek istedi; aylar süren çalışmalar sonucu ancak 25-30 metrelik bir tünel kazabildiler. Görünürde hiçbir şey yoktu, sanki dev yapıt masif bir taş yığınıydı. Nitekim dümdüz kazmaya devam etseler, hiçbir şey görmeden piramidin öbür tarafından çıkmış olurlardı. Ancak şans Memun'a yardım etti. Tesadüf eseri tünel kazmaya tam giriş yolunun altından başlamışlardı. Tam bırakacakları sırada yukarıdaki geçitte tavandan düşen bir taşın boğuk sesini duydular ve sesin geldiği yere doğru kazarak girişten aşağı inen geçidi buldular. Araplar önce yukarı doğru çıkıp gizli girişe ulaştılar, sonra geri dönüp bu kez aşağı doğru indiler ve küçük bir yeraltı odasına vardılar. Odanın öte yanındaki tünele girdiler ama bu tünel hiçbir yere gitmiyordu.
Memun tekrar tavandan düşen taşı ilk buldukları yere döndü. Buradanyukarı doğru çıkan bir yol vardı ama masif bir granit blok yolu tıkıyordu. Memun granitin çevresinden kazarak devam etmek istedi, iki granit tıkaç daha gördüler. Bunların da çevresinden kazarak ayakta durabildikleri bir yere ulaştılar. Buradan ileri doğru devam eden düz bir geçit yolu vardı ve bu yolu izleyerek duvarları tuz kaplı, sivri tavanlı bir odaya girdiler. Oda bomboştu. Bir duvarı kazıdılar ama hazine yoktu. Odaya Kraliçe Odası adını verdiler ve tekrar geri dönüp bu kez yukarı çıkan geçitten yürüdüler. Bu yol birden görkemli bir galeriye dönüştü. Yukarıda bir metre yükseklikte bir kaya engel vardı. Bunun üstünden geçen Araplar bekleme odasına benzer bir açıklığa girdiler. Karşıda yan duvarlara oyulmuş kanallardan kayarak aşağı inen bir granit blok daha vardı. Ancak kanallar zemine yaklaşık 1.20 metre kala bitiyordu, yani geçidi tam kapatması mümkün değildi. Daha ileride başka oyuklar da vardı, bunlar yere kadar iniyorlardı ama granit engeller yoktu. Tek yol alçak bir geçitti. Araplar bunu da geçti ve nihayet büyük bir odaya ulaştılar. Kral Odası adını verdikleri bu odada kocaman bir taş lahitten başka hiçbir şey yoktu.
Lahidin boyutları geçitten büyüktü ve görünüşe göre inşaat sırasında çevresi daha açıkken yerine konmuştu. Ama içi boştu, bu da Büyük Piramidin bir mezar olmadığını gösteriyordu, çünkü oraya konmuş bir tabutu mezar soyguncularının dışarı çıkarması mümkün değildi.
Bir sorun daha vardı; girişteki geçidi kapatan üç granit blok galeriden aşağı doğru kaydırılarak yerlerine konmuşlardı. Bu ancak yukarıdaki işçiler tarafından yapılabilirdi ama o zaman da kendilerine hiçbir çıkış yolu kalmazdı. İçeride hiçbir iskelet ya da başka kalıntı yoktu. Peki o işçiler granit tıkaçları kaydırdıktan sonra nasıl dışarı çıkmışlardı?
Konu yaklaşık 800 yıl süreyle sırrını korudu. 1638 yılında John Greaves adında bir İngiliz gökbilimci çıkan geçidin galeriyle birleştiği yerde kuyu basma benzer bir delik gördü. İnmek istedi ama kuyu taş, toprak ve kumla dolu olduğu için başaramayıp bıraktı. 1814 yılında Giovanni Caviglia adlı bir İtalyan tekrar bu yoldan aşağı inmeyi denedi ve kuyunun aslında yer altı odasına giden iniş yoluna bağlandığını keşfetti. Bu keşif granit tıkaçları kaydıran işçilerin bu yoldan çıkmış olabileceğini gösteriyordu ama kuyu geçidi doldurulmuştu. Bu da ancak yukarıdan moloz ve kum dökmekle mümkün olurdu ve bu kez "Peki o işçiler nereden çıktı?" sorusu geliyordu.
Bütün bunların bir tek akla yakın yanıtı var. Gerek granit blokların kaydırılması ve gerekse kuyu geçidinin doldurulması piramidin üstü henüz açıkken yapılmıştır. Bu işleri Kufu'nun yaptığını kabul edecek olursak bu kez de başka bir soru çıkıyor: Bütün girişler önceden tıkanırsa tabut nasıl içeri girer? Bunun da tek yanıtı var: Piramidin üstü açık bırakılır ve Kufu'nun cenaze töreninden sonra kapatılır... Bu varsayımı British Museum uzmanlarından Prof. I. E. S. Edwards öne sürmüştü. Makul görünüyor ama o zaman da hırsızlar önceden içeriyi dolaşıp her şeyi öğrenirler; Kufu'nun mezarı da hemen soyulurdu!
Colin Wilson'un ilginç bir düşüncesi var. Özetle şöyle diyor: "Kufu bu noktada çözüm bulamadığı için Büyük Piramide gömülmekten vazgeçti. Kendine başka bir mezar yaptırdı ama piramidi bitirdi. Öldüğü zaman öbür mezara gömüldü ve Büyük Piramidi mezar soyguncuları için bir şaşırtmaca olarak bıraktı."
Sonuçta Büyük Piramidin hemen her yönüyle sırrını koruduğunu ve dünyanın en çok araştırılan kalıntısı olmasına rağmen bugüne kadar yanıtlanamamış pek çok soru olduğunu görüyoruz:
  1. Kraliçe Odası niye bitirilmemiş?
  2. Niye duvarları tuzla kaplı?
  3. Niye Bekleme Odası duvarlarına kanallar oyulmuş ama engelleyici bloklar (portcullis) konmamış?
  4. Kraliçe Odası'ndaki girinti (niş) neye yarıyor?
  5. Kraliçe Odası'na giden geçitte niye 65 cm yükseklikte bir basamak var?
  6. Piramit taş blokların kat kat dizilmesiyle yapılmış. Niye 36. kattaki bloklar diğerlerinden çok daha büyük?
  7. Kraliçe Odası'nda "havalandırma kanalı" denilen kanallar piramidin dışına açılmıyor, hatta odayla da bağlantısı yok. Peki niye yapıldı, ne işe yarıyor?"
Bu soruları yanıtlamak için pek çok varsayım geliştirilmiş. Ancak hepsi spekülatif ve hiçbiri kesin olarak kanıtlanamamış.
Örneğin kanalları ele alalım: İkisi Kral Odası'nın, ikisi de Kraliçe Odası'nın kuzey ve güney duvarlarından yukarı doğru çıkan dört kanal var. Duvara düz olarak giriyor, sonra yukarı dönüyor ve piramidin dış duvarlarına doğru ilerliyorlar. Açıları farklı; örneğin Kral Odası'nın kuzey kanalı ufuk hattına göre 32°28', güney kanalı ise 45°14'. Boyları da farklı;Kral Odası'nın kuzeyindeki kanal 65 m iken Kraliçe Odası'nın kuzeyindeki kanal yalnızca 24 m. Daha da ilginç olanı, Kraliçe Odası'ndan çıkan kanallar yapıldığı zaman ne odada, ne de piramidin duvarında menfez bırakılmamış olmasıdır. Bu durum kanalların herhangi bir havalandırma işlevi gösteriyor.
Öte yanda kanallar bazı araştırmacıların öne sürdüğü gibi iş bittikten sonra delinerek yapılmamış. Taş bloklar tek tek meyilli kesilmiş, oyulmuş ve piramit kat kat yükseldikçe yerlerine konmuş. Otoritelere göre bu çok zor bir teknik ve gerek dizayn gerekse yontma aşamalarında büyük dikkat gerektiriyor. Böylesine zor bir işi, görünürde hiçbir işlevi olmadığı halde, niçin yapmışlar?
Klasik tarihçiler Kraliçe Odası'nı bitirilmemiş bir mezar odası olarak kabul ettikleri için pek üzerinde durmazlar. Ancak son yıllarda, özellikle Rudolf Gantenbrink adlı bir Alman mühendisin yaptığı araştırma sonunda bu odadaki kanallar büyük tartışmalara neden oldu.
Gantenbrink kanalın içinde yürüyecek küçük bir robot yapmıştı. Upuaut adı verilen bu robot ucunda minik fakat güçlü projektörlere sahip ve video kamerası olan basit bir kızaktı. Dik meyilleri tırmanabilmesi için güçlü bir elektrik motoru takılmıştı.
Gantenbrink'in esas hedefi Kraliçe Odası'ndaki kanalları incelemekti. Bu amaçla Alman Arkeoloji Enstitüsü'ne başvurdu. Ancak o sırada Mısır Eski Eserler Kurumu bu enstitüye Kral Odası'ndaki kanalların temizlenmesi ve vantilatör konulması işini vermişti. Gantenbrink başvurunca, enstitü müdürü her iki işi birden ona verdi.
İlk çalışma 1992 Şubatı'nda Kraliçe Odası'nın güney kanalında başladı. Upuaut yürüdü ve kısa sürede bu kanalın tahmin edildiği gibi 8-10 m değil, daha uzun ol
duğu anlaşıldı. Bu sırada esas işe, yani Kral Odası kanallarına dönmek gerekti. Gantenbrink bu kanalları temizledi, işi vantilatörleri taktıracak olan sponsor firmalara devretti ve Almanya'ya döndü.


Gantenbrink 'in ikinci robotu
Sıra Kraliçe Odası'nın kanallarına gelmişti. Gantenbrink enstitüye yepyeni ve çok daha işlevsel ikinci bir robot yapmayı önerdi. Öneri kabul edildi ve Upuaut 2 yapıldı. Gerçekten de bir teknoloji harikasıydı bu robot. Ancak Mısırlı yetkililerden izin almak gerekiyordu; Gantenbrink 1993 Martında Kahire'ye gitti ve Cize'nin direktörü Zeki Havas'dan sözlü izin alarak çalışmalarına başladı. Ancak aksilikler birbirini izledi. Önce Alman Arkeoloji Enstitüsü desteğini çekti. Sonra Zeki Havas işten alındı. Resmen izni olmadığı halde Gantenbrink işe devam etti ve 22 Mart 1993 günü saat 11.05'de Upuaut 2 yolun sonuna vardı. 65 m kadar yürümüş ve menteşeli bir kapıyla karşılaşmıştı.

Robotun ilerlediği yol ve karşılaştığı gizemli kapı
Bildiğimiz kadarıyla bu kapı henüz açılmış değil, ardında ne olduğunu belki bir gün öğreneceğiz ve böylece kanalların taşıdığı sırrı anlayacağız. Şimdi bu konuda yapılan bazı spekülasyonlara dönelim.
1994 yılında The Orion Mystery adlı bir kitap yayımlandı. Robert Bauval ve Adrian Gilbert tarafından yazılmıştı ve Cize külliyesinin Mısır'daki gökyüzü dini ile ilgili olduğunu ve gökyüzünün yeryüzündeki yansıması şeklinde planlanmış olduğunu iddia ediyordu.
Bauval uzun süredir Menkaura Piramidi'nin niye daha küçük olduğunu ve niye Kufu ve Kafra Piramitleri'nin ekseninde olmadığını araştırmaktaydı. 1983 yılında Suudi Arabistan'da kamp yaparken sabaha karşı gökyüzüne baktı ve Orion Takımyıldızının "kemerinin" yani Zeta, Epsilon ve Delta Orionis'in konumlarının tıpkı üç büyük piramide benzediğini gördü.
Bauval'in haberi yoktu ama konu daha önce gündeme gelmiş, Mısırlı uzman Alexander Badawy Büyük Piramidin güney kanalının MÖ 2550 yıllarında Orion'a baktığını ve bunun Kufu'ya Osiris kimliğine dönüp Orion'a gidebilmesi için yol gösterdiğini öne sürmüş, Amerikalı gökbilimci Virginia Trimble da gerekli hesaplan yaparak bu tezi doğrulamıştı.
Bauval bunu öğrendi ama Trimble'in hesabı kanalın ortadaki Epsilon Orionis'e, yani Kafra Piramidi'ne baktığını gösteriyordu. Oysa Kufu Piramidi'nin karşılığı olan birinci (Zeta Orionis) yıldızına bakması gerekirdi. Yanıtı Gantenbrink buldu. Bauval hesaplarında Petrie'nin bulduğu açıyı, yani 44"30' değerini kullanmıştı, oysa Gantenbrink'in bulgularına göre bu açının tam 45° olduğu kanıtlandı. Bauval gerekli düzeltmeyi yaptı ve Kral Odası güney kanalının gerçekten Zeta Orionis'e yani birinci yıldıza baktığını gördü. Daha sonra Kraliçe Odası'nın güney kanalını inceledi ve bunun da Sirius'a baktığını gördü. Başka bir deyişle güney kanalları Osiris ve İsis'e işaret ediyordu.

Gilbert 'in M.Ö. 2500 'lerdeki ve daha önceki gökyüzü durumunu ve Giza 'yı gösteren rekonstrüksiyonu

M.Ö. 10500 yılındaki yıldızların konumu ve Büyük piramitteki yapılaşmanın örtüştüğünü görüyoruz.
Kuzey tarafındaki kanallara gelince Kral Odası'ndaki kanal Alpha Draconis'e (Thuban) işaret ediyordu. Firavunlar çağında bu yıldız "evrensel hamileliği" simgelerdi. Kraliçe Odası'ndaki kanal ise, Beta Ursa Minör (Kochab) yani "ruhun ölmezliğini" simgeleyen yıldıza dönüktü. Bunlar Mısır mitolojisinde çok yüksek önem taşıyan kavramlardı.
Bu kadar bulguyu yeterli gören Bauval tezini açıkladı. The Orion Mystery kısa sürede çok satanlar listesine girdi ve doğal olarak klasik tarihçilerden büyük tepki gördü. Aslında Yeni Çağ araştırmacıları arasında da Bauval'in tezini kabul etmeyenler var. Örneğin Stephen Meh-ler Cize'deki genel piramit konumlarının, Fibonacci helezonuna göre olduğunu öne sürüyor!
Bu arada bir başka sorun daha vardı. Bauval Orion'un dünyadan görünüşünü Presesyon Kayması'na göre incelemiş ve Cize piramitlerinin konumlarının tam olarak MÖ 10.500 yılındaki durumu yansıttığını yazmıştı. Öte yanda kanalın yönü Orion'un MÖ 2550'lerde olduğu yeri gösteriyordu. Eğer piramitler bu dönemde yapılmışsa MÖ 10.500 yılının Orion'unu niye yansıtsındı?
Bauval buna cevap olarak MÖ 10.500 yıllarının Osiris'in "ilk zamanı", Mısırlıların deyimiyle Zep Tepi dönemi olduğunu ve Büyük Piramidin o dönemi simgelemek amacıyla yapıldığını öne sürdü.
Başka bir deyişle, Bauval Büyük Piramidin MÖ 2500'lerde yapıldığını kabul ediyor ama Cize planının MÖ 10.500 yıllarını yansıttığını söylüyor. Öte yanda Cize'deki ilk yapıt olan Sfenks ve Sfenks Tapına-ğı'nın yapımını da MÖ 10.500'lere götürüyor. Bu durumda ortaya şöyle bir ihtimal çıkıyor: Cize'nin planı çok öncelerde hazırlanmış, önce Sfenks ve tapınağı yapılmış, sonra bilinmeyen bir nedenle planın mimarları yok olmuş ve aradan yaklaşık 8000 yıllık bir süreç geçtikten sonra birileri bu planı bulmuş ve piramitleri inşa etmişlerdir.
Klasik tarih şöyle bir sıralama yapıyor:
Geç Paleolitik Çağ MÖ 6500 Badaryen Dönemi
MÖ 4500 Birinci Nakada Dönemi
MÖ 4000 İkinci Nakada Dönemi MÖ 3500
Mısır Devleti'nin Oluşması MÖ 3000 Erken Hanedanlık Dönemi MÖ 2920 Ve 1. Hanedan'ın ilk kralı olarak Meneş kabul ediliyor. Bu sıralamada zamanımızdan 12-13.000 yıl önce ne Cize külliyesini planlayacak, ne de Sfenks'i inşa edecek uygarlık düzeyine gelmiş bir topluluğun varlığı söz konusu, en azından klasik tarihe göre yok! Öte yandan Meneş'den, yani MÖ 2920 yılından itibaren Mısır hanedanları ve bu hanedanlara mensup krallar hakkında ayrıntılı tarihleri veren bir kronoloji var, temel dayanağı MÖ üçüncü yüzyılda yaşamış olan Maneto adlı Mısırlı bir rahip.
Klasik tarih bunu kabul ediyor!
Ancak Maneto'ya göre Mısır devleti MÖ 3000'lerde başlamamış. Çok daha gerilere gidiyor ve daha önce ilk ikisi doğrudan Tanrılarca, üçüncüsü yarı Tanrılarca yönetilen ve sonuncusu kargaşa dolu bir geçiş dönemi olan dört dönem daha olduğunu söylüyor.
Maneto'nun sıralaması şöyle:
Yedi Büyük Tanrı Dönemi 12 300 yıl
12 Tanrı Dönemi 1 570 yıl
30 Yarı Tanrı Dönemi 3 650 yıl
Kargaşa Dönemi 350 yıl
Kargaşa Dönemi Meneş'in Mısır'ı tekrar birleştirmesiyle sona eriyor.Yani Maneto Mısır tarihini yaklaşık MÖ 20.000'lere götürüyor.
Ve doğal olarak da klasik tarih bunu kabul etmiyor!
Burada ilginç bir çelişki görüyoruz. Aynı kaynaktan gelen verilerin bir bölümü kabul edilmiş, bir bölümü ise kabul edilmiyor. Gerçi Maneto'nun Tanrı-krallar için verdiği süreler (Ptah 9000 yıl, Ra 1000 yıl, Şu 700 yıl gibi) pek de kabul edilir değil ama Meneş öncesinde mutlaka birilerinin olması gerek... Pek çok tarihçinin not ettiği (ve de açıklayamadığı) gibi, Mısır uygarlığı bütün yönleriyle birden başlamış olamaz. Öncesinde mutlaka bir şeyler vardı.
Büyük Tanrılar Neterler diye tanımlanan Ptah, Ra, Şu, Geb, Osiris, Set ve Horus'dan oluşuyor. Sonraki "ikincil" Tanrılar ve yarı Tanrıların aslında bir dönem olduğunu ve Mısırlılardan kalan bazı yazıtlarda adı geçen Şemsu-Hor yani "Horus'un izleyicileri" olarak bilinen gizemli krallar dizisi olduğunu öne sürenler de var.
Klasik tarihçiler ilk yediyi, yani Neterler'i dinsel inançlara dayalı mitlere bağlıyor; Şemsu-Hor grubunun ise hayali bir ülkenin hayali kralları olduğunu kabul ediyorlar. Cambridge Ancient History dizisi yazarlarından Prof. T E Peet'e göre "Hiçbir tarihsel değeri yok."
Ancak bugüne kadar Maneto'nun daha sonraki kronolojisini yalanlayacak hiçbir şey bulunmadı. Acaba abartılmış tarafları olsa bile önceki dönemlere ait verdiği bilgilerde bir doğruluk payı olamaz mı?

Mısır Ölüler Kitabında bir Horus tasviri... " Horus yazıcı Ani ' yi Osiris 'e götürüyor ."
Hancock'la Bauval Şemsu-Hor yani Horus'u izleyenlerin aslında kral olmadığını, gökyüzünü devamlı izleyen Heliopolis rahipleri olduğunu söylüyorlar. Arkeolojik bulgulara göre bu rahiplerin temel görevleri arasında gökyüzünde olup bitenleri izlemek vardı. Nitekim Prof. I E S Edwards 'Heliopolis Başrahibi' unvanının "Gökbilimcilerin Başı" anlamına geldiğini, resmi tören kıyafetinin da beş köşeli yıldızlarla süslü olduğunu kanıtladı.
Akla bir soru gelmiyor değil; Horus son Tanrı-yönetici olduğuna göre acaba Şemsu-Hor yani Horus'u izleyenler "Horus'tan sonrakiler" anlamına mı geliyor?
Yanıt bu kadar basit olabilir mi? Yeni Çağ düşünürlerine göre değil; örneğin Hancock/Bauval ikilisi Heliopolis rahiplerinin sadece günlük, aylık ve yıllık siklusları değil, presesyon kayması gibi binlerce yıllık siklusları da izlediklerini öne sürüyorlar. Ve Horus'un "izleyicileri" sözünden yola çıkarak da, Horus'un Güneş'in simgesi olduğunu, Heliopolis rahiplerinin Güneş'i çok yakından izledikleri için bu şekilde isimlendirilmiş olabileceğini söylüyorlar.
Destekleyici kanıtlardan biri de Edfu Tapınağı'ndaki yazıtlar.

Edfu Tapınağı MÖ 237 - 57 yılları arasında yapılmış. Ancak batıdaki iç ve dış ihata duvarları gibi bazı bölümler Piramitler Dönemi'ne kadar geri giden çok daha eski yapıları içeriyor. İçindeki yazıtlar ilk bakışta tapınağın inşaatının öyküsü gibi görünüyor ama bazı otoriteler bunun bir perde olduğu ve perdenin arkasından daha derin bir anlam çıktığı kanısındalar. Örneğin Manchester Üniversitesi'nden Prof. Eve Reymond şöyle diyor: "... (metin) bazı mitolojik olaylara işaret ediyor... tarihi tapınağın (Edfu) temelinin atılması, inşaatı ve yaşama geçirilmesi mitolojik bir çağda olmuş diye yorumlanabilir. Tapınak Tanrıların yaptığı mitolojik bir varlık sayılıyor. Bu... şimdiki tapınağın dünyanın başlangıcında var edilen efsanevi bir tapınağın devamı ve yansıması olduğu inancını gösteriyor." Anlaşılıyor ki, Mısır'ın dinsel inançları içinde Edfu Tapınağı'nın özel bir yeri var . Reymond bunu şöyle anlatıyor:


Edfu 'daki hiyerogliferde Horus 'un öyküsü
"Bulabildiğimiz kaynaklardan İlk Zaman'ın daha önce var olan bir dönem sonrası başladığını anlıyoruz. Kayıtlardan, eskiden kurulmuş bir dünyanın yok olduğu ve kalan ölü dünyanın daha önce var olanı yeniden yaratma ve diriltmenin gerçekleştiği temeli oluşturduğu şeklinde bir görüş sezilebiliyor."
Edfu Tapınağı'nda sonuncu büyük Tanrı Horus ön planda geliyor. Tapınakta Horus'la ilgili çeşitli yazılar yanında "şahin" karakterindeki heykeli ve hatta gökyüzünde gezerken kullandığı kayık bile var.
Metnin başlangıcında kesin bir tarih verilmiş. Öyküyü özetlersek ortaya şöyle bir olay çıkıyor:
"363 yılında Kutsal Majeste Ra gemisiyle Ken ülkesine gider. Savaşçıları da yanındadır. Horus dedesi Ra'ya düşmanlarının suikast hazırladığını ve Işıklı Tacı almak istediklerini söyler. Ra Horus'un sarayına gider ve Horus'a gemisini vererek düşmanları öldürmesini söyler.
"Horus Ra'nm kanatlı diskine binerek gökyüzüne çıkar. O günden itibaren de Göklerin Efendisi Büyük Tanrı unvanını alır. Düşmanı bulur ve üstlerine bir fırtına salar. Öyle bir fırtınadır ki bu, ne göz görür, ne de kulak işitir. Düşmanların hepsi ölür, tek bir canlı kalmaz.
"Horus çeşitli renklerde parıldayan kanatlı disk üstünde geri döner. Tot geldiğini Ra'ya haber verir. Ödül olarak Horus'a Behutet kenti verilir. Bu, şimdiki Edfu'dur...
Ancak savaş bitmemiştir. Horus Edfu'da bir dökümhane kurar ve 'kutsal demir'den silahlar yapar. Bu silahları Mesniyu (metal adam) denilen özel eğitimli kişilere verir.
Ra ve Horus ordularını toplayıp düşmanın üstüne önce karadan gider. Ancak düşmanlar su aygırı ve timsaha dönüşerek Nil'de saklanmıştır. Ra gemisiyle Nil'e iner. Bir gemi de Horus için yapılır. Bu arada düşman Ra'ya saldırır ama Horus yetişir. Metal adamlar madeni silahlarını kullanarak düşmanları öldürür..."
Öykü bu minval üzere devam ediyor. Bazı araştırmacılara göre Edfu'da bu savaşların anısına bir tapınak yapılmış ve Mesniyular buraya yerleşmiş. Zamanla Şemsu-Hor yani Horus'u İzleyenler adını almışlar.
Ama Hancock'la Bauval gene Edfu Tapmağı'ndaki başka bir yazıdan yola çıkıyorlar. Bu yazıya göre Edfu'da yedi bilge kişi var. Bu kişiler tapınak ve kutsal yerlerin nasıl yapılacağını bilen kişiler ve Tot'un da katılımıyla ilk Zep Tepi tapınağını yapmışlar.
Bu yedi bilge kişi konusu ilginç, başka mitlerde de karşımıza çıkıyor. Örneğin Babil'de tufandan önce yaşamış ve Ur Kentinin duvarlarını yapmış olan yedi Apkalu ya da Hint geleneğinde tufandan kurtulan ve tufan öncesi bilgileri korumakla görevlendirilen yedi Rişi gibi...

Edfu 'daki Horus kayığının oturma kısmı
Hancock'la Bauval bu bilge kişilerin Tanrı olmadığı, büyük olasılıkla önceki bir uygarlıktan gelen kimseler olduğu ve bilgilerini nesilden nesile naklettiklerini ve Şemsu-Hor'un aslında bu kişiler olduğunu öne sürüyorlar.
Başka benzer referanslar da var. Örneğin Edfu'nun biraz kuzeyindeki Dendera Tapınağı'ndaki duvar yazılarında "bu tapınağı yapan mimarların uyguladığı 'büyük planın' Horus'un İzleyicilerinden kaynaklandığı ve eski yazıtlarda kayıtlı olduğu" yazılmış.
Şemsu-Hor yani Horus'un İzleyicileri ifadesinin geçtiği en eski metin Piramit Metinleri'dir. Prof. Reymond Piramit Metinlerinden söz ederken şöyle diyor:
"(Mısırlılar) dünyanın ilk kez ilkel sulardan çıkan bir tepe şeklinde olduğuna inanıyorlardı. Dolayısıyla bu tepenin kendisi de kutsaldı ve Yaratıcı Tanrı Atum'un mesken tuttuğu ilk yerdi."
Piramit Metinlerinin Heliopolis rahipleri tarafından derlenmiş olduğunu biliyoruz. Bu nedenle Mısır'daki tapınak törenlerinin kökeni Heliopolis'den geliyor demek mümkündür. Reymond Edfu'daki yazılara göre Hanedanlar Dönemi öncesinde Memfis civarında büyük bir din merkezi olması gerektiğini söylüyor. Hancock'la Bauval'e göre bu ancak Heliopolis Tapınağı ve Cize platosundaki yapıtlar olabilir.
Bu noktada ortaya şöyle bir senaryo çıkar gibi oluyor: Dünyada çok eski bir uygarlık vardı. Bu uygarlık bir felaket sonunda yok oldu, izi tozu kalmadı. Ancak o uygarlığa mensup kişilerden kurtulanlar oldu. Dünyanın çeşitli yerlerine dağıldılar, eski uygarlıklarına dair bilgileri korudular ve kendilerine özgü yöntemleri kullanarak gittikleri yerlerdeki insanları eğittiler. Böylece insanoğlu Taş Devri'nden çıkıp önce Tunç, sonra da Demir Devri'ne geçti ve bu arada bugün "Olamaz, bunu yapamazlardı!" dediğimiz yapıtları inşa etti.

Edfu 'daki Horus heykeli
Cize külliyesinin tamamı olmasa bile, en azından bir bölümünün, örneğin Sfenks ve Sfenks Tapmağı'mn MÖ 3000'lerden öncesine gittiği günümüzde genellikle kabul ediliyor. Bazı araştırmacılara göre Büyük Piramidin yapım tarihi de Kufu'nun hüküm sürdüğü MÖ 2500'ler-den çok daha gerilere gidiyor. Kabul edilen bir başka husus piramitlerin anıt-mezar olmadığı...
Gerçekten de bir iki istisna dışında piramitlerin içinde hiçbir mumya bulunmadı.27 Bunu mezar hırsızlarına bağlamak yanlış olur, çünkü mezar hırsızı hazineyle, mücevher ve diğer değerli şeylerle ilgilidir. Mumyalanmış cesedin kendisiyle değil!
Peki, piramitler mezar değilse nedir?
Bu noktada spekülasyon başlıyor. Hancock'la Bauval'in yıldız kültü varsayımı bunlardan sadece biri. Uzay araçları için iniş yolunu gösteren bir işaret olduğundan insanlığın geçmiş ve gelecekteki tarihini belirten bir dizin olduğuna; dev bir enerji üretim merkezi olduğundan dinlerde ve mitlerde sözü edilen Altın Çağ'a dönüşü mümkün kılacak bilgilerin saklandığı depo olduğuna kadar pek çok varsayım öne sürülmüştür.
Bütün uygarlıkların enerji gereksinimi vardır. Hiç enerji kullanmayan bir toplum düşünülemez. Uygarlık düzeyi ilerledikçe, başka bir deyişle teknoloji geliştikçe, enerji kullanımı da artar. Eğer gerçekten 10-15.000 yıl önce ileri bir uygarlık olsaydı, mutlaka geniş çapta enerji kullanmış olması gerekirdi. Ve Chris Dunn 1998 yılında yayımlanan The Giza Power Plant adlı kitabında bunun doğru olduğunu ve Büyük Piramidin aslında bir enerji dönüşüm santrali olduğunu iddia ediyor. Dunn, Büyük Piramidin, dünyanın jeolojik titreşim enerjisiyle rezonansa girerek bu enerjiyi kullanılabilir biçime dönüştürecek şekilde tasarlanmış dev bir akustik yapı olduğunu söylüyor.
Chris Dunn'ın tezine özetle bakacak olursak: "Dünya küresi elektromanyetikten nükleere, mekanikten kimyasala kadar her çeşit enerjiyle yüklüdür, bir bakıma dünyayı dev bir dinamo gibi görebiliriz. Enerji titreşimdir ve her enerjinin bir frekansı vardır. Örneğin dünya ile çevresindeki iyonosfer, troposfer ve manyetosfer katlan arasında oluşan 'elektromanyetik boşluk' (elektromagnetic cavity) enerjisinin temel frekansı 7.83 Hertz, harmonikleri ise 14, 20, 26, 32, 37 ve 43 Hertz'dir."
"Bu enerjiler dünyanın yapısında yer alan "piezoelektrik" maddeler üzerinde etkili olur ve ses dalgalan üretilir. Örneğin içeriğinde kuvars olan granit kayalarda bu etkiyi yapar. Ancak bu dalgalar ultrasoniktir, yani duyulabilen ses sınırının üstündedir ve doğrudan kullanılabilir halde değildir. Başka bir deyişle, bir dönüşüm gereklidir."
Buraya kadar Dunn'ın tezinin bilimsel gerçeklere uygun olduğunu görüyoruz. Özetle, dünyanın jeolojik yapısı içinde oluşan enerjiyi kullanılabilir bir biçime dönüştürürsek, çok güçlü ve sürekli bir güç kaynağı elde edebiliriz!

Chris Dunn , Büyük Piramidi enerji santrali olarak böyle görüyor.
Asıl soru burada çıkıyor; 10-15.000 yıl önceki bir uygarlık bunu yapabilir miydi? Bunu yanıtlamadan önce tekrar Dunn'ın dediklerine dönelim:
"Temel frekansları (veya harmonikleri) aynı olan iki cisimden birindeki titreşim öbürünü de titretir, hatta yükseltici (amplification) bir etki yapar. Yani ikinci cisim birinciden aldığı enerjiden çok daha fazlasını üretebilir. Bunun adı rezonanstır ve kontrol edilmezse, büyük felaketlere yol açabilir.
"Dünyanın jeolojik enerjisini alıp kullanmak için kontrollü bir rezonans ortamı yaratmak gerekir. Bunun için de, dönüşüm santralinin dünyanın temel frekansıyla aynı olması gerekir. Bu da yetmez, başlangıçta santralde titreşimi başlatacak bir 'ilk hareket' enerjisi verilmesi gerekir. Bu yapıldıktan sonra santral Dünya'ya çok az bir enerji verecek ama karşılığında çok daha fazla enerji alacaktır."
Fiziksel olarak bu da doğrudur. Ancak bir sorun var; eğer Büyük Piramit Dunn'ın dediği gibi bir dönüşüm santraliyse, yaklaşık 5.3 milyon ton ağırlığındaki kitlesine söz konusu ilk hareket nasıl verilir? Ünlü bilim adamı, fizikçi ve kaşif Tesla'ya göre bu kolay; 1935 yılında bir basın toplantısında New York'daki Empire State binasını yıkmak için ne kadar güç gerekir diye sordukları zaman "Birkaç librelik güç yeter. Eğer uygun bir titreşim cihazını (oscillator) taşıyıcı kolonlardan birine bağlar ve binanın doğal frekansında çalıştırırsanız, bina rezonansa girer ve bir süre sonra yıkılır" demişti.
Dunn Büyük Piramidin buna göre tasarlandığını ve bu nedenle de Dünya'nın boyutlarını yansıttığını söylüyor. Piramitlerin boyutlarıyla ilgili yüzlerce kitap yazılmış. Yüzlerce kez ölçülmüş. Sonuçlar arasında minik farklar var ama her kim yapmışsa, belirli bir ölçü sistemi kullandığı kesin! Dunn'in tezini kanıtlamak için öne sürdüğü bütün ayrıntılara burada girmemiz mümkün değil, ancak bazı önemli noktalara kısaca göz atalım.
Birincisi, Kral Odası olarak bilinen bölümün üstündeki masif kirişler; bu kirişlerin herhangi bir mimari ya da taşıyıcı işlevi yok. Eğer düz bir asma tavan yapmak isteselerdi, bir kat yeterdi. Niye beş kat yaptılar? Niye bu kirişleri yerel malzemeden yapmayıp yüzlerce kilometre uzaktaki Assuan'dan getirdiler? Niye kirişlerin üst tarafını olduğu gibi kaba haliyle bıraktılar? Üstteki katlar hiç görünmediğine göre niye onların da altlarını düzelttiler?
Dunn bunu şöyle açıklıyor:
"Assuan'dan getirilen granit yaklaşık yüzde 55 oranında silikon-kuvars kristali içeriyor. 5 katta toplam 47 kiriş kullanılmış, bunların her birini bir 'Tacoma' köprüsü olarak düşünebiliriz. Yapısal işlevleri yok. Rezonansa girerek yüksek miktarda enerji üretiyorlar. Yerel taşlar yerine Assuan'dan getirilen granitin kullanılma nedeni bu. 5 kat olmasının nedeni enerji üretimini artırmak... Üst düzeyler ise orijinal halinde bırakılmamış, tam tersine çok uğraşılmış, gerekli temel frekansı buluncaya kadar çekiçlenmiş ve bulunca, o halde bırakmış ve yerine koymuşlar."

Burada bir soru daha çıkıyor; granit blokların rezonansa girerek enerji ürettiğini kabul edersek, bunun Tacoma köprüsünde olduğu gibi kontrolden çıkıp piramidi yerle bir etmesini nasıl engellediler?

Tacoma Narrows köprüsünün yıkılışı
Dunn Büyük Galeri'nin aslında Kral Odası'na yansıtma görevi yaptığını, bunun da Galeri yan duvarlarındaki oyuklara yerleştirilen Helm-holtz Rezonatörü gibi cihazlarla yapıldığını söylüyor. Galeri'nin ilginç bir yapısı var; yukarı doğru daralan dirsekli (corbelled) bir koridor şeklinde yapılmış. Dunn'a göre bunun nedeni rezonatörleri birbirine yaklaştırarak rezonatör frekanslarını yükseltmek.

Kral Odas 'nın kesiti
Burada spekülatif bir zorlama görüyoruz. Helmholtz Rezonatörlerinin anlatılan işlevi yapacağı doğrudur. Ancak yalnızca dirsek ve oyuklara bakarak bu hükme
varabilir miyiz?
Ne var ki Büyük Galeri'nin ne dirsekli yapısını, ne de görülen oyukları açıklayan başka bir tez de yok!
Dunn Büyük Galeri'nin yansıtma işlevini kendine göre kanıtladıktan sonra yukarı çıkan geçite geliyor.
Büyük Galeri'de oluşan ses dalgalan yalnız Kral Odası'na yansımakla kalmaz aynı zamanda yukarı çıkan geçite de gider ve bu geçidin dibindeki "tıkaç" blokları granitten yapıldığı için bu bloklarda da bir titreşim olmasına yol açar. Dunn'a göre bloklar monitör, yani gösterge görevi yapmakta ve enerji üretimi kontrolden çıkma eğilimi gösterdiği zaman farklı fazda bir sinyali içeri göndererek üretilen ses dalgalarının genliğini (amplitude) düşürmektedir. Böylece rezonans enerjisinin kontrolden çıkması önlenmiş olur.
Dunn bunun mekanik olarak sağlandığını öne sürüyor ama bir otomatik kontrol sisteminin de var olabileceğine değiniyor.
Tez kendi içinde tutarlı ancak gene aynı soru çıkıyor: Bu kadar ileri teknolojiye sahip bir toplum on binlerce yıl önce yaşamış olabilir mi?
Ve böyle bir toplumun neredeyse hiç iz bırakmadan kaybolması mümkün müdür?

Tabii bir soru daha var: Kontrollü biçimde üretilen enerji piramidin içinde kalırsa pek işe yaramaz. Başka bir deyişle başka yerlerde kullanıma açık olması yani iletilmesi gerekir. Dunn bu noktada Kral Odası'ndan dışa açılan havalandırma kanallarına dönüyor. Ve Kral Odası'ndan çıkan güney yönündeki kanalın aslında enerji çıkışını sağlayan bir mikrodalga kanalı olduğunu, nitekim odanın duvarına açıldığı Kral Odası'na giden büyük galeri yerdeki kesitin mikrodalga boynuz anteni biçiminde olduğunu söylüyor. Peki öbür yani kuzey yönündeki kanal neye yarıyor? Dunn bunun da uzaydan gelen atomik hidrojen emisyonlarının giriş kanalı olduğunu öne sürüyor. Yani Kuzey Kanalı aslında bir dalga kılavuzu;" görevi de Evren'deki mikrodalga hidrojen enerjisini Kral Odası'na yönlendirmek...

Kral Odası 'na giden büyük galeri

Bu noktada Kral Odası'nda birincisi Dünya ile piramidin temel frekanslarının rezonansa girmesinden doğan akustik enerji; ikincisi de granit bloklar içindeki kuvars kristallerinde piezoelektrik etkiyle oluşan elektromanyetik enerji olmak üzere iki çeşit enerjinin yoğunlaştığını görüyoruz.
Dunn bu enerjinin Kral Odası'na pompalanan hidrojen gazı tarafından emildiğini ve hidrojen atomlarının normal durumlarının (ground state) üstünde enerj ilendiğini söylüyor. Hidrojen gazının kaynağı ise Kraliçe Odası...
Kraliçe Odası'nın yapısı Kral Odası'ndan çok farklıdır. Tek katlı bir eğri çatısı var. İçinde neye yaradığı anlaşılamayan dirsekli bir niş var. Bu odanın da iki "havalandırma" kanalı var ama dışa açılmıyor!
Dunn'a göre Kraliçe Odası aslında Kral Odası'na pompalanan hidrojenin üretildiği yer; hammadde olarak güneyden sıvılaştırılmış çinko klorür (ZnCh), kuzeyden sulandırılmış hidroklorik asit (HC1) kullanılıyor. Bu ürünler kontrollü biçimde kanallardan odaya akıtılıyor ve reaksiyona girince hidrojen elde ediliyor. Ve burada bir soru çıkıyor: Kimyasal ürünler kanallara nasıl giriyor?
Dunn ürünlerin yeraltı odasında depolandığını ve oradan da dikey kanallar vasıtasıyla havalandırma kanallarına pompalandığını söylüyor. Ancak bugüne kadar ne yeraltı odasına dışarıdan ikmal yapılmasını sağlayacak bir yol, ne de yer altı odasıyla havalandırma kanalları arasında dikey bağlantılar bulundu. Öne sürülen tezin bir tek dayanağı var. 1992 yılında Prof. Jean Kerisel penetrasyon radarı ve mikrogravimetrik yöntemlerle yeraltı odasında yaptığı araştırmalarda Dunn'ın öngördüğü kanallara benzer bir takım anomalilerin olabileceğini görmüş.
Kerisel'in sözünü ettiği boşluklar var olabilir. Ancak araştırmacılar bu konuda farklı tezler öne sürüyor. Bauval Secret Chamber adlı kitabında Cize bölgesinde bugüne kadar keşfedilmemiş gizli .daireler olduğunu, bu daire (ya da dairelerde) MÖ 12.000 yıllarındaki ileri uygarlıkla ilgili bilgiler olduğunu, Kerisel'in bulduğu anomalilerin bu gizli dairelerden biri olabileceğini söylüyor.

Kraliçe Odası
Dunn'ın enerji dönüşüm santrali tezinin en zayıf tarafı kuşkusuz bu kadar komplike bir sistemden hiçbir kalıntı bulunamamasıdır. Dunn bunu sistemde bir arıza olduğu ve biriken hidrojenin patladığı, çıkan yangının her şeyi kavurup yok ettiği şeklinde açıklıyor. Son olarak da, bir zorlama daha yapıyor ve çıkan mikrodalga enerjinin bir uyduya yönlendirildiğini ve buradan olan yansımanın başka yerlerde kullanılabildiğini söylüyor. Ancak kendisi de buna dair hiçbir kanıt olmadığını ve spekülatif davrandığını kabul ediyor.

Klasik tarih yanlıları Büyük Piramidin Kufu'nun mezarı olduğunu söylüyor. Hancock ve Bauval'in mitolojiye dayalı araştırmalarına göre ise Büyük Piramit eski Mısır'daki yıldız kültünün kalıntısı... Sitchin ve Alford Büyük Piramidin uzay araçlarının inişe geçerken kullandıkları yönlendirici işaret olduğunu söylüyorlar. Dunn teknolojiden hareket ederek bu piramidin kuvvet santrali olduğunu öne sürmüş. Ancak başka yorumlar da var.
Adrian Gilbert Signs in the Sky adlı kitabında olaya metafizik açıdan bakıyor; piramidin boyutlarında bir takım mesajlar gizlendiğini ve bunların insan türünün geleceğiyle ilgili olduğunu öne sürüyor.
Olaya metafizik açıdan bakan bir başka Yeni Çağ araştırmacısı Peter Lemesurier" de piramidin yerinden ve boyutlarından yola çıkıyor.
Ancak Gilbert'inkine benzer bir sonuca varıyor ve piramidin geçmişin ve geleceğin bir kronolojisi olduğunu söylüyor.
Lemesurier'nin metafizik yorumlarına girmeden önce piramidin yapısal boyutlarını incelemekte fayda var.
Genellikle bütün otoriteler Eski Mısırlılar'in kendilerine göre bazı ölçü birimleri kullandığını kabul eder. Bu birimler "ilkel inç" ya da "kutsal kübit" gibi adlarla geçer. Lemesurier bu standart ölçülerin afaki olmadığını ve dünyanın ölçülerinden yola çıkarak saptandığını iddia ediyor. Ve kutsal kübit (kk) olarak bilinen ölçünün aslındadünyanın kutup noktasıyla merkezi arasındaki yarıçaptan kaynaklandığını ve piramidin tasarımında kullanılan temel ölçü birimi olduğunu söylüyor.
Lemesurier'ye göre ilkel inç (ii) kk'nın yirmi beşte biri oluyor, yani İngiliz inç'inden (2.54 cm) birazcık fazla.

Lemesurier'nin bu konuda öne sürdüklerine kısaca bakmak yerinde olur.
Bugün kullandığımız uzunluk birimi metredir. Fransız Devrimi sırasında tespit edilmiş olup, kutup noktasından ekvatora kadar yüzeydeki mesafenin 10 milyonda biridir. Ancak dünyanın yüzeyi engebeli olduğu için hassas bir ölçüm yapmak olanaksızdır. Nitekim daha 1795 yılında Fransız matematikçi Callet bu yöntemin yanlış olduğunu ve kutuptan dünyanın merkezine giden yarıçapın 10 milyonda birini kullanmanın daha doğru olacağını söylemişti.
1958 yılında yapılan araştırma sonucu dünyanın kutuptan merkeze olan yarıçapı 6356.75 km olarak tespit edildi. Bu rakamın 10 milyonda biri 63.5675 cm oluyor, yani Lemesurier'nin kutsal kübit ölçüsünü tutuyordu. Ve gerek kk ve gerekse 1/25'ine tekabül eden ii ölçüleri Büyük Piramidin çeşitli yerlerinde karşımıza çıkıyor. Bu nedenle de Le-mesurier piramit mimarlarının temel ölçü birimi olarak kutsal kübiti kullanmış olduklarım söyledi.
Ancak o dönemden kalma bazı cetveller bulunmuştur. Bu cetveller Lemesurier'nin kutsal kübitinden farklı bir kübit ölçüsü vermektedir. Kraliyet Kübiti3" (Royal Cubit) olarak bilinen bu ölçüyü inkar etmeyen Lemesurier, Mısırlıların ölçü birimi olarak her iki kübiti de kullanmış olduklarını öne sürdü.

Piramitlerin inşasında kullanılan taş blokların her birinin ne kadar büyük olduğu görülüyor.
Lemesurier her iki kübit ölçüsünün de Dünya'nın boyutlarından kaynaklandığını söylüyor ve ikisi arasında şöyle bir ilişki kuruyor:
1 kutsal kübit = 103 .pi sayısının karekökü / (4x365.24235) kraliyet kübiti
Burada Lemesurier'in bir hayli zorlama yaptığını görüyoruz. Ancak matematik olarak Lemesurier'nin açıkladığı ölçü birimi doğrudur ve eğer piramidin yapımında gerçekten kullanılmışsa, olay Eski Mısırlılar'ın bundan beş bin yıl önce dünyanın boyutlarını bildiğini göstermektedir.

Bu mümkün olabilir mi? Bu sorunun yanıtında üç seçenek var:

a. Mısırlı bunları kendinden önce yaşamış ve büyük bir felaket sonucu yok olmuş başka bir uygarlıktan öğrenmiştir. Bu, Atlantis yanlılarının görüşüdür.

b. Uzaydaki ileri bir uygarlığın temsilcileri dünyayı ziyaret etmiş ve Mısırlılara gerekli bilgileri vermiştir. Bu, Sitchin, Alford ve Daniken ekolünün görüşüdür.

c. Olay tesadüflerden ibarettir. Bazı kimseler kendi tezini kanıtlamak için zorlamalar yapmış, hayali bağlantılar kurmuşlardır. Bu da klasik tarihçilerin görüşüdür.

Daha önce Büyük Piramidin dizaynında ti ve 0 gibi iki evrensel oranın kullanıldığını görmüştük. Şimdi doğrudan dünyanın fiziksel boyutlarına dayalı bir ölçü birimi çıkıyor karşımıza ve Lemesurier bu ölçü biriminden yola çıkarak Büyük Piramit'in insanlığın hem geçmişini, hem de geleceğini açıklayan simgesel bir sistem olduğunu söylüyor.
Bu sistemi de kısaca şöyle anlatıyor:
"Piramit Dünya gezegeninin simgesidir. Tepetaşı 5 ucu ve 5 kenarıyla 'Büyük İnisye'yi yani Aydınlanma Çağı'nın başlangıcını simgelemektedir. Piramidin içindeki çeşitli geçitler ve odalar ise ruhun dünyadaki evrelerini yansıtmaktadır. Güneye doğru gidiş ruhun zamanla gelişmesini, kuzey yönünde yol almak ise maddeciliğe dönüşü simgeler. Aşağıya, sola ve doğuya giden geçitler insanı kötülüğe, ruhsal dejenerasyona, olumsuzluğa götürür. Bu geçitlere girenin kaderi yeniden ölümlü olarak doğmaktır. Oysa yukarıya, sağa ve batı yönüne giden geçitler insanı aydınlanmaya ve ölümsüzlüğe götürür."
Bu esaslar içinde Lemesurier piramidin içindeki bütün mimari unsurlara simgesel değerler veriyor. Örneğin havalandırma kanallarını fiziksel dünyadan ve ölümlülükten kurtuluş yollan olarak görüyor. İnşaatta kullanılan kireçtaşını zaman ve mekan boyutlarına sahip madde dünyası, granit taşları ise Tanrısallığın, ruhsal dünyanın ve ebediyetin simgesi olarak tanımlıyor.

Eski uygarlıkların bu kadar büyük ve harika eserler ortaya çıkarmış olması , ister istemez herkesi büyülemekte ve soru işaretlerine yol açmaktadır.
Ancak dünyamızın başka yerlerinde başka anıtlar da var ve bu anıtlarda da klasik öğretilerden farklı tarih senaryoları görüyoruz. Tarih sayfalarında ne kadar eskiye dönersek, karanlık ve akılalmaz parçalar dahada büyüyor. Bu yüzden açık fikirlilikle her ihtimali düşünerek gerçeği araştırmaya devam etmeliyiz. Ancak bu şekilde gerçek tarihimizin karanlık sayfalarına ışık tutabiliriz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder