Can sıkıntısına bir gün çare bulabilir miyiz gerçekten?
Evet, can sıkıntısı gerçekten de can sıkıcı bir konu, insan başlıkta görünce bile sıkılıyor. Belki öyle, ama durun, yazı öyle değil.
Hayatta yapmak zorunda olduğumuz pek çok şeyin bize yaşattığı tek bir ortak his varsa, o da herhalde can sıkıntısıdır. Aslında büyüklerimizin “sıkı can iyidir, kolay çıkmaz” diye fazlaca hafife aldığı bu ruh hali, insanlığın pek çok belaya bulaşmasına da neden olmuş bir olgu malumunuz: Alkolizmden uyuşturucu kullanımına, kumar alışkanlığından takıntılı davranış bozukluğuna kadar pek çok rahatsızlığımızın temeline inilince, orada canımızın sıkılmasının yatttığını görmek çok da şaşırtıcı olmaz genelde.
Ayrıca, tehlikeli durumlara da yol açabildiğini de herkes az çok bilir, örneğin yaptığı işten canı sıkılan bir pilotun kullandığı uçağa binmeyi pek kimse istemez normalde.
Fakat gelin görün ki, can sıkıntısına tam olarak neyin yol açtığı sorusu, yüzyıllardır kah filozoflar, kah bilim adamları tarafından çokça araştırılmasına rağmen, hala cevabı daha bizim için çok da açık olmayan bir soru. Daha doğrusu öyle bir soruydu.
Ama şimdi, Kanada’daki York Üniversitesi‘nden araştırmacılar bu soruyu çözmeye ant içmişçesine öyle delicesine bir araştırmaya girmişler ki, bu konuda bugüne kadar yayınlanmış tüm çalışmaları gözden geçirmişler (tamamen onların yalancısıyım) ve sonunda can sıkıntısı için tüm durumları kapsayan, “birleşik bir can sıkıntısı teoremi”ne ulaştıklarını ve bu teoremin bu soruya yanıt olabileceğini iddia etmişler.
Perspectives on Psychological Sciences isimli bilimsel derginin bu sonbahar sayısında yayınlanan bir makalede, bilişsel psikolog John Eastwood ve ekibi, tüm can sıkıntısı hallerinin aslen tek bir şeyden kaynaklanıyor olabileceğini iddia etmiş: Bu da, dikkatimizi vermekte yaşadığımız çatışmalar ya da insanların yanlış yönlendirilmiş dikkatleri sonucu yaptıkları işin engellendiği durumlardan başka bir şey değilmiş.
Peki, olay bu kadar basit miymiş? Yani, psikolojide üzerinde en çok çalışılan alanlardan biri olan “dikkat”, can sıkıntısıyla bu kadar yakın bağlantılı ise, neden bunu ortadan kaldırmıyor muşuz o zaman? Bu zeki arkadaşların, elbette bu sorulara da cevabı hazırmış.
Bu ekibin yaptığı ve belki de daha önce denenmemiş olan tek şey, çok popüler olan iki başlık olan “dikkat” ile “can sıkıntısı“nı birlikte düşünerek, bu iki durumun birbiriyle ilişkisini araştıran deneysel çalışmaları başlatmak olmuş. Ortaya çıkan sonuçlar, ilk aşamada canımız sıkıldığında beynimizde neler olup bittiği hakkında ilginç ipuçları sağlayabileceği izlenimini uyandırmış.
Belki de, bu tür çalışmalar sayesinde bir gün can sıkıntımızdan kurtulmanın yollarını bulacak ve hatta insanların dikkatlerinde çatışma yaşadıkları halleri azaltarak, işlerini yaparken canı sıkılan insanların toplum için yarattığı risklerdne de korunmuş olabilecekmişiz.
Ekibin başındaki kişi olan Eastwood, can sıkıntısını araştırmaya ilk olarak kronik depresyonu olan hastalarla çalışırken başlamış ve o zaman ilk olarak farketmiş ki bu konuda akademik literatürde çok az çalışma varmış. Eastwood, can sıkıntısının depresyonun başka bir yüzü olduğundan şüphelenmiş önce, ama yaptığı bir dizi araştırma sonunda, o ve ekibi, araştırmalarının sonucunda ulaştıkları nicel analizlerin de ışığında, her iki ruh halinin aslında birbirinden çok ayrı olduğunu tespit etmişler.
Ama, bu çalışmalar sırasında ekibin dikkatini, depresyon ve can sıkıntısı arasındaki bir ilişki çekmiş. Eastwood, konuyu anlatabilmek için “Can sıkıntısı özünde tatmin sağlayacak bir uğraşıya ya da duruma kişinin arzu duyması fakat ona ulaşamaması olarak tanımlanabilir” demiş ve eklemiş, ”Dikkat ise, bizim dış dünya ile kendi iç düşünce ve duygularımızın bağlantılandığı bilişsel bir süreçten oluşuyordu. Dolayısıyla, dikkatin, tanımın bu araştırmanın temelinde yattığı mantığı ile devam edebilececeğimizi farkettik.”
Eastwood’un ekibinin yaptığı literatür araştırmalarında ise bu konuda cesaret verici bir çalışmaya rastlamışlar bu arada. 1989′da Clark Üniversitesi‘nde gerçekleştirilen bir deneyde, deneye katılan kişilerden, yan odadaki bir televizyonun açık ve sesi duyulurken, “kısmen” ilgi çekici bir makaleyi okumaları ve hatırlarında tutmaları istenmiş. Eğer televizyonun sesi fazla açıksa, denekler hallerini “kafaları karışmış” olarak betimlemişler (ama canlarının sıkıldığını söylememişler). Oysa, televizyonun sesinin kısık olduğu durumda, çok sayıda kişi kendini “canı sıkılmış” olarak tanımlamış.
Şimdi, her iki durumda da, deneye katılan kişilerin dikkatlerinin dağıldığı aşikar iken, ilginç olan şuymuş ki, ilk durumda katılımcılar bu dikkat dağınıklığının nedenini gayet açık olarak tespit edebilirlerken, ikinci durumda ise makaleyi akıllarında tutamamalarına neden olacak böyle bariz bir sebep bulamadıklarını belirtmişler ve belki de bu yüzden, ikinci duruma maruz bırakılan bu kişiler, ruh hallerini “canları sıkılmış” olarak işaretlemişler.
Araştırmalar sürerken, karşılaştıkları bazı hallerde Eastwood, “Deneyimin merkezine ‘dikkati’ koyduğumuz zaman, … bu bizim ‘can sıkıntısı’ dediğimiz subjektif ruh halini daha iyi anlamamıza olanak sağladı.” demiş. “Zamanın yavaş geçmesi, dikkati toplamakta zorlanma, uyarılmada düzensizlik” gibi olguların bu subjektif can sıkıntısı haline örnek olarak verilebileceğini de eklemiş.
Bu anlayışa göre, verilen bir görev dikkatimizi toplamamızı gerektirmeyecek kadar kolaysa, kendimizi meşgul edecek uygun bir uğraş bulamamış oluyoruz. Yani, mesela dikkatimizi o alana sabit tutmak için bir efor sarfetmemiz gerekmiyor ve yanında da bizi oyalayacak başka bir alan bulunmuyor. Öte yandan, yoğun ve bunaltıcı bir ortamda sınırlı bir dikkat seviyesi ile bir işlevi görmeye çalışmak, bizim “canımız sıkılmış” hissetmemize neden olabiliyor. Eastwood’a göre, “Uyaranların çok fazla olduğu ortamlarda, bizi tatmin etmeyen durumlar deneyimlememiz normal, çünkü dikkatimiz aynı anda bir çok yöne çekiliyor.”
Bu araştırmanın sonucuna göre, can sıkıntısı ile dikkat konularını bu şekilde bağlantılı olarak düşünmek, her iki durumda gelişme sağlamamız için önemli bir potansiyel taşıyabilir. Bu görüşe, bu konularda uzmanlaşmış diğer araştırmacılar da katılıyor ve aslında iki durum arasında karşılıklı (birbirlerini etkileyen veya tetikleyen) bir ilişki olabileceğine dikkat çekiyorlar.
Günümüzde malum, en popüler bozukluklardan biri de artık “Dikkat Eksikliği Bozukluğu” (şu ilginç linkte de görüldüğü gibi örneğin) ve bu teşhisi alan insanların sayısı her geçen gün artıyor. Bana kalırsa, yukarıda özetlemeye çalıştığım araştırmalar (ki elbette bunlardan daha bir çok var), bu konudaki genel anlayışı değiştirme ve yerine daha derinlemesine bir çözümleme olanağını getirebilirler.
Hayatta yapmak zorunda olduğumuz pek çok şeyin bize yaşattığı tek bir ortak his varsa, o da herhalde can sıkıntısıdır. Aslında büyüklerimizin “sıkı can iyidir, kolay çıkmaz” diye fazlaca hafife aldığı bu ruh hali, insanlığın pek çok belaya bulaşmasına da neden olmuş bir olgu malumunuz: Alkolizmden uyuşturucu kullanımına, kumar alışkanlığından takıntılı davranış bozukluğuna kadar pek çok rahatsızlığımızın temeline inilince, orada canımızın sıkılmasının yatttığını görmek çok da şaşırtıcı olmaz genelde.
Ayrıca, tehlikeli durumlara da yol açabildiğini de herkes az çok bilir, örneğin yaptığı işten canı sıkılan bir pilotun kullandığı uçağa binmeyi pek kimse istemez normalde.
Fakat gelin görün ki, can sıkıntısına tam olarak neyin yol açtığı sorusu, yüzyıllardır kah filozoflar, kah bilim adamları tarafından çokça araştırılmasına rağmen, hala cevabı daha bizim için çok da açık olmayan bir soru. Daha doğrusu öyle bir soruydu.
Ama şimdi, Kanada’daki York Üniversitesi‘nden araştırmacılar bu soruyu çözmeye ant içmişçesine öyle delicesine bir araştırmaya girmişler ki, bu konuda bugüne kadar yayınlanmış tüm çalışmaları gözden geçirmişler (tamamen onların yalancısıyım) ve sonunda can sıkıntısı için tüm durumları kapsayan, “birleşik bir can sıkıntısı teoremi”ne ulaştıklarını ve bu teoremin bu soruya yanıt olabileceğini iddia etmişler.
Perspectives on Psychological Sciences isimli bilimsel derginin bu sonbahar sayısında yayınlanan bir makalede, bilişsel psikolog John Eastwood ve ekibi, tüm can sıkıntısı hallerinin aslen tek bir şeyden kaynaklanıyor olabileceğini iddia etmiş: Bu da, dikkatimizi vermekte yaşadığımız çatışmalar ya da insanların yanlış yönlendirilmiş dikkatleri sonucu yaptıkları işin engellendiği durumlardan başka bir şey değilmiş.
Peki, olay bu kadar basit miymiş? Yani, psikolojide üzerinde en çok çalışılan alanlardan biri olan “dikkat”, can sıkıntısıyla bu kadar yakın bağlantılı ise, neden bunu ortadan kaldırmıyor muşuz o zaman? Bu zeki arkadaşların, elbette bu sorulara da cevabı hazırmış.
Bu ekibin yaptığı ve belki de daha önce denenmemiş olan tek şey, çok popüler olan iki başlık olan “dikkat” ile “can sıkıntısı“nı birlikte düşünerek, bu iki durumun birbiriyle ilişkisini araştıran deneysel çalışmaları başlatmak olmuş. Ortaya çıkan sonuçlar, ilk aşamada canımız sıkıldığında beynimizde neler olup bittiği hakkında ilginç ipuçları sağlayabileceği izlenimini uyandırmış.
Belki de, bu tür çalışmalar sayesinde bir gün can sıkıntımızdan kurtulmanın yollarını bulacak ve hatta insanların dikkatlerinde çatışma yaşadıkları halleri azaltarak, işlerini yaparken canı sıkılan insanların toplum için yarattığı risklerdne de korunmuş olabilecekmişiz.
Ekibin başındaki kişi olan Eastwood, can sıkıntısını araştırmaya ilk olarak kronik depresyonu olan hastalarla çalışırken başlamış ve o zaman ilk olarak farketmiş ki bu konuda akademik literatürde çok az çalışma varmış. Eastwood, can sıkıntısının depresyonun başka bir yüzü olduğundan şüphelenmiş önce, ama yaptığı bir dizi araştırma sonunda, o ve ekibi, araştırmalarının sonucunda ulaştıkları nicel analizlerin de ışığında, her iki ruh halinin aslında birbirinden çok ayrı olduğunu tespit etmişler.
Ama, bu çalışmalar sırasında ekibin dikkatini, depresyon ve can sıkıntısı arasındaki bir ilişki çekmiş. Eastwood, konuyu anlatabilmek için “Can sıkıntısı özünde tatmin sağlayacak bir uğraşıya ya da duruma kişinin arzu duyması fakat ona ulaşamaması olarak tanımlanabilir” demiş ve eklemiş, ”Dikkat ise, bizim dış dünya ile kendi iç düşünce ve duygularımızın bağlantılandığı bilişsel bir süreçten oluşuyordu. Dolayısıyla, dikkatin, tanımın bu araştırmanın temelinde yattığı mantığı ile devam edebilececeğimizi farkettik.”
Eastwood’un ekibinin yaptığı literatür araştırmalarında ise bu konuda cesaret verici bir çalışmaya rastlamışlar bu arada. 1989′da Clark Üniversitesi‘nde gerçekleştirilen bir deneyde, deneye katılan kişilerden, yan odadaki bir televizyonun açık ve sesi duyulurken, “kısmen” ilgi çekici bir makaleyi okumaları ve hatırlarında tutmaları istenmiş. Eğer televizyonun sesi fazla açıksa, denekler hallerini “kafaları karışmış” olarak betimlemişler (ama canlarının sıkıldığını söylememişler). Oysa, televizyonun sesinin kısık olduğu durumda, çok sayıda kişi kendini “canı sıkılmış” olarak tanımlamış.
Şimdi, her iki durumda da, deneye katılan kişilerin dikkatlerinin dağıldığı aşikar iken, ilginç olan şuymuş ki, ilk durumda katılımcılar bu dikkat dağınıklığının nedenini gayet açık olarak tespit edebilirlerken, ikinci durumda ise makaleyi akıllarında tutamamalarına neden olacak böyle bariz bir sebep bulamadıklarını belirtmişler ve belki de bu yüzden, ikinci duruma maruz bırakılan bu kişiler, ruh hallerini “canları sıkılmış” olarak işaretlemişler.
Araştırmalar sürerken, karşılaştıkları bazı hallerde Eastwood, “Deneyimin merkezine ‘dikkati’ koyduğumuz zaman, … bu bizim ‘can sıkıntısı’ dediğimiz subjektif ruh halini daha iyi anlamamıza olanak sağladı.” demiş. “Zamanın yavaş geçmesi, dikkati toplamakta zorlanma, uyarılmada düzensizlik” gibi olguların bu subjektif can sıkıntısı haline örnek olarak verilebileceğini de eklemiş.
Bu anlayışa göre, verilen bir görev dikkatimizi toplamamızı gerektirmeyecek kadar kolaysa, kendimizi meşgul edecek uygun bir uğraş bulamamış oluyoruz. Yani, mesela dikkatimizi o alana sabit tutmak için bir efor sarfetmemiz gerekmiyor ve yanında da bizi oyalayacak başka bir alan bulunmuyor. Öte yandan, yoğun ve bunaltıcı bir ortamda sınırlı bir dikkat seviyesi ile bir işlevi görmeye çalışmak, bizim “canımız sıkılmış” hissetmemize neden olabiliyor. Eastwood’a göre, “Uyaranların çok fazla olduğu ortamlarda, bizi tatmin etmeyen durumlar deneyimlememiz normal, çünkü dikkatimiz aynı anda bir çok yöne çekiliyor.”
Bu araştırmanın sonucuna göre, can sıkıntısı ile dikkat konularını bu şekilde bağlantılı olarak düşünmek, her iki durumda gelişme sağlamamız için önemli bir potansiyel taşıyabilir. Bu görüşe, bu konularda uzmanlaşmış diğer araştırmacılar da katılıyor ve aslında iki durum arasında karşılıklı (birbirlerini etkileyen veya tetikleyen) bir ilişki olabileceğine dikkat çekiyorlar.
Günümüzde malum, en popüler bozukluklardan biri de artık “Dikkat Eksikliği Bozukluğu” (şu ilginç linkte de görüldüğü gibi örneğin) ve bu teşhisi alan insanların sayısı her geçen gün artıyor. Bana kalırsa, yukarıda özetlemeye çalıştığım araştırmalar (ki elbette bunlardan daha bir çok var), bu konudaki genel anlayışı değiştirme ve yerine daha derinlemesine bir çözümleme olanağını getirebilirler.
Kaynak: http://www.neselibeyin.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder