İçimizdeki Delilik
Bu dizeler, Tolstoy'un, kalbi hırsla tutuşan kahramanı Pahom'u getiriyor akla. İçinin denizinde, her şeyi kül edecek yangınlar taşıyan bu adam, "İnsana ne kadar toprak lazım"? sorusunun da cevabıdır hikâyede. Yüzler ve Sözler şairi de, insanın gözlerini, dipsiz bir ambara benzetmekle, insanın bu ıstırabını vurgulamak istiyor belki de. Ancak aynaya yansıyan bu sözler, insanın trajedisini resmedebilmek için yeterli midir, bilinmez.
Benzer bir resmi, Victor Hugo da Sefiller romanında çizmek ister. Kelimelerin, bir fırça gibi kullanıldığı bu resimde, çeşitli renkler bir araya getirilir: Cehaletten gelen fena bir terbiye, çöplükte yetişen gül, ötmeyi unutan kırlangıç, az bir su ile kanaat eden ısırgan otu ve daha birçok renk...
Bu renkler insanın, yazar tarafından yansıtılmasıdır sayfalara. Tenardiye ailesi bu sayfalara yansıtılan en solgun renktir belki de. Bir tarafı sevebilmek için diğer tarafı nefret denizinde boğan bu aile, kendilerini akıl zindanına mahkûm eden delilerden oluşur. Aklın esir aldığı bu aile ne gariptir ki, insanın aşması gereken sınırın "akıl" olduğunu da gösterir bizlere. Ama onlar bu sınırı aşamazlar. Çünkü aklın gereği olarak maddi beklentiler içindedirler. Bu beklenti, ailenin hayata ve insana bakış açısını daraltmış, hareketlerini kısıtlamıştır. Bundan kaynaklanıyor olsa gerek; tilkinin tavuğa, kedinin fareye doymadığı gibi doymazlar kötülüğe. Çünkü kötülük, mutluluğa açılan kapıdır onların nazarında. Vicdan ise, yasak bir meyve hükmündedir. Dalından koparmazlar o meyveyi. Böylece Cennetin ayak izleri silinip gider de gözlerinin önünden fark edemezler bunu. Derin bir uykudadırlar. Bu derin uykudan nerede ve ne zaman uyandırılacakları bilinmez ama hangi hazinelerin ellerinden uçup gideceğini aklı başında olan her insanın bilir. Yoksa siz, karanlık bir mağaraya ışık girer de gözler onu fark etmez mi zannediyorsunuz?
Şair ve yazarların dünyasında böylesi resimler çizilirken, gölgeler ülkesi dünyamızda da karşımıza benzer resimler çıkmıyor değil. Meraklı bir nazarın, bu tür resimlerle karşılaşmaması için hiçbir sebep yok. Karşılaşabilir mi, karşılaşabilir. Çünkü insan da diğer gölgeler gibi bir gölgedir. Galiba insan farkında değil bulunduğu konumun.
Bu farkında olamama hâli insana iradesinin dışında adımlar attırıyor. Atılan her adım kendisinden uzaklaştırıyor insanı. İnsan, insana yabancılaşıyor. Hâlbuki insanın gölge olduğunu hatırlaması ve ışığın serinliğini araması gerekiyor. Çünkü bir yerde gölgeler oluşuyorsa, kıyıda köşede saklı bir ışık oluyor mutlaka ve serinlik, gölgeden değil, ışıktan doğuyor.
Işığın farkına varamamak, insanın asıl trajedisi olsa gerek. Bu nedenledir ki sürekli bir telaş içinde insan; kıvranıp duruyor. Üstadın o soluk kesen tasviriyle: "Yükselmek isterken semavi ülkelere/Ayağı takılıyor yerdeki gölgelere."
İnsanın yaşadığı ne yaman çelişkidir böyle? Renk, koku, ses ve şekil ötelerden haberciyken gölgelerle hakikat arasındaki o ince çizgide oyunlar oynamak nasıl bir deliliktir? Her şey bir tevhidin peşindeyken kesretin içinde çoğalmak nasıl bir sancıdır? Hâlbuki hayatın diğer renkleri gibi insan da hakikatin bir yansımasıdır kâğıdın kalbine. Her gölgeye bir ışık emanet edilmiştir. Baksanıza "Bütün görünüşler sadece bir mecazdır." diyen Goethe de, bu hakikati nakşediyor kalbimize. Bilinir ki, bir gün emanet sahibine; gölgeler, ışığa teslim edilir.
Emanetin hakkını veremeyen insan gerçek mânâsından uzaklaşıyor. Yeni bir mânâ kazanamadığı gibi mecaz olduğunu çıkarıyor aklının bir köşesinden. Hâlbuki kurtulsa gölgelerden, seher vakti sabahlayacak Leyla?da. Ama insan, gölgelerin, hakikate gebe olduğunun farkında değil. Acemi bir nalbant marifetiyle hayallerinin ziyasına mıhlıyor kalbini. Zulmetin içine sürüklendiğinin farkında değil. Bu nedenle emanetin kanadında nağmeli bir kırık, muhabbetin dilinde bin sitem var şimdi. Ah insan, kendi fakrını göremez hâlde. Derin bir uykuya teslim olmuş gözleri. Ayaklarında mecal yok? Söylesenize, "İnsan, bir mes?ut zalim; insan, bir mağrur cahil." derken şair, haklı değil miydi acaba?
Hakikat, gölgelerin başucunda bekliyor oysa. Aklın sınırlarını terk edemeyen insan, bunu keşfedemiyor bir türlü. Belli ki aklın ötesine geçmek istemiyor. Aklın ötesine geçiş, gölgeden kaçıştır çünkü. Kaçmak istemiyor insan, elindekileri bırakıp gitmek istemiyor. Yoksa ona göre 'Göz, görüyorum sanmanın öksesi'miydi.
İnsanın akıl yoluyla kurduğu bu saltanat ne zaman yıkılır bilinmez. Fakat bu saltanatın bâki kalmayacağı bilinen bir gerçek. Bu gerçeği Mevlana Hazretleri, devrin sultanı ile yaptığı sohbette ne de güzel dile getiriyor: "Sen padişahsın? Senin saltanatın gözlerin açık durdukça bâkidir, benim saltanatımsa gözlerimi kapadığım zaman başlar!" Yarabbi, ne temiz bir kaynaktır ki bu söz, ondan bir yudum alana şifa veriyor böyle! Peki, hangi sultanlık, bâki ve ezelî? Mevlana hazretlerinin sultanlığı mı, yoksa?
Bizler, bu soruya cevaplar arayıp dururken Yüzler ve Sözler şairi, soruların peşinden gitmiş, dönüşte de cevabı bir sofra gibi sermiştir önümüze. Öyle bir davete muhatap olur ki gözler, bu sofraya icabet etmemenin çaresi ve o sofradan aç kalkmanın ihtimali yok: "Ama sorarım kimin bahçesi daha büyük ölümden"?
Bu sofrada kalbi ve ruhu beslemek bir delinin yapabileceği en akıllı iş değil midir? Böyle bir sofra bal kaymak olmaz da ne olur insana?
Sahi, ölümden daha büyük bir sofraya oturabilir mi içimizdeki delilik?
http://www.yagmurdergisi.com.tr/archives/konu/icimizdeki-delilik-ocak-2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder