EVREN ÖTESİNE YOLCULUK BELGESELİ İZLETİSİ
30 Nisan 2013 Salı
En kolay ölüm
En kolay ölüm
VATANINA BÜYÜK hizmetler yapımş ve bu sayede prensin
gözüne bile girmiş olan bir adam, günün birinde ihtirasının esiri olup bir suç
işler ve ölüm cezasına çarptırılır.
Yalvarmalar, yakarmalar fayda etmez. Fakat adam itibarlı biri olduğu için, prens ona bir ayrıcalık tanıyıp ölüm şeklini kendisinin seçmesi hakkını tanır. Seçeceği ölüm biçimi aynen uygulanacaktır.
ınfaz savcısı prensin bu kararını tebliğ etmek için tutuklunun bulunduğu kuleye gelir ve:
“Prens size bir lütufta bulundu. Tekerlerde gerilerek ölmek isterseniz tekerlekte, asılmak isterseniz darağacında ölmeniz sağlanacak. Eğer eczacının fare zehirini tercih edersen, o da var! Prens, hangi ölüm şeklini seçersen bunun mutlaka uygulanacağını söyledi.”
Bunun üzerine mahkum şöyle bir düşünür:
“Ölüm kaçınılmaz ise, tekerlekte gerilmek de çirkin, asılmak da... Hele bir de rüzgâr çıkıverirse, darağacında ölüm çok sallantılı olacak.”
Ve, seçimini iletir:
“Ben hep insanın yaşlılıktan ölmesinin en rahat ölüm olduğuna inanmışımdır. Eğer prens bana seçme hakkı tanıyorsa, yaşlanarak ölmeyi tercih ederim; başkasını değil!”
Mahkumu serbest bırakır ve yaşlanıp ölünceye kadar yaşamasına izin verirler. Çünkü prens:
“Verdiğim sözü çiğneyemem!” demiştir.
karakalem.net ten alınmıştır
Yalvarmalar, yakarmalar fayda etmez. Fakat adam itibarlı biri olduğu için, prens ona bir ayrıcalık tanıyıp ölüm şeklini kendisinin seçmesi hakkını tanır. Seçeceği ölüm biçimi aynen uygulanacaktır.
ınfaz savcısı prensin bu kararını tebliğ etmek için tutuklunun bulunduğu kuleye gelir ve:
“Prens size bir lütufta bulundu. Tekerlerde gerilerek ölmek isterseniz tekerlekte, asılmak isterseniz darağacında ölmeniz sağlanacak. Eğer eczacının fare zehirini tercih edersen, o da var! Prens, hangi ölüm şeklini seçersen bunun mutlaka uygulanacağını söyledi.”
Bunun üzerine mahkum şöyle bir düşünür:
“Ölüm kaçınılmaz ise, tekerlekte gerilmek de çirkin, asılmak da... Hele bir de rüzgâr çıkıverirse, darağacında ölüm çok sallantılı olacak.”
Ve, seçimini iletir:
“Ben hep insanın yaşlılıktan ölmesinin en rahat ölüm olduğuna inanmışımdır. Eğer prens bana seçme hakkı tanıyorsa, yaşlanarak ölmeyi tercih ederim; başkasını değil!”
Mahkumu serbest bırakır ve yaşlanıp ölünceye kadar yaşamasına izin verirler. Çünkü prens:
“Verdiğim sözü çiğneyemem!” demiştir.
karakalem.net ten alınmıştır
Dünyanın en güzel tablosu
Dünyanın en güzel tablosu
MEşHUR BıR ressam, günün birinde dünyanın en güzel şeyinin
resmini yapmaya karar verdi. Bunun için dünyada en güzel şeyin ne olabileceğine
dair bilgi toplamak üzere uzun bir yolculuğa çıktı.
Ağaçlık bir yolda giderken, beli bükülmüş yaşlı bir adamın yol kenarında oturmuş olduğunu gördü. Yanına giderek ona dünyanın en güzel şeyinin ne olabileceğini sordu. ıhtiyar, hiç tereddüt etmeden:
“ımandır” dedi.
Sonra, bir kasabadan geçerken, bir mabedin kapısı önünde toplanmış bir düğün kalabalığına rastgeldi. Kalabalığın arasına girerek genç geline:
“Dünyanın en güzel şeyi nedir sizce?” diye sordu.
Gelin, damadın gözlerinin içine bakarak:
“Dünyanın en güze şeyi olsa olsa aşktır!” dedi.
Ressam yoluna devam etti. Tozlu bir yolda giderken cepheden dönen yorgun bir askere denk geldi. Aynı soruyu ona da sordu. Asker:
“Dünyada en güzel şey barıştır” diye cevap verdi.
Ressam kendi kendine eğer dünyanın en güzel şeyleri iman, aşk ve barışsa ben bunların resmini nasıl yapabilirim ki diye düşünmeye başladı. O düşünceyle evine döndü.
Evinin kapısından içeri girdiğinde ise, dünyanın en güzel manzarasının karşısında durduğunu düşündü. Çocuklarının masum bakışlarında iman, karısının gözlerinde aşk okunuyor, evinde ise barış hali hüküm sürüyordu.
Bunlardan aldığı ilhamla ressam dünyanın en güzel şeyinin resmini yapmaya koyuldu. Resim bitince de tabloya şu adı verdi: “Evim.”
W. O. Goodwin
Ağaçlık bir yolda giderken, beli bükülmüş yaşlı bir adamın yol kenarında oturmuş olduğunu gördü. Yanına giderek ona dünyanın en güzel şeyinin ne olabileceğini sordu. ıhtiyar, hiç tereddüt etmeden:
“ımandır” dedi.
Sonra, bir kasabadan geçerken, bir mabedin kapısı önünde toplanmış bir düğün kalabalığına rastgeldi. Kalabalığın arasına girerek genç geline:
“Dünyanın en güzel şeyi nedir sizce?” diye sordu.
Gelin, damadın gözlerinin içine bakarak:
“Dünyanın en güze şeyi olsa olsa aşktır!” dedi.
Ressam yoluna devam etti. Tozlu bir yolda giderken cepheden dönen yorgun bir askere denk geldi. Aynı soruyu ona da sordu. Asker:
“Dünyada en güzel şey barıştır” diye cevap verdi.
Ressam kendi kendine eğer dünyanın en güzel şeyleri iman, aşk ve barışsa ben bunların resmini nasıl yapabilirim ki diye düşünmeye başladı. O düşünceyle evine döndü.
Evinin kapısından içeri girdiğinde ise, dünyanın en güzel manzarasının karşısında durduğunu düşündü. Çocuklarının masum bakışlarında iman, karısının gözlerinde aşk okunuyor, evinde ise barış hali hüküm sürüyordu.
Bunlardan aldığı ilhamla ressam dünyanın en güzel şeyinin resmini yapmaya koyuldu. Resim bitince de tabloya şu adı verdi: “Evim.”
W. O. Goodwin
Sevgiyi konuşmak mı yaşamak mı?
Sevgiyi konuşmak mı yaşamak
mı?
Bir gün sormuşlar ermişlerden birine: 'Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?'diye. 'Bakın göstereyim' demiş ermiş.
Önce sevgiyi dilden gönlüne indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.
Ermiş 'Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz' diye bir de şart koymuş. 'Peki' demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.
Bunun üzerine 'şimdi…' demiş ermiş. 'Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.' Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa.
'Buyurun' deyince her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.
'ışte' demiş ermiş. 'Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz.
şunu da unutmayın:
Hayat pazarında Alan değil, Veren kazançlıdır her zaman
Bir gün sormuşlar ermişlerden birine: 'Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?'diye. 'Bakın göstereyim' demiş ermiş.
Önce sevgiyi dilden gönlüne indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.
Ermiş 'Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz' diye bir de şart koymuş. 'Peki' demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.
Bunun üzerine 'şimdi…' demiş ermiş. 'Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.' Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa.
'Buyurun' deyince her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.
'ışte' demiş ermiş. 'Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz.
şunu da unutmayın:
Hayat pazarında Alan değil, Veren kazançlıdır her zaman
Babası Oğluna Sordu...
Babası Oğluna Sordu...
80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen -45 yaşında ve saygın bir işi olan- oğlu salonda oturuyorlardı. Hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sahbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti. O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu.
Yaşlı baba kargaya gülümserek biraz baktıktan sonra oğluna sordu: 'Bu ne oğlum?'
Oğlu şaşkın, cevapladı: 'o bir karga baba.'
Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu: 'Bu ne oğlum?'
Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı: 'Baba, o bir karga'
Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu: 'Bu ne?'
Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü: 'O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun?'
Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti: 'Baba bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun?'
Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hâtıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu. Sevgiyle gülümseye devam ederek sayfası açık bir vaziyette def teri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi.
'Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim. Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu.'
http://www.muhabbetfedaileri.com/kıssadan-hisseler-ibretli-öyküler/12723-babası-oğluna-sordu/
GARİP
GARİP
Cebinde beş kuruş parası yoktu
Üşüyen ellerini cebine attığında
Eline sadece pantolonunun yırtık astarı geliyordu
Babasından da isteyemiyordu
Çünkü ayın on beşine daha çok vardı
Buzlu yollarda yürürken
Ayağındaki potinlere takıldı gözleri
Ne zaman aldığını o bile unutmuştu
Bazen yolların buz tuttuğuna şükrederdi
Çünkü buz tutmasa
Potinlerin altındaki yarıktan su girecekti
Kitaplarını tutan elleri mosmor olmuş,
Çatlamış dudakları kararmıştı.
Soğuktan mıdır nedir, aç olduğunu bile unutmuştu
Ona çorbayı en son rahmetli annesi yapmıştı.
Bu yüzden birçok şeyin tadını unutmasına rağmen,
Tarhananın tadını unutmamıştı.
Tarhana çorbasının tadını ne zaman duysa
Açlığı değil, annesi gelirdi aklına
Ah! Derdi, ah keşke annem yanımda olsaydı da
Olsaydı da keşke hep aç kalsaydım.
Birdenbire hayatı bir film şeridi gibi gözlerinde canlandı
Kitapları sağa sola savrulmuş,
Yırtık potinleri ayağından çıkmıştı.
O da anlayamamıştı ne olduğunu
Karşısında birisi ona gülümsüyordu.
O da tebessümle karşılık verdi.
“Siz kimsiniz?” dedi. O da şöyle cevap verdi:
“Seni annene götürecek kişiyim”
alıntı
Cebinde beş kuruş parası yoktu
Üşüyen ellerini cebine attığında
Eline sadece pantolonunun yırtık astarı geliyordu
Babasından da isteyemiyordu
Çünkü ayın on beşine daha çok vardı
Buzlu yollarda yürürken
Ayağındaki potinlere takıldı gözleri
Ne zaman aldığını o bile unutmuştu
Bazen yolların buz tuttuğuna şükrederdi
Çünkü buz tutmasa
Potinlerin altındaki yarıktan su girecekti
Kitaplarını tutan elleri mosmor olmuş,
Çatlamış dudakları kararmıştı.
Soğuktan mıdır nedir, aç olduğunu bile unutmuştu
Ona çorbayı en son rahmetli annesi yapmıştı.
Bu yüzden birçok şeyin tadını unutmasına rağmen,
Tarhananın tadını unutmamıştı.
Tarhana çorbasının tadını ne zaman duysa
Açlığı değil, annesi gelirdi aklına
Ah! Derdi, ah keşke annem yanımda olsaydı da
Olsaydı da keşke hep aç kalsaydım.
Birdenbire hayatı bir film şeridi gibi gözlerinde canlandı
Kitapları sağa sola savrulmuş,
Yırtık potinleri ayağından çıkmıştı.
O da anlayamamıştı ne olduğunu
Karşısında birisi ona gülümsüyordu.
O da tebessümle karşılık verdi.
“Siz kimsiniz?” dedi. O da şöyle cevap verdi:
“Seni annene götürecek kişiyim”
alıntı
Asrın Doktoru (gerçek ve güzel bir hikaye)
Asrın Doktoru (gerçek ve güzel bir hikaye)
Ben çok zengin bir iş adamının tek çocuğu olarak dünyaya geldim. ıhtiyaç adına, hiçbir noksanlık duymayan bir aile hayatımız vardı. Ayakkabı değiştirir gibi, araba değiştiriyor, su gibi de para harcıyordum. Gençliğim, çok hareketli ve çok hızlı sürmekteydi. ıstediğim, herşeye sahip oldum, güzel denilen bütün yerleri gezdim, gördüm. ayrıca, turist çeken bütün ülkeleri de bir bir dolaştım.
Her şey, önüme ve ayağıma serilmişti. Öyle bir an geldi ki, kavuşacağım hedeflerim bitti, tadılacak lezzetler tükendi. Ve artık, bütün güzellikler ve lezzetler bana yabancılaşmaya başladı.Yıllar yılı, geçti, geçecek ümidiyle bekledim, durdum. Ama, o gizli huzursuzluk gittikçe artıyor, uykulanmı, yaşamamı, sevincimi alt-üst ediyordu.Bedenen de, çok yorgun ve bitkin düştüğümü
anlayınca, babam beni yerli ve yabancı ne kadar ünlü, psikiyatrist, psikolog varsa götürdü, tedâviye çalıştı. Ne yazık ki, bütün bunlar içimi küçük bir yılan gibi sokan huzursuzluğuma bir çare olmamıştı. O mutlu ve herşeye gücü yeten ailemiz, yıllardır bir matem havası yaşıyordu.
Öyle bir an geldi ki, artık dayanamaz bir hal almıştım. Adeta, gizli bir el, ruhumu, kalbimi ve kafamı avuçluyor, sıkıyor, eziyor ve beni çıldırtacak gibi bunaltıyordu. Bu arada babam da ölünce, bütün bütün yıkıldım ve bunaldım. "Tımarhanelik bir insan oldum" diye korkmaya başladım. Bu arada bir arkadaşım durumumu öğrenince:
- Yurdışı seyahatlerine çıksana, dedi.
- Gezmediğim, yer kalmadı, dedim.
- Ben Suudi Arabistan'da faaliyet gösteren bir ıtalyan firmasında çalışıyorum. Eğer istersen oraya gidelim. Belki, havası iyi gelir. Biraz değişik bir beldedir.
Düşündüm. Belki faydası olur diye kabul ettim. Orası müslüman bir devletti. Ama, müslümanlığı, adından başka tanımıyordum. Bizim evimizde herşey bulunurdu ama, müslümanlığın izi yoktu.
Birlikte, Cidde'ye uçtuk. Günlerce şehir şehir dolaştım. Ama, nafıle...
Aradığım dermanı bir türlü bulamıyordum. Bu ümitsizlik içinde, Medine'de bir otel odasındaydım. Artık, her şey bana bir hoş görünüyordu. "Eyvah!" dedim, galiba yolun sonuna geldim. Kendimi ilk defa bu kadar âciz ve yardıma muhtaç hissettim. Birden aklıma Allah geldi. Ama, nasıl yalvarıp, yakaracağımı bile bilmiyordum. Birkaç kelime mırıldandım.
O sıkıntı içinde, dalmışım. Baktım, rüyamda odamın kapısı açıldı. Sarıklı, cübbeli bir zat göründü.
- Hasta olan sen misin? diye sordu.
şaşkınlık içinde:
- Evet, dedim.
- Ben doktorum, seni muayene edeceğim, dedi.
Hayret ettim. Hiç doktora benzer bir tarafı yoktu.
- Siz nasıl bir doktorsunuz? diye sordum.
- Evladım, dedi. Ben bu asrın doktoruyum. Sen derdini anlat bana, dedi.
Anlattım, beni sessizce dinledi.
- Sana bir reçete yazacağım, dedi. Eğer bu ilaçları kullanırsan hiç korkma hemen düzeleceksin.
Tebessümle saçlarımı okşayarak:
- Söylediğimi yaz.
Elime kalemi alıp, söylediklerini harfiyyen yazdım:
"SÖZLER,LEM'ALAR,MEKTÛBAT,şUÂLAR,ASAY-I MUSA…“
Ardından:-Bu ilaçları kullanırsan, hiçbir şeyin kalmayacaktır inşaallah, dediRüyamdan, büyük bir heyecanla uyandım. Hemen kağıda ve kaleme sarılarak, söylenilen ilaçları aynen yazdım. Ama bunlar, benim bildiğim ilaçlara benzemiyordu. Ve gecenin ortasında sokağa fırladım. Sevincimden uçacak kadar ne yaptığımı bilmiyordum. Rüyanın ciddiliği, bana öyle bir kanaat vermişti ki, beni yıllardır kemiren bu dertten kurtulacağıma inanmıştım.
ılk rastladığım eczaneye girdim. Kağıdı, görevliye uzattım. Adam, baktı, baktı:
- Bizde böyle bir ilaç yoktur, dedi. Bu ilaçlar, ya çok öncenin, ya da çok yeni, henüz bizim elimize geçmemiş olabilir.
Başka bir eczaneye girdim. Bir başkasına, bir başkasına daha...
Ama, bu ilaçlardan kimsede yok. Yol üstünde bir hastane vardı. Oraya başvurdum. Beyaz gömlekli genç bir doktor, reçeteyi elimden aldı ve gülümsedi:
- Bunlar ilaç değil, kitap dedi.
- Nasıl olur, diye hayret ettim.
- Ben Alman asıllıyım, dedi. Bu kitapları ben de okudum. Yazarı Türk'tür. Nasıl temin edeceğiniz konusunda yardımcı olabilirim. Eğer, psikolojik ve bunalım cinsinden bir hastalığınız varsa, tavsiye ederim, okuyun.
Kitapları temin ettim. Odama, kapanıp, bitirinceye kadar okudum.
Ve ben yeniden doğdum. Kul ve insan olduğumu anladım. Benim çektiğimi çekenlere tavsiye ediyorum.
Alıntı
29 Nisan 2013 Pazartesi
Albert Camus
Albert Camus
Ya zamanla birlikte yaşar ölürsün, ya daha yüce bir yaşam uğruna zamanın dışına çıkarsın.
Mutluluk, bizi zorlayan kadere karşı kazanılan zaferlerin en büyüğüdür.
İnsanlarla uzun süre yaşayamıyorum. Sonsuzluğun payından bana biraz yalnızlık gerek.
İnsanın parası varsa çalışmak zorunda kalmaz. Böylece zamanı satın alır. Bu kalan zamanda da kendini mutlu edebilecek şeyleri yapar. Yani para mutluluğu satın alır.
Ya tüm çırpınmalarını aşan daha yüksek bir anlamı vardır bu dünyanın, ya da bu çırpınmalardan başka hiçbirşey gerçek değildir.
Önümden gitme seni izleyemeyebilirim, arkamdan da gelme yol gösteremeyebilirim; yanımda yürü ve yalnızca dostum kal.
Tarih insanların, düşlerin en aydınlık olanlarını gerçekleştirmek için giriştikleri umutsuz bir çabadan başka bir şey değildir.
Dünyanın insandan başka anlamı yoktur. Hayat anlayışımızı kurtarmak istiyorsak, insanı kurtarmamız gerekir.
İnsan tümüyle suçlu değildir çünkü tarihi o başlatmadı, ama tümüyle suçsuz da değildir çünkü tarihi sürdürdü.
Şerefini bir yana bırakan inkılap, bu duygunun egemen olduğu kaynaklarına ihanet etmiş olur.
İnsan da, yaşam da saçmadır; boşunadır, rastgeledir, sağlam hiç bir şey yoktur; ama yine de yaşamak gerekir.
İnsanların bütün mutsuzlugu,kendilerini kalenin sessizliginden koparan,kurtuluş bekleyişi içinde surlara atan umuttan gelmektedir.
İnsanlar gösterdiğiniz nedenlere, içtenliğinize ve acılarınızın ağırlığına, ancak ; Siz öldüğünüzde inanırlar...
Çekip gidene her şey mizah, kalıp bekleyene her şey şiirdir.
Oldum olası içimde biri, Tüm gücüyle hiçbir şey olmamaya çalışıyor...
Sana bütün bunları kim öğretti, "Doktor?" Yanıt anında geldi. "Acı çekmek."
Her özgürlüğün ucunda bir YARGI vadır; işte bu yüzden özgürlüğün yükü çekilmez, çok ağırdır...
Derin duygular da büyük yapıtlar gibi ; Bilinçli olarak söylendiklerinde daha fazla anlam taşır her zaman...
Ben dilimin sınırlarında nöbet beklerim.
İnsanlar için en ideal düzen, onların mutlu olduğu düzendir.
İnsanı savunuyorum, çünkü düştüğünü gördüm.
İnsanı akıllı yapan tek şey nefrettir.
Geceler sonsuz değildir.
Hatırlamak için yavaşlar, unutmak için hızlanırız.
Gençlik kolay mutluluklar için parlak bir çağdır.
Haklı olma ihtiyacı, sıradan insanlara özgüdür.
Gölgesiz güneş yoktur ve geceyi tanımak gerekir.
Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ve uçurumdur.
Kelimeler torba gibidir, içine konan şeyin şeklini alır.
Başarı kolay elde edilir, zor olan başarıyı hak etmektir.
Eğer bir ağa köleleri olmadan yapamıyorsa, ikisinden hangisi özgür bir insandır.
Bir insanı sevmek, onunla birlikte yaşlanmaya razı olmaktır.
İnancın yere düşerse silahın da yere düşer.
Hürriyet, tarihin kaybolmayan tek değeridir.
Her şeye katlanabilirim, yeter ki içimde o yoğun ve coşkun yalımı duyayım.
Hepimiz öleceğimize göre, ne zaman ve nasıl olduğunun önemsizliği meydandadır.
Hayat bir şey değildir. İtinayla yaşayınız.
Hiçbir şey, büyüklük kadar sade değildir; çünkü sade olmak, biraz da büyük olmaktır.
Kışın en soğuk zamanında, ben nihayet içimde yenemediğim bir yaz olduğunu öğrendim.
Bir insanın tek başına mutlu olması utanılacak bir şeydir.
Dünyada her kötülük, hemen her zaman cehaletten gelir.
Düşüncenin haline ağlamak boşunadır. Onun için çalışalım yeter.
Yaşamanın tadını çıkarmaktan korkana aptal derim.
Geleceğe yönelik gerçek cömertlik ,şu an mevcut olan herşeyden vazgeçmeyi içerir.
Merhamet faydasız olunca, insan ondan bıkar usanır.
Kötülük cehaletten gelir.
İnsanlara boyun eğdirmek isteyenin kulağı sağırdır.
İnsanın her gün yaptığı en iyi şey intihar etmemeye karar vermektir.
Korkunç bir bırakılmışlık duygusu. Dünyanın bütün varlıklarını göğsüme sarsam bile, kendimi hiçbir şeyden koruyamazdım.
Zamanımdan ayrılamayacağımı anlayınca, onunla birleşmeye karar verdim.
Yaşamak kendi başına bir değer yargısıdır. Nefes almak ise; yargılamaktır.
Yaşama umutsuzluğu yoksa yaşama aşkı da yoktur.
Yaratıcı olarak ölümün kendisine hayat verdim. Ölmeden önce yaptığım şey bu.
Ölüm korkusunu aşmadıkça insan için özgürlük yoktur. Ama intihar ile değil. Bu korkuyu aşmak için kendini bırkmamak gerekir. Hiç burukluk duymadan, korkmadan ölebilmeli.
Ölüm bir istatistik ve devlet işi oldu mu, dünya işleri artık iyi gitmiyor demektir.
Sanatçı başkalarının katlandığı acıları uyuşturmasın içinde.
Yabancı saçmanın karşısındaki insanın çıplaklığını gösterir.
Politika ve sanat dünyanın düzensizlikleri karşısında başkaldırmanın iki ayrı yüzüdür.
Politika için yaratılmadım. Çünkü hasmın ölümünü istemekten ya da kabul etmekten acizim.
Yirminci yüzyılımız korku çağıdır. Diyeceksiniz ki korku bir bilim değildir, ama bu korkuda bilimin payı var.
Huzur, suskunluk içinde sevmek olabilirdi. Ama bilinç ve insan var; konuşmak gerekiyor. Sevmek cehenneme dönüşüyor.
Aşk, akıllı aptal demeden tüm insanlara bulaşan bir hastalıktır.
Büyük olmanın yolu da, deha gibi çalışma ve alınterinden geçer.
Kimi durumlarda neler düşündüğü konusunda bir soruya kişinin 'hiç' yanıtını vermesi bir yapmacık olabilir. Sevilen yaratıklar bunu iyi bilirler. İnsan düşüncesinin bir anlam taşıyabilecek biricik tarihini yazmak gerekseydi, yapılacak şey birbirini kovalayan pişmanlıklarının ve güçsüzlüklerinin tarihini yazmak olurdu. Yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de.
Çağdaş siyasi toplum, insanları mutsuzluğa düşürme makinesidir.
Yazılan her şey yaşanamaz, ama insan bunu yapmayı deneyebilir.
Dostlarım, şimdi ben size büyük bir şey söyleyeceğim. Sakın kıyametin kopmasını beklemeyin, o hergün kopmaktadır.
Resmi tarih oldum olası büyük katillerin tarihidir. Kabil, Habil'i bugün öldürmüş değil, ama bugün Kabil, Habil'i akıl uğruna öldürüyor ve onur madalyası istiyor.
Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı.
Yazarlık sanatı korunması güç olan şu iki ödeve bağlı kalacaktır; bile bile yalan söylememek ve insanın insanı ezmesine karşı koymak.
Yazar, sanatını büyük yapan şu iki görevi yüklenmelidir; gerçeği ve özgürlüğü.
Bir yazarım. Ben değil kalemim düşünür, anımsar ya da kuşatır.
Ateşten ve yiyecekten yoksun bir insan için özgürlük, hiç de acelesi olmayan bir lükstür.
Bir yapıtın kalbinde, orası karanlık bile olsa sönmeyen bir güneş parlar.
Aşılmaz bir duvarın önünde yaşamak köpekçe yaşamaktır.
Başardığımız her iş bizi köleleştirir, çünkü daha iyisini yapmaya zorlar.
Bir insan söyledikleri kadar söylemedikleri ile de insanlaşır.
Adalet olmadan düzen olmaz.
Bu dünyada en büyük suç, insanların taşıdıklarından kaçmak değilse nedir?
Alçalmak, yükselmekten çok daha kolaydır.
Sözün gelişi 'dostlarım' diyorum, dostum yok artık, sadece suç ortaklarım var. Onların da sayısı pek çoğaldı, bütün insanlar suç ortağım benim. En başta da siz geliyorsunuz. Kim yanımdaysa birinci odur.
Ben umutsuzluğu ve bu dertli dünyayı kabul etmeyerek, insanların birleşmesini ve kötü yazgılarına karşı savaşmalarını istiyordum.
Benim uğraşım, kitaplarımı yazmak, insanlarım ve halkım tehdit edildiğinde savaşmaktır. Hepsi bu.
Bir kalıp düşünceyi işlemek, bir incelik üzerinde durmaktan çok daha kolaydır. Benim için kalıp düşünceyi seçtiler: Ben de saçma oldum kaldım.
Ne Faust, ne Don Kişot birbirini yenmek için yaratılmamışlardır; ve sanat dünyaya kötülük etmek için icat edilmemiştir.
Sanatçılar yaşamdan yanadırlar ölümden yana değil.
Sanatçı yalanla ve kötülükle uzlaşamaz.
Sanatçı tanımı gereği, bugün tarihi yapanların buyruğuna girmez.
Sanat, sanatçıyı insanlardan ayrılmamaya zorlar.
Sanat zorbalığa karşıdır.
Sanat hem bir coşma, hem de bir yadsıma işidir.
Mutluluk şansı olmasaydı, adaletin hali ne olurdu.
İnsan, kendi kendisinden saklamaya çalıştığı yanını sevmez.
İnsan, kendisine bir mânâ vermeye çalışan tek mahlûktur.
İnsanın eninde sonunda alışamayacağı bir düşünce yoktur.
İnsan ne ise, o olmayı reddeden tek yaratıktır.
Felsefe, utanmazlığın çağdaş biçimidir.
Evrenimin gizi: İnsandaki ölümsüzlük isteğine kapılmadan Tanrı'yı düşlemek.
Sanat bence en büyük sayıda insanı ortak acılar ve sevinçlerle coşturacak görüntüleri, biçimleri bulmaktır.
Polemik yüzünden çoğumuzun gözünü perdeler bürümüş, artık insanlar arasında değil bir gölgeler dünyasında yaşıyoruz.
Özgürlük gelecek umudu değildir. O, şu 'an'adır ve insanlarla ve şu andaki dünyayla uyumludur.
Bilirsiniz ki;en zeki insanlar bile yanındakinden bir şişe fazla devirmekten şeref duyarlar.
Bazılarının, sadece normal olmak için ne büyük çaba sarf ettiğini kimse fark etmiyor.
Bütün büyük olayların, büyük düşüncelerin önemsiz bir başlangıcı vardır.
Bir adam karısına arabasının kapısını acıyorsa emin olabilirsiniz: Ya arabası yenidir, ya da karısı.
Basın özgürlüğü belki de özgürlük düşüncesinin giderek aşağılanmasından en çok acı çekmiş özgürlüktür.
Ağın ilmiklerine takılmış bir balık gibi çırpınıyorum.
Sevmenin sınırı olamaz.
İnsan hiçbir zaman tamamıyla mutsuz olmaz.
Hiçbir sanatçı gerçekten vazgeçmez.
İnsan kendisi için gerçek ve mutlak olan mutluluğa yaşamı boyunca yalnız bir kez erişir ve geri kalan tüm yaşamını bu mutluluğa tekrar ulaşmaya adar.
Evren insan için uyumsuzdur ve bilinemez.
Bugün annem öldü, veya dün, tam hatırlamıyorum.
Bugün karım öldü fakat neyse ki masamın üstü beni oyalayacak bir sürü evrakla dolu.
Ahlaka dair ne biliyorsam bunu futbola borçluyum. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi.
İnsanlar ileri sürdüğünüz nedenlere, içtenliğinize, çektiğiniz acıların ağırlığına ancak siz öldükten sonra inanırlar. Yaşadığınız sürece durumunuz şüphelidir, çok çok sizden şüphe ederler, bu kadarına hak kazanabilirsiniz.
Günü gününe kadınlar, günü gününe erdem ya da erdemsizlik, günü gününe, köpekler gibi, ama her gün sağlamca yerinde duran kendim. Böylece yaşamın yüzeyinde ilerliyordum, sözcükler içinde, hiçbir zaman gerçek içinde değil. Tam okunmamış o kitaplar, tam sevilmemiş o dostlar, tam gezilmemiş o kentler, tam sarılmamış o kadınar!
Eğer tanrı olmasaydı, bir insan aziz olabilir miydi; bu benim bugün bildiğim tek samimi problemdir.
Umutsuzluk
Ölümcül Hastalık Umutsuzluk
"Ölümcül hastalık" düşüncesi özel bir anlamda ele
alın*malıdır. Sözcüğün tam anlamıyla çıkış yolu, sonu ölüm olan bir hastalık
demektir ve böylece ölüme yol açan bir hastalığın eşanlamlısıdır. Ama
umutsuzluğu bu anlamda ele almak hiçbir şekilde söz konusu olamaz; çünkü
Hıris*tiyan için ölüm bile yaşama bir geçiş yoludur. Böyle düşü*nüldüğünde
hiçbir bedensel hastalık onun için "ölümcül hastalık" değildir. Ölüm,
hastalıkları sona erdirir, ama kendi içinde bir son değildir. Ama "ölümcül
hastalık", dar anlamda kendisinden sonra hiçbir şey bırakmadan ölüme varan bir
hastalık demektir. Ve umutsuzluk budur.
Ama diğer bir anlamda, daha katı olarak umutsuzluk "ölümcül hastalık"tır. Çünkü daha açık bir anlatımla bu hastalıktan ölünmesinden veya bu hastalığın bedensel ölümle sona ermesinden çok, bu hastalığın işkencesi, ter*sine, can çekişmede olduğu gibi ölümle savaşmasına rağ*men kişinin gene de ölememesinden kaynaklanır. Bundan dolayı ölesiye hasta olmak, ölememektir! ama burada ya*şam umudu yok etmektedir ve umutsuzluk son umudun eksikliğidir, ölümün eksikliğidir. Ölüm en büyük tehlike olduğu sürece, yaşamdan birşeyler beklenir, ama diğer tehlikenin sonsuzluğu keşfedildiği zaman, ölüm için umut beslenir. Ve ölüm umut olduğu sürece tehlike büyüdüğü zaman, umutsuzluk ölememenin neden olduğu umutsuz*luktur.
Bu kesin tanım içinde umutsuzluk "ölümcül hastalık'tır, çelişkili işkencedir, ben'in hastalığıdır: Sonsuza değin ölmek, ölmemekle birlikte ölmek, ölümü ölmek de*mektir bu. Çünkü ölmek, her şeyin bitmesi anlamına gelir; ama ölümü ölmek, ölümünü yaşamak demektir; ve bunu tek bir an yaşamak, onu sonsuza kadar yaşamak demek*tir. Bir hastalıktan ölme gibi umutsuzluktan ölünmesi için, bu hastalığın vücutta yaptığının, içimizde oluşması, ben'deki ebedîliğin ölmesi gerekir. Bu sadece bir kuruntu*dur.
Umutsuzluktaki ölüm sürekli yaşama döner. Umut*suz olan ölemez; "düşünceleri öldürmek için bir hançerin hiçbir değerinin olmaması" gibi, ölümsüz solucan, söndürülemez ateş olan umutsuzluk hiçbir zaman kendi daya*nağı olan ben'in sonsuzluğunu yok edemez. Ama kendinin yok edilişi olan umutsuzluk güçsüzdür ve amaçlarına ulaşamaz. Öz istenci, kendini yok etmektir, ama bu tam da yapamadığı bir şeydir ve hattâ bu güçsüzlük, içinde umutsuzluğun ben'in yok edilmesine yönelik amacını ikinci kez gerçekleştirememesidir; aksine bu, varlığın yığılması, hattâ bu yığılmanın yasasıdır. İşte bu, umut*suzluğun asidi, kangrendir, ucu içeriye dönen bu işkence bizi her zaman daha derin olan güçsüz bir kendini yok etmenin içine batırır. Umutsuzu avutmaktan çok uzakta, umutsuzluğu yok etmedeki başarısızlık, aksine kinini şid*detlendiren bir işkencedir; çünkü geçmiş,') umutsuzluğu sürekli şimdide biriktirerek böylece ne kendinden kurtu- labildiği ve ne de kendini yok edebildiği için umutsuzluğa düşmektedir. Umutsuzluğun birikiminin formülü budur ve ben'in bu hastalığının içindeki ateşin fırlaması buradan kaynaklanır.
Umutsuzluğa düşen insanın bir umutsuzluk konusu vardır, buna yalnızca bir an inanılır daha fazla değil; çünkü hemen gerçek umutsuzluk, umutsuzluğun gerçek yüzü ortaya çıkar. Bir şeyden dolayı umutsuzluğa düşer*ken aslında insan kendi için umutsuzluğa düşmektedir ve şimdi kendi ben'inden kurtulmaya çalışmaktadır. Böylece "Sezar veya hiç olurum" diyen tutkulu kişi Sezar olamaz ve bundan dolayı umutsuzluğa düşer. Ama bunun başka bir anlamı vardır, Sezar hâline gelemediği için kendi ol*maya katlanamaz. O hâlde, aslında hiçbir şekilde Sezar olamadığı için bu ben Sezar olamamaktan dolayı umut*suzluğa düşer. Tüm neşesini, bir o denli umutsuz olan tüm neşesini başka bir biçimde oluşturabilen bu aynı ben için Sezar olamamak, işte bu durumda katlanılması en güç şeydir. Daha yakından bakıldığında, onun için dayanılmaz olan, hiçbir şekilde Sezar olmamak değildir; hiçbir şekilde dayanamadığı kendi ben'inden kurtulamamasıdır. Sezar olsaydı, bunu yapabilirdi; ama Sezar olamadığına göre umutsuz kişimiz ben'inden kurtulamaz. Özünde umut*suzluğu değişmemektedir, çünkü benliğine sahip değildir, kendi değildir. Sezar olarak kendi olamayacağı bir gerçek*tir, ama kendi ben'inden kurtulmuş olacaktır; Sezar olamayıp ben'inden kurtulamadığı için umutsuzluğa düş*mektedir. O hâlde, umutsuz bir kişinin kendi ben'ini yok etmesinin onun gördüğü bir ceza olduğunu söylemek yü*zeysel bir düşünce olacaktır. Çünkü bu, umutsuzun umut*suzluğunun, işkencesinin tam da yapamayacağı şeydir, çünkü umutsuzluk boyun eğmeyen, yok edilemeyen bir şeyi, ben'i ateşe vermektedir.
O hâlde bir şeyden umutsuzluğa düşmek, hâlâ gerçek umutsuzluk değildir, sadece başlangıçtır, doktorların bir hastalık için söyledikleri gibi umutsuzluk kuluçkaya yat*maktadır. Daha sonra umutsuzluk ortaya çıkar: Kendin*den umutsuzluğa düşülmüştür. Ölmüş veya şıpsevdi olan dostunu kaybetmekten dolayı aşkta umutsuzluğa düşmüş bir genç kıza bakınız. Bu kaybediş gerçek umutsuzluk değildir, kendi kendinden umutsuzluğa düşmüştür. Baş*kasına ait hâle gelseydi en hoş şekilde kaybetmiş ve kur*tulmuş olacağı bu ben, bu durumda can sıkıntısına yol açar; çünkü başkası olmadan bir ben'e sahip olmak zorun*dadır. Kendisrisln bir hazine olabilecek -diğer taraftan bu da başka bir umutsuzluk anlamı taşır- bu ben, diğeri öl*düğü zaman dayanılmaz bir boşluk olacaktır veya terk edilişini anımsattığı için bir tiksinti nedeni olacaktır. O hâlde ona "kızım kendi kendini tüketiyorsun" demeye çalı*şın; onun şu yanıtı verdiğini göreceksiniz: "Ah! Hayır, acım tam da kendimi tüketmeyi başaramadığımdan do*layı".
Kendinden umutsuzluğa düşmek, umutsuzluğa kapılıp kendinden kurtulmayı istemek, işte her umutsuzluğun formülü ve İkincisi: Umutsuz olmayı, kendi olmayı iste*mek, daha önce belirttiğimiz gibi kendi olmanın' reddedildiği umutsuzluğu, kendi olmanın istendiği umutsuzluğa dönüştürmek demektir. Umutsuz*luğa düşen, umutsuzluğu içinde kendisi olmayı istemekte*dir. O hâlde kendi kendisinden kurtulmayı istemiyor mu? Görünürde hayır, ama daha yakından bakıldığında her zaman aynı çelişkiye rastlanılır. Bu umutsuz kişinin ol*mak istediği ben, hiçbir şekilde olmadığı ben'dir (çünkü gerçekten olduğu ben'i sahiplenmek, umutsuzluğun tam karşıtıdır); aslında istediği, ben'i yaratıcısından ayırmak*tır. Ama burada umutsuzluğa düşmesine rağmen başarı*sızlığa uğranır ve umutsuzluğun tüm çabalarına karşın, bu Yaratıcı en güçlü olarak kalır, kişiyi olmak istemediği ben olmaya zorlar. Ama bunu yaparken, insan her zaman kendi yaratısının bir benliği hâline gelmek için kendi ben'inden, sahip olduğu ben'inden kurtulmayı ister. Ol*mak istediği 'ben'e kavuşmak, tüm zevkleri tatmasını sağlardı -bu durumun da başka bir anlamda aynı dere*cede umutsuz olmasına rağmen-; ama olmak istemediği bu "ben"i olmak zorunda kalan bu kendi, onun işkence*sidir: Kendinden kurtulamamanın işkencesi.
Sokrates, ruhun ölümsüzlüğünü, ruhun hastalığının (günahın) ruhu yok etmedeki güçsüzlüğüyle kanıtlıyordu. Aynı şekilde, insanın sonsuzluğu, umutsuzluğun ben'i yok etme güçsüzlüğüyle, umutsuzluğun bu acımasız çelişki*siyle kanıtlanabilir. İçimizde sonsuzluk olmadan umut*suzluğa düşemeyiz; ama eğer umutsuzluk ben'i yok edebilseydi o zaman umutsuzluk da olmazdı.
Ben'in hastalığı olan umutsuzluk, "Ölümcül hastalık" budur. Umutsuz kişi ölümcül bir hastadır. Başka herhangi bir hastalıktan daha fazla olarak, bu hastalık varlığın en saygın özüne saldırır; ama insan bu yüzden ölemez. Bu*rada ölüm, hastalığın sonu değildir, bitmeyen bir sondur. Bu hastalıktan kurtulmamızı ölüm bile sağlayamaz, çünkü buradaki acısıyla birlikte olan hastalık ve... ölüm, ölememektir.
Umutsuzluğun durumu budur. Ve umutsuz kişinin bundan kuşku duymaması boşunadır, boşuna ben'ini kay*betmeye ve ondan hiçbir iz kalmamacasına onu kaybet*meye çalışır: Bununla birlikte, sonsuzluk umutsuzluğu ortaya çıkaracak ve kendi ben'ine çivileyecektir; böylece işkence her zaman kendinden kurtulamamanın sonucu olarak gerçekleşir ve insan böylece kendi ben'inden kur*tulmanın bir ham hayâl olduğunu anlar. Ve bu kesinliğe neden şaşırmalıyız? Değil mi ki bu ben hem sahip oldu*ğumuz hem kendisi olduğumuz varlıktır, Tanrının insana bahşettiği bir ödün, üstelik insana olan bağlılığından ileri gelen ödündür. Çünkü bu ben, varlığımız, Sonsuzluk'un insana tanıdığı sonsuz, yüce bir ayrıcalıktır ve aynı za*manda insan üzerindeki inancıdır.
Ölümcül Hastalık Umutsuzluk | Soren Kierkegaard
Çeviri: Mukadder Yakupoğlu
---
Ama diğer bir anlamda, daha katı olarak umutsuzluk "ölümcül hastalık"tır. Çünkü daha açık bir anlatımla bu hastalıktan ölünmesinden veya bu hastalığın bedensel ölümle sona ermesinden çok, bu hastalığın işkencesi, ter*sine, can çekişmede olduğu gibi ölümle savaşmasına rağ*men kişinin gene de ölememesinden kaynaklanır. Bundan dolayı ölesiye hasta olmak, ölememektir! ama burada ya*şam umudu yok etmektedir ve umutsuzluk son umudun eksikliğidir, ölümün eksikliğidir. Ölüm en büyük tehlike olduğu sürece, yaşamdan birşeyler beklenir, ama diğer tehlikenin sonsuzluğu keşfedildiği zaman, ölüm için umut beslenir. Ve ölüm umut olduğu sürece tehlike büyüdüğü zaman, umutsuzluk ölememenin neden olduğu umutsuz*luktur.
Bu kesin tanım içinde umutsuzluk "ölümcül hastalık'tır, çelişkili işkencedir, ben'in hastalığıdır: Sonsuza değin ölmek, ölmemekle birlikte ölmek, ölümü ölmek de*mektir bu. Çünkü ölmek, her şeyin bitmesi anlamına gelir; ama ölümü ölmek, ölümünü yaşamak demektir; ve bunu tek bir an yaşamak, onu sonsuza kadar yaşamak demek*tir. Bir hastalıktan ölme gibi umutsuzluktan ölünmesi için, bu hastalığın vücutta yaptığının, içimizde oluşması, ben'deki ebedîliğin ölmesi gerekir. Bu sadece bir kuruntu*dur.
Umutsuzluktaki ölüm sürekli yaşama döner. Umut*suz olan ölemez; "düşünceleri öldürmek için bir hançerin hiçbir değerinin olmaması" gibi, ölümsüz solucan, söndürülemez ateş olan umutsuzluk hiçbir zaman kendi daya*nağı olan ben'in sonsuzluğunu yok edemez. Ama kendinin yok edilişi olan umutsuzluk güçsüzdür ve amaçlarına ulaşamaz. Öz istenci, kendini yok etmektir, ama bu tam da yapamadığı bir şeydir ve hattâ bu güçsüzlük, içinde umutsuzluğun ben'in yok edilmesine yönelik amacını ikinci kez gerçekleştirememesidir; aksine bu, varlığın yığılması, hattâ bu yığılmanın yasasıdır. İşte bu, umut*suzluğun asidi, kangrendir, ucu içeriye dönen bu işkence bizi her zaman daha derin olan güçsüz bir kendini yok etmenin içine batırır. Umutsuzu avutmaktan çok uzakta, umutsuzluğu yok etmedeki başarısızlık, aksine kinini şid*detlendiren bir işkencedir; çünkü geçmiş,') umutsuzluğu sürekli şimdide biriktirerek böylece ne kendinden kurtu- labildiği ve ne de kendini yok edebildiği için umutsuzluğa düşmektedir. Umutsuzluğun birikiminin formülü budur ve ben'in bu hastalığının içindeki ateşin fırlaması buradan kaynaklanır.
Umutsuzluğa düşen insanın bir umutsuzluk konusu vardır, buna yalnızca bir an inanılır daha fazla değil; çünkü hemen gerçek umutsuzluk, umutsuzluğun gerçek yüzü ortaya çıkar. Bir şeyden dolayı umutsuzluğa düşer*ken aslında insan kendi için umutsuzluğa düşmektedir ve şimdi kendi ben'inden kurtulmaya çalışmaktadır. Böylece "Sezar veya hiç olurum" diyen tutkulu kişi Sezar olamaz ve bundan dolayı umutsuzluğa düşer. Ama bunun başka bir anlamı vardır, Sezar hâline gelemediği için kendi ol*maya katlanamaz. O hâlde, aslında hiçbir şekilde Sezar olamadığı için bu ben Sezar olamamaktan dolayı umut*suzluğa düşer. Tüm neşesini, bir o denli umutsuz olan tüm neşesini başka bir biçimde oluşturabilen bu aynı ben için Sezar olamamak, işte bu durumda katlanılması en güç şeydir. Daha yakından bakıldığında, onun için dayanılmaz olan, hiçbir şekilde Sezar olmamak değildir; hiçbir şekilde dayanamadığı kendi ben'inden kurtulamamasıdır. Sezar olsaydı, bunu yapabilirdi; ama Sezar olamadığına göre umutsuz kişimiz ben'inden kurtulamaz. Özünde umut*suzluğu değişmemektedir, çünkü benliğine sahip değildir, kendi değildir. Sezar olarak kendi olamayacağı bir gerçek*tir, ama kendi ben'inden kurtulmuş olacaktır; Sezar olamayıp ben'inden kurtulamadığı için umutsuzluğa düş*mektedir. O hâlde, umutsuz bir kişinin kendi ben'ini yok etmesinin onun gördüğü bir ceza olduğunu söylemek yü*zeysel bir düşünce olacaktır. Çünkü bu, umutsuzun umut*suzluğunun, işkencesinin tam da yapamayacağı şeydir, çünkü umutsuzluk boyun eğmeyen, yok edilemeyen bir şeyi, ben'i ateşe vermektedir.
O hâlde bir şeyden umutsuzluğa düşmek, hâlâ gerçek umutsuzluk değildir, sadece başlangıçtır, doktorların bir hastalık için söyledikleri gibi umutsuzluk kuluçkaya yat*maktadır. Daha sonra umutsuzluk ortaya çıkar: Kendin*den umutsuzluğa düşülmüştür. Ölmüş veya şıpsevdi olan dostunu kaybetmekten dolayı aşkta umutsuzluğa düşmüş bir genç kıza bakınız. Bu kaybediş gerçek umutsuzluk değildir, kendi kendinden umutsuzluğa düşmüştür. Baş*kasına ait hâle gelseydi en hoş şekilde kaybetmiş ve kur*tulmuş olacağı bu ben, bu durumda can sıkıntısına yol açar; çünkü başkası olmadan bir ben'e sahip olmak zorun*dadır. Kendisrisln bir hazine olabilecek -diğer taraftan bu da başka bir umutsuzluk anlamı taşır- bu ben, diğeri öl*düğü zaman dayanılmaz bir boşluk olacaktır veya terk edilişini anımsattığı için bir tiksinti nedeni olacaktır. O hâlde ona "kızım kendi kendini tüketiyorsun" demeye çalı*şın; onun şu yanıtı verdiğini göreceksiniz: "Ah! Hayır, acım tam da kendimi tüketmeyi başaramadığımdan do*layı".
Kendinden umutsuzluğa düşmek, umutsuzluğa kapılıp kendinden kurtulmayı istemek, işte her umutsuzluğun formülü ve İkincisi: Umutsuz olmayı, kendi olmayı iste*mek, daha önce belirttiğimiz gibi kendi olmanın' reddedildiği umutsuzluğu, kendi olmanın istendiği umutsuzluğa dönüştürmek demektir. Umutsuz*luğa düşen, umutsuzluğu içinde kendisi olmayı istemekte*dir. O hâlde kendi kendisinden kurtulmayı istemiyor mu? Görünürde hayır, ama daha yakından bakıldığında her zaman aynı çelişkiye rastlanılır. Bu umutsuz kişinin ol*mak istediği ben, hiçbir şekilde olmadığı ben'dir (çünkü gerçekten olduğu ben'i sahiplenmek, umutsuzluğun tam karşıtıdır); aslında istediği, ben'i yaratıcısından ayırmak*tır. Ama burada umutsuzluğa düşmesine rağmen başarı*sızlığa uğranır ve umutsuzluğun tüm çabalarına karşın, bu Yaratıcı en güçlü olarak kalır, kişiyi olmak istemediği ben olmaya zorlar. Ama bunu yaparken, insan her zaman kendi yaratısının bir benliği hâline gelmek için kendi ben'inden, sahip olduğu ben'inden kurtulmayı ister. Ol*mak istediği 'ben'e kavuşmak, tüm zevkleri tatmasını sağlardı -bu durumun da başka bir anlamda aynı dere*cede umutsuz olmasına rağmen-; ama olmak istemediği bu "ben"i olmak zorunda kalan bu kendi, onun işkence*sidir: Kendinden kurtulamamanın işkencesi.
Sokrates, ruhun ölümsüzlüğünü, ruhun hastalığının (günahın) ruhu yok etmedeki güçsüzlüğüyle kanıtlıyordu. Aynı şekilde, insanın sonsuzluğu, umutsuzluğun ben'i yok etme güçsüzlüğüyle, umutsuzluğun bu acımasız çelişki*siyle kanıtlanabilir. İçimizde sonsuzluk olmadan umut*suzluğa düşemeyiz; ama eğer umutsuzluk ben'i yok edebilseydi o zaman umutsuzluk da olmazdı.
Ben'in hastalığı olan umutsuzluk, "Ölümcül hastalık" budur. Umutsuz kişi ölümcül bir hastadır. Başka herhangi bir hastalıktan daha fazla olarak, bu hastalık varlığın en saygın özüne saldırır; ama insan bu yüzden ölemez. Bu*rada ölüm, hastalığın sonu değildir, bitmeyen bir sondur. Bu hastalıktan kurtulmamızı ölüm bile sağlayamaz, çünkü buradaki acısıyla birlikte olan hastalık ve... ölüm, ölememektir.
Umutsuzluğun durumu budur. Ve umutsuz kişinin bundan kuşku duymaması boşunadır, boşuna ben'ini kay*betmeye ve ondan hiçbir iz kalmamacasına onu kaybet*meye çalışır: Bununla birlikte, sonsuzluk umutsuzluğu ortaya çıkaracak ve kendi ben'ine çivileyecektir; böylece işkence her zaman kendinden kurtulamamanın sonucu olarak gerçekleşir ve insan böylece kendi ben'inden kur*tulmanın bir ham hayâl olduğunu anlar. Ve bu kesinliğe neden şaşırmalıyız? Değil mi ki bu ben hem sahip oldu*ğumuz hem kendisi olduğumuz varlıktır, Tanrının insana bahşettiği bir ödün, üstelik insana olan bağlılığından ileri gelen ödündür. Çünkü bu ben, varlığımız, Sonsuzluk'un insana tanıdığı sonsuz, yüce bir ayrıcalıktır ve aynı za*manda insan üzerindeki inancıdır.
Ölümcül Hastalık Umutsuzluk | Soren Kierkegaard
Çeviri: Mukadder Yakupoğlu
---
Bilge ile Sultan
Bilge ile Sultan
BıR BıLGE bir sultanla dost olmuştu. Bir gün, bir mecliste
sultanın onun varlığından hafiften rahatsızlık duyduğunu sezer gibi oldu. Her ne
kadar sebebini araştırdıysa da, sultanla fazlaca yüz-göz olmaktan başka bir
sebebi olmayacağını anladı. Bu yüzden, sultanın meclisinden elini eteğini
topladı, sultanla dostluk sergisini dürüp kendi köşesine
çekildi.
Günlerden bir gün, sultanla bir yol üzerinde karşılaştılar.
Sultan bilgeye sordu:
“Ey bilge! Bizden kaçmanın ve dergahımızdan ayak çekmenin sebebi neydi? Artık niye gelmiyorsun”
Bilge cevap verdi:
“Bana ‘Niye gelmiyorsun?’ diye sormanız, ‘Niye geldin?’ diye sormanızdan daha hoştur da, onun için.”
Günlerden bir gün, sultanla bir yol üzerinde karşılaştılar.
Sultan bilgeye sordu:
“Ey bilge! Bizden kaçmanın ve dergahımızdan ayak çekmenin sebebi neydi? Artık niye gelmiyorsun”
Bilge cevap verdi:
“Bana ‘Niye gelmiyorsun?’ diye sormanız, ‘Niye geldin?’ diye sormanızdan daha hoştur da, onun için.”
İlişkiler ve Hayal Kırıklıkları
İlişkiler ve Hayal Kırıklıkları | |
|
Bir garip, kader öyküsü...
Bir garip, kader öyküsü...
Kaderin adaleti’ne dair ince bir nükte taşıyan
bu yaşanmış öykü, sanırız sizleri de hayrete
sevkedecektir:
23 Mart 1994’te Ronald Opus’un cesedini inceleyen adlî tabip, onun kafasından yediği kurşunla öldüğü sonucuna vardı. Müteveffa, on katlı bir binanın tepesinden, intihar niyetiyle aşağıya atlamıştı. (Umutsuzluğunu, geride bıraktığı bir notta açıklıyordu.) Ancak, dokuzuncu katın önünden geçerken pencereden gelen bir kurşun başına isabet etmiş, hayatı bu kurşunla sona ermişti.
Apartmanın sekizinci kat penceresi düzeyinde cam silicileri korumak için konulmuş bir ağ vardı; ama bu ağın varlığını ne silahı çeken, ne de müteveffa biliyordu.
Açıkçası, kurşun olmasaydı, Opus’un intihar girişimi başarılı olamayacak; zemine çakılmadan, sekizinci kattaki ağa takılıp kalacaktı. Bu durumu anlattıktan sonra, "Normal olarak," diye devam etti Dr. Mills, "intihar etmeye karar veren biri, mekanizma tasarladığı gibi olmasa da, bunu eninde sonunda başarır."
Opus’un dokuz kat aşağıda yere çakılmayıp da dokuzuncu kattan düşüyor olduğu anda başına gelen kurşunla vurulmuş olması, muhtemelen, onun ölüm modunu intihardan cinayete çevirmeyecekti. Fakat, Opus’un intihar girişiminin başarılı olmayışı, savcıyı elinde bir cinayet vak’ası olduğu düşüncesine itti. Silahın patladığı dokuzuncu kattaki odada yaşlı bir adam ve karısı yaşıyordu.
Tartışıyorlardı ve adam kadını silahla tehdit ediyordu. Öyle sinirlenmişti ki, tetiği çekti; fakat mermi kadını ıskalayarak pencereden dışarı yöneldi ve Opus’a isabet etti. Bir insan A şahsını öldürmeye teşebbüs eder, fakat B şahsını öldürürse, o B şahsını öldürmekten suçlu sayılmalı idi.
Savcının ulaştığı sonuç buydu. Dolayısıyla, dokuzuncu kattaki yaşlı adam, cinayetten suçluydu. Bu suçlamayla karşı karşıya kaldığında, adam da, karısı da çok şaşırdılar. Çünkü, tetiği çekerken adam da, karısı da silahın dolu olmadığından kesinlikle emindiler.
Yaşlı adam uzunca bir süreden beri boş silahla karısını korkutmayı alışkanlık haline getirmişti. Bunu karısı da bilir, o yüzden adamın tehdidine pek aldırmazdı. Kısacası, adamın karısını öldürme kasdı yoktu; silahın dolu olduğunu dahi bilmiyordu. Böylece, Opus’un öldürülmesi bir kaza oluyordu; silah kazara doldurulmuştu.
Araştırmalara devam edilince, ölümcül kazadan yaklaşık altı hafta önce yaşlı çiftin oğlunu silahı doldururken gören bir tanık ortaya çıktı.
Anlaşıldığına göre, yaşlı kadın oğlundan mali desteğini çekmişti ve babasının annesini silahla korkutma temayülünü bilen oğul, annesini cezalandırma kasdıyla, babasının annesini vuracağını umarak, gizlice silahı doldurmuştu. Annesi ölecek, baba cinayetten suçlanacak, mallar oğula kalacaktı. Artık olay yaşlı çiftin oğlunun Ronald Opus cinayetinden sorumlu olduğu noktasına gelmişti.
Tam bu sırada savcının karşısına yeni bir viraj çıktı. Araştırmalara devam edilince, geçen altı hafta içinde anneyle babasının silahla tehdide varan bir tartışma yaşamamaları, dolayısıyla annesinin ölümünü bir türlü başaramayışı nedeniyle, oğlun umutsuzluğunun arttığı anlaşıldı.
Bu, onu 23 Mart’ta on katlı binanın tepesinden atlayarak intihar etmeye itmişti. Ancak, ölümü planladığı gibi olmamıştı; dokuzuncu katın ö-nünden geçerken babasının boş zannettiği silahı tetiklemesiyle annesine isabet etmeyip pencereye seken kurşunun kafasına isabet etmesi nedeniyle, Ronald Opus’un hayatı sona ermişti.
Dosya intihar olarak kapatıldı.
[img:370:229]http://img128.imageshack.us/img128/6493/10393723285.jpg[/img]
23 Mart 1994’te Ronald Opus’un cesedini inceleyen adlî tabip, onun kafasından yediği kurşunla öldüğü sonucuna vardı. Müteveffa, on katlı bir binanın tepesinden, intihar niyetiyle aşağıya atlamıştı. (Umutsuzluğunu, geride bıraktığı bir notta açıklıyordu.) Ancak, dokuzuncu katın önünden geçerken pencereden gelen bir kurşun başına isabet etmiş, hayatı bu kurşunla sona ermişti.
Apartmanın sekizinci kat penceresi düzeyinde cam silicileri korumak için konulmuş bir ağ vardı; ama bu ağın varlığını ne silahı çeken, ne de müteveffa biliyordu.
Açıkçası, kurşun olmasaydı, Opus’un intihar girişimi başarılı olamayacak; zemine çakılmadan, sekizinci kattaki ağa takılıp kalacaktı. Bu durumu anlattıktan sonra, "Normal olarak," diye devam etti Dr. Mills, "intihar etmeye karar veren biri, mekanizma tasarladığı gibi olmasa da, bunu eninde sonunda başarır."
Opus’un dokuz kat aşağıda yere çakılmayıp da dokuzuncu kattan düşüyor olduğu anda başına gelen kurşunla vurulmuş olması, muhtemelen, onun ölüm modunu intihardan cinayete çevirmeyecekti. Fakat, Opus’un intihar girişiminin başarılı olmayışı, savcıyı elinde bir cinayet vak’ası olduğu düşüncesine itti. Silahın patladığı dokuzuncu kattaki odada yaşlı bir adam ve karısı yaşıyordu.
Tartışıyorlardı ve adam kadını silahla tehdit ediyordu. Öyle sinirlenmişti ki, tetiği çekti; fakat mermi kadını ıskalayarak pencereden dışarı yöneldi ve Opus’a isabet etti. Bir insan A şahsını öldürmeye teşebbüs eder, fakat B şahsını öldürürse, o B şahsını öldürmekten suçlu sayılmalı idi.
Savcının ulaştığı sonuç buydu. Dolayısıyla, dokuzuncu kattaki yaşlı adam, cinayetten suçluydu. Bu suçlamayla karşı karşıya kaldığında, adam da, karısı da çok şaşırdılar. Çünkü, tetiği çekerken adam da, karısı da silahın dolu olmadığından kesinlikle emindiler.
Yaşlı adam uzunca bir süreden beri boş silahla karısını korkutmayı alışkanlık haline getirmişti. Bunu karısı da bilir, o yüzden adamın tehdidine pek aldırmazdı. Kısacası, adamın karısını öldürme kasdı yoktu; silahın dolu olduğunu dahi bilmiyordu. Böylece, Opus’un öldürülmesi bir kaza oluyordu; silah kazara doldurulmuştu.
Araştırmalara devam edilince, ölümcül kazadan yaklaşık altı hafta önce yaşlı çiftin oğlunu silahı doldururken gören bir tanık ortaya çıktı.
Anlaşıldığına göre, yaşlı kadın oğlundan mali desteğini çekmişti ve babasının annesini silahla korkutma temayülünü bilen oğul, annesini cezalandırma kasdıyla, babasının annesini vuracağını umarak, gizlice silahı doldurmuştu. Annesi ölecek, baba cinayetten suçlanacak, mallar oğula kalacaktı. Artık olay yaşlı çiftin oğlunun Ronald Opus cinayetinden sorumlu olduğu noktasına gelmişti.
Tam bu sırada savcının karşısına yeni bir viraj çıktı. Araştırmalara devam edilince, geçen altı hafta içinde anneyle babasının silahla tehdide varan bir tartışma yaşamamaları, dolayısıyla annesinin ölümünü bir türlü başaramayışı nedeniyle, oğlun umutsuzluğunun arttığı anlaşıldı.
Bu, onu 23 Mart’ta on katlı binanın tepesinden atlayarak intihar etmeye itmişti. Ancak, ölümü planladığı gibi olmamıştı; dokuzuncu katın ö-nünden geçerken babasının boş zannettiği silahı tetiklemesiyle annesine isabet etmeyip pencereye seken kurşunun kafasına isabet etmesi nedeniyle, Ronald Opus’un hayatı sona ermişti.
Dosya intihar olarak kapatıldı.
[img:370:229]http://img128.imageshack.us/img128/6493/10393723285.jpg[/img]
28 Nisan 2013 Pazar
Cesur Genç İle İyilik Prensi
Cesur Genç İle İyilik Prensi
Üç yanı aşılmaz karlı dağlarla çevrelenmiş, geniş ve verimli topraklara sahip bir köyün dış dünya ile irtibatını sağlayan tek yol, azgın suları olan bir ırmak üzerindeki tahta köprüydü. Bu köyde yaşayan köylüler kasabaya gitmek için ırmağın en dar kısmına yaptıkları tahta köprüden geçmek zorundaydılar. Köylüler, arabalara yükledikleri ürünleri kasabada satarlar ve neşe içinde köye dönerlerdi.
On yıl vardı ki, neşe yerini kedere bırakmıştı. Bu on
yıllık sürede köyden ayrılanların hiçbiri geri dönmemişti. İlk gidenler geri
gelmeyince köydekileri bir korku kaplamıştı. Durumu merak eden köylüler köprünün
yakınlarına geldiklerinde karşı tarafta dolaşan silahlı adamlar görmüşler ve
bunların eşkıya olduklarını hemen anlamışlardı. Eşkiyalar tarafından öldürülmek
korkusu, onları dış dünyadan
habersiz yaşamaya mahkum etmişti. Fakat yine de birkaç yılda bir de olsa cesur
gençler ortaya çıkmış, köydekilerin engellemelerine göğüs gererek köprüden karşı
tarafa geçmişlerdi. Karşıya geçmişlerdi geçmesine de, içlerinden köye geri dönen
olmamıştı.
“ Haayt!.. Kimseniz çıkın ortaya yüzünüzü görelim!.. Böyle yol kesip eşkiyalık yapmak da ne demek oluyormuş. Sizin gibilerin hakkından gelmesini bilirim ben. “ Bunun üzerine eşkiyalar ağaçların arkasından çıkıp cesur gencin etrafını sardılar. Eşkiyaların reisi, öne çıkarak cesur gencin karşısına dikildi:
“ Bre genç “ dedi, “ ne bağırır durursun? "
Cesur genç: “ Ohoo!.. Demek bunların başı sensin. Karşımda öyle dikilip durma. Hemen emir ver adamlarına kaldıttır şu ağacı yol üstünden “ deyince, eşkiyalar kahkahalarla gülmeye başladılar. Reis, bu duruma çok sinirlendi ve “ Susun!.. “ diye bağırdı. Eşkiyalar susunca reis şunları söyledi:
" Hop hop yavaş ol aslanım!.Burada reis benim, emirleri ben veririm. Sen istemesen de, o ağaç orada kalacak. Bak aslanım, sana bir teklifim var. Biz burada yirmi kişiyiz. Bizimle baş edemezsin. Arabayı bana bedavaya sat, kılıcını elinden at, yürü git yoluna, canın nereye isterse oraya git. “
Bunun üzerine cesur genç: " Hayır, ben teslim olmam “ dedi. “ Ölürüm daha iyi. “Reis: “ Sözlerimi yanlış anladın aslanım!..” dedi. “ Teslim olma diye bir durum ortada yok. Hem sen teslim olmayacaksın ki, şanınla, şerefinle gitmek istediğin yere gideceksin. Farzet ki, kılıcını düşürüp kaybettin. Farzet ki, gece ormanda uyurken yorgun olduğundan atın koşumlarını çözmeyi unuttun, at da, çekti arabayı götürdü. Ertesi sabah çok aradın arabayı ama bulamadın. İşte mesele bu kadar basit. “
İşte şimdi bir
başkası kasabaya gitmek için yola çıkmıştı. Bu cesur genç atlı arabasını
korkusuzca köprüye doğru sürdü. Karşı kıyıya geçince orman içinde devam eden yol
boyunca ilerlemeye başladı. Daha yüz metre gitmeden büyük bir ağacın yol üstüne
devrilmiş olduğunu gördü. Cesur genç kılıcını çekip yere atlarken
haykırdı:
“ Haayt!.. Kimseniz çıkın ortaya yüzünüzü görelim!.. Böyle yol kesip eşkiyalık yapmak da ne demek oluyormuş. Sizin gibilerin hakkından gelmesini bilirim ben. “ Bunun üzerine eşkiyalar ağaçların arkasından çıkıp cesur gencin etrafını sardılar. Eşkiyaların reisi, öne çıkarak cesur gencin karşısına dikildi:
“ Bre genç “ dedi, “ ne bağırır durursun? "
Cesur genç: “ Ohoo!.. Demek bunların başı sensin. Karşımda öyle dikilip durma. Hemen emir ver adamlarına kaldıttır şu ağacı yol üstünden “ deyince, eşkiyalar kahkahalarla gülmeye başladılar. Reis, bu duruma çok sinirlendi ve “ Susun!.. “ diye bağırdı. Eşkiyalar susunca reis şunları söyledi:
" Hop hop yavaş ol aslanım!.Burada reis benim, emirleri ben veririm. Sen istemesen de, o ağaç orada kalacak. Bak aslanım, sana bir teklifim var. Biz burada yirmi kişiyiz. Bizimle baş edemezsin. Arabayı bana bedavaya sat, kılıcını elinden at, yürü git yoluna, canın nereye isterse oraya git. “
Bunun üzerine cesur genç: " Hayır, ben teslim olmam “ dedi. “ Ölürüm daha iyi. “Reis: “ Sözlerimi yanlış anladın aslanım!..” dedi. “ Teslim olma diye bir durum ortada yok. Hem sen teslim olmayacaksın ki, şanınla, şerefinle gitmek istediğin yere gideceksin. Farzet ki, kılıcını düşürüp kaybettin. Farzet ki, gece ormanda uyurken yorgun olduğundan atın koşumlarını çözmeyi unuttun, at da, çekti arabayı götürdü. Ertesi sabah çok aradın arabayı ama bulamadın. İşte mesele bu kadar basit. “
Cesur genç bir an
için durumunu gözden geçirdi. Bunlarla savaşmak akıl karı olmayacaktı. Biri tutup bir ok atsa
oracıkta düşüp kalırdı. O zaman ne değişirdi? Bu eşkiyalar yine burada
beklerlerdi ve köydekiler çaresizlik içinde kıvranırlardı. Eğer beni
bırakırlarsa kasabaya gider yardım getirir, bu eşkiyaları yakalatırım, diye
düşündü. Ama sağ–salim gitmesine izin verirler miydi? Bunu sormak ihtiyacını
hissetti: “ Yalan söylemediğine nasıl inanayım. “
“ Benim
yalan söylemediğime inanman bizden korkmadığını ispatlar.
Senin gibi yiğit bir gence el kaldıramam. Var şimdi git yoluna. “ Reisin bu
sözleri üzerine cesur genç kılıcını yere attı ve oradan uzaklaştı.
Cesur genç ertesi gün akşamüstü kasabaya vardı. Bir han odası kiralayıp, yemek yedikten sonra, uykuya daldı. Sabahleyin dinlenmiş olarak girişimlerine başladı. Üç gün boyunca çalmadık kapı, konuşmadık insan bırakmayan cesur genç, hiç kimsenin kendisini dinlemekten başka bir şey yapmadığını görünce hayretler içinde kaldı. Buraya geldiğine bin pişman bir halde gerisin geriye dönerek tahta köprünün aşağı taraflarında köyüne ulaşabilmek için, umutsuz bir arayış içine girdi. Saatler sonra bütün çabasının boşuna olduğunu gördü. Irmağın azgın sularını aşıp karşı tarafa geçmenin olanağı yoktu. Canından bezmiş bir halde ırmak kenarına oturup etrafına bakınırken, suların üstünde bir balığın bakmakta olduğunu fark etti. Laf olsun diye balığa seslendi:
“ Ey balık!:.Keşke konuşabilseydin de, seninle iki çift laf edebilseydik. Dertliyim ben, yürekten yaralıyım ben. “ Biraz sonra cesur gencin beklemediği bir şey oldu. Dert dolu, çile dolu haykırışına balık karşılık veriyordu:
“ Konuşurum tabii ki, neden konuşmayacakmışım…Bekle, şimdi yanına geliyorum. “ Balık bir kuyruk darbesiyle kıyıya ulaştı ve yakındaki bir ağacın arkasında gözden kaybolduktan bir saniye sonra, çok yakışıklı bir genç olarak ortaya çıktı. “ Merhaba, ben iyilik prensiyim “ dedikten sonra onun yanına oturdu:
“ Bak şimdi, benden çekinmene gerek yok. Cin, peri falan değilim. Söylediğim gibi ben iyilik prensiyim. Biz de tıpkı insanlar gibi doğarız, büyürüz, yaşlanırız, ölürüz. Acıkınca yemek yeriz. Okuma-yazma öğreniriz, kitap okuruz, resim yaparız. Canımız sıkılır üzülürüz, fakat üzüntülerimizi fazla önemsememeye çalışırız. Üzüntünün gelip geçici olduğuna inanırız. Ben sıkıntının, üzüntünün çaresini insanlara yardım etmekte, insanlara iyilik etmekte bulmaya çalışmış ve kendi kendime yararım dokunmuştur. Yani canımın sıkıldığı, üzüldüğüm bir durum olduğu zaman birine bir iyilik yaparım mutlu olurum. Bu mutluluğun devamlılık sağlayabilmesi hep iyilik yapmakla, yardımlaşmakla mümkündür. Ne dersin arkadaş, söylediklerimin doğru olduğunu ortaya çıkarmak için, bu yöntem denemeye değmez mi sence? “
İyilik prensinin anlattıkları cesur gencin üzerinde olumlu tesir yaptı ve şaşkınlığını tamamen yok etti. Kendisinin bir konu hakkında görüşü alınmak isteniyordu ve düşüncesini söylememesi ayıp sayılırdı:
“ Şimdi sen iyilik prensi olduğundan görevin gereği herkese iyilik yapmak istiyorsun ve iyilik yaptığın insanların sevinmesi, sana teşekkür etmesi, mutlu olmanı sağlıyor. Az önce cin, peri olmadığını söylemiştin. Şu an insan görünüşündesin. İnsan kılığına girmeden önce bir balıktın ve ırmakta yüzüyordun. Sanıyorum ki, sen bir insansın fakat seni diğer insanlardan ayıran birtakım özelliklere ve farklı düşüncelere sahipsin. Arzu ettiğin bir kılığa anında girebiliyorsun. Bu bir balık olabilir, bir kuş olabilir, bir tavşan olabilir. Düşünce farklılığı seni insanlardan kesin çizgilerle ayırır. Ben, senin yöntemini denemeye değer desem bile zannetmiyorum ki, bu yöntemi öğrenip de, denemek isteyecek bir başkası çıksın. Gelelim senin bir balık olma durumuna ve ırmakta yüzme sebebine…Sen bir balıktın ve ırmakta yüzüyordun. Bu bir rastlantı mıydı, yoksa bir nedeni var mıydı? “
“ Ben on sekiz yaşındayım ve beş yıla yakın bir süredir bu ırmakta yüzüyorum. Seviyorum yüzmeyi. Benim için değişiklik oluyor. “
“ Demek bu ırmakta yüzmek hoşuna gidiyor. Fırsat buldukça gelip burada yüzüyorsun. Peki, çevrede olup bitenlerden haberin yok mu? Irmağın öte kıyısında bir köy var. O köyde yaşayan insanlar var. O insanlar orada hapis hayatı yaşıyorlar. Eşkiyalar tahta köprüde bekliyorlar, köydekileri köprüden geçirmiyorlar. Benden önce köprüden geçenlerin ne oldukları belli değil. Ben köprüden geçtim, fakat kılıcımı, arabamı elimden aldılar. Kendi isteğimle değil, zorla…Kasabadan yardım getirir bu eşkiyaları yakalatırım, diye düşündüm. Hiç kimse beni dinlemekten başka bir şey yapmadı. Sanırım olanlardan hepsinin haberi var ve yardım etmekten çekiniyorlar, korkuyorlar. Bizim köyün toprakları çok verimlidir. Piyasadaki sebze-meyve fiyatları ucuzlamasın diye geniş toprak sahibi kimselerin bir oyunu ile karşı karşıya kaldık. Sen beş yıldır bu durumun farkına varamadın mı? Vardın da yardım etmek aklına gelmedi mi? Yardım etmek istediğinde seni engelleyen ne oldu? Bu sorulara açıklık getirmeni istiyorum. Lütfen iyilik prensi, buyurun söz sırası sizin. “ Yüzmek için buralara gelmeye başladığım ilk günlerde durumu hemen fark ettim. O zamanlar çocuk olduğum için, ne yapacağımı bilemedim. En iyisi her şeyi gidip babama anlatmaktı. Ben de öyle yaptım. İyilik kralı olan babam, anlattıklarımdan haberi olduğunu, sorunu en ince ayrıntılarına kadar araştırdığını, yardım etme konusunda tereddüt içine düştüğünü, yardım ettiği takdirde pek çok kişinin alınyazısının bir anda değişeceğini, meselenin kendi yetki alanı dışına taştığından duruma müdahale etmediğini ve benim de olan biteni görmemezliğe gelmem gerektiğini söyleyince, babamın sözlerinin doğru olduğunu düşünüp hiçbir şeye karışmadım. “
“ Sayın iyilik prensi, iyilik ve kötülük her insanın kalbinde doğuştan yer etmiştir. İnsan büyüyüp geliştikçe kalp de buna paralel olarak büyür, gelişir. Kalp büyüyüp geliştikçe kalpte bulunan iyilik ve kötülük davranışlarda, hareketlerde belirmeye başlar. Çocuklara iyilik yapmanın iyi bir şey, kötülük yapmanın kötü bir şey olduğunu mutlaka anlatmalıyız. Onlara kalbindeki iyilikleri ön plana çıkarması için yardımcı olmalıyız. Çocuk, kalbindeki kötü duygulara gem vurmayı öğrenmelidir. Bunları çocuğa öğretecek olanlar davranışlarına dikkat etmek zorundadırlar, çünkü çocuk büyüklerinin davranışlarını, sözlerini, yaptıklarını yakından takip eder. Kendine onları örnek alır.
Buradaki silahlı adamlar iyi bir eğitim görmedikleri için, iyiliği bilememişler, iyi insan olamamışlar, kötü olmuşlar, eşkiya olmuşlar. Onlar bir köy halkını üzdüklerinin, acılar içinde bıraktıklarının farkında değiller. Onlara yaptıklarının doğru olmadığını anlatalım, yaptıkları yanlışı fark ettirelim. Onlarla konuşalım. Onlara iyiliğin ne olduğunu, iyi bir insanın nasıl olması gerektiğini anlatalım. Ben bir insan ne kadar kötü olursa olsun, kalbinde azıcık da olsa iyi duygular kaldığına inanırım. İşte biz azıcık kalmış olan iyi duyguları harekete geçirip canlandırmaya çalışacağız. İyi duyguların ileri doğru attığı her adım kötü duyguları bir adım gerileteceğinden öyle bir an gelecek ki, iyi duygular kötü duyguları geçecektir. İyi duyguları önde olan insan, iyi insan olmuş demektir. Sayın iyilik prensi, iyilik yapmanın büyüğü, küçüğü olmaz. İyilik iyiliktir. Gel bir iyilik de bize yap. Şu eşkiyaları yakalamama yardımcı ol. Onlara her şeyi anlattığımız takdirde inanıyorum ki, tuttukları yolun yanlış olduğunu fark edip yollarını değiştireceklerdir. Bu tarafa geçeceklerdir. “
Cesur gencin daha fazla konuşmasına iyilik prensi izin vermedi. Bir eliyle onun ağzını kapatarak gülümsedi: “ Tamam…Tamam…Anlatmak istediklerini çok iyi anladım. Ben bu konuyu böylesine derin düşünemedim. Şuna inandım ki, senden öğrenmem lazım gelen pek çok şey var. Bunları sonra konuşuruz. Bir plan dahilinde eşkiyaları yakalayalım. Onlarla sen konuş, her şeyi anlat. İyilik ne demek, bunu onlara öğret. Başarılı olacağına inancım sonsuz. “
Birkaç dakika sonra iyilik prensi bir kartal kılığına girerek eşkiyaların bulunduğu tarafa doğru uçtu. Cesur genç de yürüyerek yola çıktı. Kartal biraz sonra tahta köprünün üstünde daireler çizerek uçmaya başladı, aniden kalın bir ip oldu ve aşağıya süzüldü. Oralarda dolaşmakta olan eşkiyaları birer birer yakaladıktan sonra barınak olarak kullandıkları büyük bir mağaraya götürdü. Mağara, atlar, arabalar ve eşyalarla doluydu. Eşkiyalar bunları kasabaya gitmek isteyen köylülerden zorla almışlardı. Cesur genç mağaraya geldiğinde eşkiyaları bir köşede kıskıvrak bağlı otururken görünce çok sevindi. Fakat, bu sevincini onlara belli etmedi. Eğer eşkiyalar onun sevindiğini fark ederlerse kendisine kızabilirler ve onun iyilik, doğruluk hakkında söyleyeceği sözleri, vereceği nasihatleri dinlemeyebilirlerdi. Cesur genç eşkiyalarla uzun uzun konuştu. Onlara tuttukları yolun yanlış olduğunu, eğer isterlerse yardım edebileceğini, eşkiyalık yapmadan da bu dünyada yaşanabileceğini anlattı. Hiç kimsenin bir başkasının malını zorla alamayacağını, tam on yıldır köyde yaşayanlara hayatı zindan ettiklerini, bunun haksızlık olduğunu, bu haksızlığa neden olanları efendi olarak kabul etmeyip, kendi kendilerinin efendisi olmaları gerektiğini belirtti. Bu arada daha önce köprüden geçenlerin öldürülmediği, salıverildiği ortaya çıktı.
Eşkiyalarda pişmanlık belirtileri başlaması üzerine onları yakalamış olan kalın ip gevşedi ve sonunda çözüldü. Kalın ip insan kılığına girdi ve iyilik prensi oldu. İyilik prensi kısaca kendini tanıttıktan, onlara bundan sonraki yaşamlarında başarılar diledikten sonra, cebinden deri bir kese çıkararak saçlarından birer tel koparıp keseye atmalarını istemeyi ihmal etmedi. Böylelikle nereye giderlerse gitsinler, onların izini bulabilecek ve iyi insan olup olmadıklarını kontrol edebilecekti.
Cesur genç köyünde krallar gibi karşılandı. Köyde o gece şenlikler yapıldı, eğlenceler düzenlendi, ziyafetler verildi. Herkes tahta köprünün ulaşıma açılmasının sevinci içindeydi. İyilik prensi ise, kimliğini belli etmeden bir kenarda oturup eğlenceleri izledi. O kadar güzeldi ki, karşılık beklemeden başkalarına yardımcı olabilmek, onlara mutluluk verebilmek. Varsın seni kimse tanımasın, adını kimse bilmesindi. Sen iyilik yaptığını biliyordun ya, bu sana yeterdi.
Yazan: Serdar Yıldırım
Cesur genç ertesi gün akşamüstü kasabaya vardı. Bir han odası kiralayıp, yemek yedikten sonra, uykuya daldı. Sabahleyin dinlenmiş olarak girişimlerine başladı. Üç gün boyunca çalmadık kapı, konuşmadık insan bırakmayan cesur genç, hiç kimsenin kendisini dinlemekten başka bir şey yapmadığını görünce hayretler içinde kaldı. Buraya geldiğine bin pişman bir halde gerisin geriye dönerek tahta köprünün aşağı taraflarında köyüne ulaşabilmek için, umutsuz bir arayış içine girdi. Saatler sonra bütün çabasının boşuna olduğunu gördü. Irmağın azgın sularını aşıp karşı tarafa geçmenin olanağı yoktu. Canından bezmiş bir halde ırmak kenarına oturup etrafına bakınırken, suların üstünde bir balığın bakmakta olduğunu fark etti. Laf olsun diye balığa seslendi:
“ Ey balık!:.Keşke konuşabilseydin de, seninle iki çift laf edebilseydik. Dertliyim ben, yürekten yaralıyım ben. “ Biraz sonra cesur gencin beklemediği bir şey oldu. Dert dolu, çile dolu haykırışına balık karşılık veriyordu:
“ Konuşurum tabii ki, neden konuşmayacakmışım…Bekle, şimdi yanına geliyorum. “ Balık bir kuyruk darbesiyle kıyıya ulaştı ve yakındaki bir ağacın arkasında gözden kaybolduktan bir saniye sonra, çok yakışıklı bir genç olarak ortaya çıktı. “ Merhaba, ben iyilik prensiyim “ dedikten sonra onun yanına oturdu:
“ Bak şimdi, benden çekinmene gerek yok. Cin, peri falan değilim. Söylediğim gibi ben iyilik prensiyim. Biz de tıpkı insanlar gibi doğarız, büyürüz, yaşlanırız, ölürüz. Acıkınca yemek yeriz. Okuma-yazma öğreniriz, kitap okuruz, resim yaparız. Canımız sıkılır üzülürüz, fakat üzüntülerimizi fazla önemsememeye çalışırız. Üzüntünün gelip geçici olduğuna inanırız. Ben sıkıntının, üzüntünün çaresini insanlara yardım etmekte, insanlara iyilik etmekte bulmaya çalışmış ve kendi kendime yararım dokunmuştur. Yani canımın sıkıldığı, üzüldüğüm bir durum olduğu zaman birine bir iyilik yaparım mutlu olurum. Bu mutluluğun devamlılık sağlayabilmesi hep iyilik yapmakla, yardımlaşmakla mümkündür. Ne dersin arkadaş, söylediklerimin doğru olduğunu ortaya çıkarmak için, bu yöntem denemeye değmez mi sence? “
İyilik prensinin anlattıkları cesur gencin üzerinde olumlu tesir yaptı ve şaşkınlığını tamamen yok etti. Kendisinin bir konu hakkında görüşü alınmak isteniyordu ve düşüncesini söylememesi ayıp sayılırdı:
“ Şimdi sen iyilik prensi olduğundan görevin gereği herkese iyilik yapmak istiyorsun ve iyilik yaptığın insanların sevinmesi, sana teşekkür etmesi, mutlu olmanı sağlıyor. Az önce cin, peri olmadığını söylemiştin. Şu an insan görünüşündesin. İnsan kılığına girmeden önce bir balıktın ve ırmakta yüzüyordun. Sanıyorum ki, sen bir insansın fakat seni diğer insanlardan ayıran birtakım özelliklere ve farklı düşüncelere sahipsin. Arzu ettiğin bir kılığa anında girebiliyorsun. Bu bir balık olabilir, bir kuş olabilir, bir tavşan olabilir. Düşünce farklılığı seni insanlardan kesin çizgilerle ayırır. Ben, senin yöntemini denemeye değer desem bile zannetmiyorum ki, bu yöntemi öğrenip de, denemek isteyecek bir başkası çıksın. Gelelim senin bir balık olma durumuna ve ırmakta yüzme sebebine…Sen bir balıktın ve ırmakta yüzüyordun. Bu bir rastlantı mıydı, yoksa bir nedeni var mıydı? “
“ Ben on sekiz yaşındayım ve beş yıla yakın bir süredir bu ırmakta yüzüyorum. Seviyorum yüzmeyi. Benim için değişiklik oluyor. “
“ Demek bu ırmakta yüzmek hoşuna gidiyor. Fırsat buldukça gelip burada yüzüyorsun. Peki, çevrede olup bitenlerden haberin yok mu? Irmağın öte kıyısında bir köy var. O köyde yaşayan insanlar var. O insanlar orada hapis hayatı yaşıyorlar. Eşkiyalar tahta köprüde bekliyorlar, köydekileri köprüden geçirmiyorlar. Benden önce köprüden geçenlerin ne oldukları belli değil. Ben köprüden geçtim, fakat kılıcımı, arabamı elimden aldılar. Kendi isteğimle değil, zorla…Kasabadan yardım getirir bu eşkiyaları yakalatırım, diye düşündüm. Hiç kimse beni dinlemekten başka bir şey yapmadı. Sanırım olanlardan hepsinin haberi var ve yardım etmekten çekiniyorlar, korkuyorlar. Bizim köyün toprakları çok verimlidir. Piyasadaki sebze-meyve fiyatları ucuzlamasın diye geniş toprak sahibi kimselerin bir oyunu ile karşı karşıya kaldık. Sen beş yıldır bu durumun farkına varamadın mı? Vardın da yardım etmek aklına gelmedi mi? Yardım etmek istediğinde seni engelleyen ne oldu? Bu sorulara açıklık getirmeni istiyorum. Lütfen iyilik prensi, buyurun söz sırası sizin. “ Yüzmek için buralara gelmeye başladığım ilk günlerde durumu hemen fark ettim. O zamanlar çocuk olduğum için, ne yapacağımı bilemedim. En iyisi her şeyi gidip babama anlatmaktı. Ben de öyle yaptım. İyilik kralı olan babam, anlattıklarımdan haberi olduğunu, sorunu en ince ayrıntılarına kadar araştırdığını, yardım etme konusunda tereddüt içine düştüğünü, yardım ettiği takdirde pek çok kişinin alınyazısının bir anda değişeceğini, meselenin kendi yetki alanı dışına taştığından duruma müdahale etmediğini ve benim de olan biteni görmemezliğe gelmem gerektiğini söyleyince, babamın sözlerinin doğru olduğunu düşünüp hiçbir şeye karışmadım. “
“ Sayın iyilik prensi, iyilik ve kötülük her insanın kalbinde doğuştan yer etmiştir. İnsan büyüyüp geliştikçe kalp de buna paralel olarak büyür, gelişir. Kalp büyüyüp geliştikçe kalpte bulunan iyilik ve kötülük davranışlarda, hareketlerde belirmeye başlar. Çocuklara iyilik yapmanın iyi bir şey, kötülük yapmanın kötü bir şey olduğunu mutlaka anlatmalıyız. Onlara kalbindeki iyilikleri ön plana çıkarması için yardımcı olmalıyız. Çocuk, kalbindeki kötü duygulara gem vurmayı öğrenmelidir. Bunları çocuğa öğretecek olanlar davranışlarına dikkat etmek zorundadırlar, çünkü çocuk büyüklerinin davranışlarını, sözlerini, yaptıklarını yakından takip eder. Kendine onları örnek alır.
Buradaki silahlı adamlar iyi bir eğitim görmedikleri için, iyiliği bilememişler, iyi insan olamamışlar, kötü olmuşlar, eşkiya olmuşlar. Onlar bir köy halkını üzdüklerinin, acılar içinde bıraktıklarının farkında değiller. Onlara yaptıklarının doğru olmadığını anlatalım, yaptıkları yanlışı fark ettirelim. Onlarla konuşalım. Onlara iyiliğin ne olduğunu, iyi bir insanın nasıl olması gerektiğini anlatalım. Ben bir insan ne kadar kötü olursa olsun, kalbinde azıcık da olsa iyi duygular kaldığına inanırım. İşte biz azıcık kalmış olan iyi duyguları harekete geçirip canlandırmaya çalışacağız. İyi duyguların ileri doğru attığı her adım kötü duyguları bir adım gerileteceğinden öyle bir an gelecek ki, iyi duygular kötü duyguları geçecektir. İyi duyguları önde olan insan, iyi insan olmuş demektir. Sayın iyilik prensi, iyilik yapmanın büyüğü, küçüğü olmaz. İyilik iyiliktir. Gel bir iyilik de bize yap. Şu eşkiyaları yakalamama yardımcı ol. Onlara her şeyi anlattığımız takdirde inanıyorum ki, tuttukları yolun yanlış olduğunu fark edip yollarını değiştireceklerdir. Bu tarafa geçeceklerdir. “
Cesur gencin daha fazla konuşmasına iyilik prensi izin vermedi. Bir eliyle onun ağzını kapatarak gülümsedi: “ Tamam…Tamam…Anlatmak istediklerini çok iyi anladım. Ben bu konuyu böylesine derin düşünemedim. Şuna inandım ki, senden öğrenmem lazım gelen pek çok şey var. Bunları sonra konuşuruz. Bir plan dahilinde eşkiyaları yakalayalım. Onlarla sen konuş, her şeyi anlat. İyilik ne demek, bunu onlara öğret. Başarılı olacağına inancım sonsuz. “
Birkaç dakika sonra iyilik prensi bir kartal kılığına girerek eşkiyaların bulunduğu tarafa doğru uçtu. Cesur genç de yürüyerek yola çıktı. Kartal biraz sonra tahta köprünün üstünde daireler çizerek uçmaya başladı, aniden kalın bir ip oldu ve aşağıya süzüldü. Oralarda dolaşmakta olan eşkiyaları birer birer yakaladıktan sonra barınak olarak kullandıkları büyük bir mağaraya götürdü. Mağara, atlar, arabalar ve eşyalarla doluydu. Eşkiyalar bunları kasabaya gitmek isteyen köylülerden zorla almışlardı. Cesur genç mağaraya geldiğinde eşkiyaları bir köşede kıskıvrak bağlı otururken görünce çok sevindi. Fakat, bu sevincini onlara belli etmedi. Eğer eşkiyalar onun sevindiğini fark ederlerse kendisine kızabilirler ve onun iyilik, doğruluk hakkında söyleyeceği sözleri, vereceği nasihatleri dinlemeyebilirlerdi. Cesur genç eşkiyalarla uzun uzun konuştu. Onlara tuttukları yolun yanlış olduğunu, eğer isterlerse yardım edebileceğini, eşkiyalık yapmadan da bu dünyada yaşanabileceğini anlattı. Hiç kimsenin bir başkasının malını zorla alamayacağını, tam on yıldır köyde yaşayanlara hayatı zindan ettiklerini, bunun haksızlık olduğunu, bu haksızlığa neden olanları efendi olarak kabul etmeyip, kendi kendilerinin efendisi olmaları gerektiğini belirtti. Bu arada daha önce köprüden geçenlerin öldürülmediği, salıverildiği ortaya çıktı.
Eşkiyalarda pişmanlık belirtileri başlaması üzerine onları yakalamış olan kalın ip gevşedi ve sonunda çözüldü. Kalın ip insan kılığına girdi ve iyilik prensi oldu. İyilik prensi kısaca kendini tanıttıktan, onlara bundan sonraki yaşamlarında başarılar diledikten sonra, cebinden deri bir kese çıkararak saçlarından birer tel koparıp keseye atmalarını istemeyi ihmal etmedi. Böylelikle nereye giderlerse gitsinler, onların izini bulabilecek ve iyi insan olup olmadıklarını kontrol edebilecekti.
Cesur genç köyünde krallar gibi karşılandı. Köyde o gece şenlikler yapıldı, eğlenceler düzenlendi, ziyafetler verildi. Herkes tahta köprünün ulaşıma açılmasının sevinci içindeydi. İyilik prensi ise, kimliğini belli etmeden bir kenarda oturup eğlenceleri izledi. O kadar güzeldi ki, karşılık beklemeden başkalarına yardımcı olabilmek, onlara mutluluk verebilmek. Varsın seni kimse tanımasın, adını kimse bilmesindi. Sen iyilik yaptığını biliyordun ya, bu sana yeterdi.
Yazan: Serdar Yıldırım
Garip, garip ile oturur
Garip, garip ile oturur
Garip, garip ile
oturur`
Hazreti Ali vefat ettikten sonra, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin babalarını defnedip geri dönerken, yolda bir fakire rast geldiler. Hazin ses ile figan ediyordu. Halini sorduklarında, Cevap verdi ki: Ey azizler! Ayrı düşmüş bir garibim. Mihnetim çok. Gamımı paylaşacak kimse yok. Dediler: Ya bu ana kadar gamını kim ile paylaşırdın. Dedi ki: Bir seneden beri, her gün bu şehirden bir şahıs gelip, benim ile, ünsiyet eder, alakalanırdı. Bütün ihtiyaçlarımı temin edip, giderdi. İsmi nedir, dediler. İsmini bilmiyorum. Sordum, cevap vermedi ve benim merhametim Hak içindir, dünya şöhreti için değildir. Yüzü, vücudu nasıldı, dediler. Dedi ki: Ben amayım, görmüyorum. Amma, bu kadar bilirim ki, iki gündür yanıma uğrayıp, ahvalimi sormuyor. Dediler: Davranışları nasıldır. Dedi ki: Meşguliyeti tesbih ve tehlil ile idi. Belki, kapı ve duvarların ta`zim ettiğini de hissederdim. `Miskin miskin ile garib garib ile oturur` buyururdu. Şehzadeler bu haberden giryan olup, dediler ki: Ey derviş! Bu dediğin nişanlar, Ali bin Ebi Talib`in nişanlarıdır. Dedi ki: Ey oğullar. Ona ne oldu. Dediler; bir bedbaht onu şehid etti. Biz onun kabrinden geliriz. Derviş o haberden mustarib olup , figana başladı.
Dedi ki: Ey şehzadeler! Büyük ceddiniz hürmeti için olsun, beni o serverin mezarı yanına götürün. Hazreti Hasan ve Hüseyin merhamet edip, bir elini Hazreti Hasan ve bir elini Hazreti Hüseyin tutup, emir-ül mü`minin Ali`nin kabr-i şerifine götürdüler. O derviş, kabir üzerine düşüp, dedi ki: Ey Allahım! Bu kabir sahibinin hürmeti için, ben fakiri, hor ve zelil, kimsesiz bırakma. Bu dertlerime ortak olana kavuştur!.. Duası Allahü tealanın kaza hükümüne uygun olup, o an ruhunu teslim etti. Şehzadeler o dervişin techiz ve tekfinini yapıp, namazını kılıp, oraya defnettiler.
Vefatından önce bir gün Hazreti Ali buyurdu ki: Dün gece Peygamber Efendimizi rüyada gördüm. Dedim ki: Ya Resulallah! Ümmetinden bana gelen bu mihnetler ve husumetler nedendir. Buyurdu ki: `Onlar üzerine dua eyle!` Dedim ki: Ya Rabbi! Bana onlardan iyi karşılık ver. Onların üzerine benden daha az faydalı olanı getir. Hemen o günde duası müstecab olup, şehid oldu.
Hazreti Ali vefat ettikten sonra, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin babalarını defnedip geri dönerken, yolda bir fakire rast geldiler. Hazin ses ile figan ediyordu. Halini sorduklarında, Cevap verdi ki: Ey azizler! Ayrı düşmüş bir garibim. Mihnetim çok. Gamımı paylaşacak kimse yok. Dediler: Ya bu ana kadar gamını kim ile paylaşırdın. Dedi ki: Bir seneden beri, her gün bu şehirden bir şahıs gelip, benim ile, ünsiyet eder, alakalanırdı. Bütün ihtiyaçlarımı temin edip, giderdi. İsmi nedir, dediler. İsmini bilmiyorum. Sordum, cevap vermedi ve benim merhametim Hak içindir, dünya şöhreti için değildir. Yüzü, vücudu nasıldı, dediler. Dedi ki: Ben amayım, görmüyorum. Amma, bu kadar bilirim ki, iki gündür yanıma uğrayıp, ahvalimi sormuyor. Dediler: Davranışları nasıldır. Dedi ki: Meşguliyeti tesbih ve tehlil ile idi. Belki, kapı ve duvarların ta`zim ettiğini de hissederdim. `Miskin miskin ile garib garib ile oturur` buyururdu. Şehzadeler bu haberden giryan olup, dediler ki: Ey derviş! Bu dediğin nişanlar, Ali bin Ebi Talib`in nişanlarıdır. Dedi ki: Ey oğullar. Ona ne oldu. Dediler; bir bedbaht onu şehid etti. Biz onun kabrinden geliriz. Derviş o haberden mustarib olup , figana başladı.
Dedi ki: Ey şehzadeler! Büyük ceddiniz hürmeti için olsun, beni o serverin mezarı yanına götürün. Hazreti Hasan ve Hüseyin merhamet edip, bir elini Hazreti Hasan ve bir elini Hazreti Hüseyin tutup, emir-ül mü`minin Ali`nin kabr-i şerifine götürdüler. O derviş, kabir üzerine düşüp, dedi ki: Ey Allahım! Bu kabir sahibinin hürmeti için, ben fakiri, hor ve zelil, kimsesiz bırakma. Bu dertlerime ortak olana kavuştur!.. Duası Allahü tealanın kaza hükümüne uygun olup, o an ruhunu teslim etti. Şehzadeler o dervişin techiz ve tekfinini yapıp, namazını kılıp, oraya defnettiler.
Vefatından önce bir gün Hazreti Ali buyurdu ki: Dün gece Peygamber Efendimizi rüyada gördüm. Dedim ki: Ya Resulallah! Ümmetinden bana gelen bu mihnetler ve husumetler nedendir. Buyurdu ki: `Onlar üzerine dua eyle!` Dedim ki: Ya Rabbi! Bana onlardan iyi karşılık ver. Onların üzerine benden daha az faydalı olanı getir. Hemen o günde duası müstecab olup, şehid oldu.
ŞEF MAHKO VE IRMAK
ŞEF MAHKO VE IRMAKKızılderililer henüz gözyaşı yoluna revan
olmamıştı o vakitler, binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan, kafileler
halinde dağlara sürülmelerinin öncesindeydi.
Bir sabah daha kuşlar uyanmamışken, Şef Mahko kendi çadırından çıktı ve torunlarının üçünü de uyandırdı tek tek, Şef Mahko'nun zaman zaman "beyazların etkisinde kalmış bunlar. Şahsiyetlerini unutmuşlar" dediği 3 torunu da çok geçmeden atlarını eyerlemiş köyün çıkışında onları bekleyen dedelerinin yanına varmıştı.
Av bereketli geçmişti, torunlar eve dönmeyi beklerken av boyunca hiç konuşmayan Şef Mahko "toparlanın" dedi," asıl yolculuk şimdi başlıyor".
Kuşluk vaktinde biri ak saçlı dört süvari dağları aşmış vadideki ırmağa doğru yol almaktaydı. Şef Mahko Irmağa yaklaştıklarında atından indi. Şef önde torunları arkada ırmağın kenarına vardılar, Apache Şefi Mahko saygıyla ırmağın yanı başına çömeldi, iki elini de suya soktu ve ellerini suda tuttu, bir süre sonra çıkardı, parmaklarından su damlayan iki elini de torunlarına uzattı "ellerime bakin" dedi" ve ne gördüğünüzü söyleyin".
Torunların üçü de şaşkın şaşkın birbirine baktı. En büyüğü konuştu önce "bir çift ıslak el" dedi. Şef Mahko başını ortanca torununa çevirdi, o da "buruşuk bir çift el" dedi gülümsemesini gizlemeye çalışarak. Aldığı cevaplardan memnun kalmayan Şef en küçük torununa döndü, "Bilge bir dedenin elleri " dedi en küçükleri. Bir süre daha havada asılı kaldı Şef Mahko'nun elleri Üç torununun da gözlerini tek tek yokladı ve "ellerime iyice bakın, söyleyin ne görüyorsunuz " dedi. Üç torunun üçü de dedelerinin ellerine baktı bir süre boş boş gözlerle, üçünün de başı öne düştü sonra, ırmağın şırıltısını dinlediler.
Bir süre, sonra en küçükleri "dede" dedi "en iyisini sen bilirsin" bunun üzerine Şef Mahko kızgın günesin altında tamamen kuruyan ellerini aşağıya indirdi.
"Az önce ellerimde Irmak vardı" dedi Şef Mahko. "AZ ÖNCE ELLERIMDE IRMAK VARDI" diye tekrarladı "ama siz ırmağı değil ellerimi gördünüz ve ellerimdeki ırmak kızgın günesin altında kurudu gitti, işte Şahsiyette bu ırmak gibidir, bir defa içinden çıktınız mı bir daha sizi kimse görmez, görseler bile varlığınız güneşin insafına kalmıştır". Şef Mahko sözlerini bitirir bitirmez Atına atlayıp yola koyuldu ve arkasına bile bakmadı, en küçük torununa, o en sevdiği torununa bile.
Şef Mahko'nun o en küçük torunu yıllar sonra Geronimo adıyla tanınacaktı. Büyük savaşçı, o büyük APACHE savaşçısı Şef GERONIMO
Bir sabah daha kuşlar uyanmamışken, Şef Mahko kendi çadırından çıktı ve torunlarının üçünü de uyandırdı tek tek, Şef Mahko'nun zaman zaman "beyazların etkisinde kalmış bunlar. Şahsiyetlerini unutmuşlar" dediği 3 torunu da çok geçmeden atlarını eyerlemiş köyün çıkışında onları bekleyen dedelerinin yanına varmıştı.
Av bereketli geçmişti, torunlar eve dönmeyi beklerken av boyunca hiç konuşmayan Şef Mahko "toparlanın" dedi," asıl yolculuk şimdi başlıyor".
Kuşluk vaktinde biri ak saçlı dört süvari dağları aşmış vadideki ırmağa doğru yol almaktaydı. Şef Mahko Irmağa yaklaştıklarında atından indi. Şef önde torunları arkada ırmağın kenarına vardılar, Apache Şefi Mahko saygıyla ırmağın yanı başına çömeldi, iki elini de suya soktu ve ellerini suda tuttu, bir süre sonra çıkardı, parmaklarından su damlayan iki elini de torunlarına uzattı "ellerime bakin" dedi" ve ne gördüğünüzü söyleyin".
Torunların üçü de şaşkın şaşkın birbirine baktı. En büyüğü konuştu önce "bir çift ıslak el" dedi. Şef Mahko başını ortanca torununa çevirdi, o da "buruşuk bir çift el" dedi gülümsemesini gizlemeye çalışarak. Aldığı cevaplardan memnun kalmayan Şef en küçük torununa döndü, "Bilge bir dedenin elleri " dedi en küçükleri. Bir süre daha havada asılı kaldı Şef Mahko'nun elleri Üç torununun da gözlerini tek tek yokladı ve "ellerime iyice bakın, söyleyin ne görüyorsunuz " dedi. Üç torunun üçü de dedelerinin ellerine baktı bir süre boş boş gözlerle, üçünün de başı öne düştü sonra, ırmağın şırıltısını dinlediler.
Bir süre, sonra en küçükleri "dede" dedi "en iyisini sen bilirsin" bunun üzerine Şef Mahko kızgın günesin altında tamamen kuruyan ellerini aşağıya indirdi.
"Az önce ellerimde Irmak vardı" dedi Şef Mahko. "AZ ÖNCE ELLERIMDE IRMAK VARDI" diye tekrarladı "ama siz ırmağı değil ellerimi gördünüz ve ellerimdeki ırmak kızgın günesin altında kurudu gitti, işte Şahsiyette bu ırmak gibidir, bir defa içinden çıktınız mı bir daha sizi kimse görmez, görseler bile varlığınız güneşin insafına kalmıştır". Şef Mahko sözlerini bitirir bitirmez Atına atlayıp yola koyuldu ve arkasına bile bakmadı, en küçük torununa, o en sevdiği torununa bile.
Şef Mahko'nun o en küçük torunu yıllar sonra Geronimo adıyla tanınacaktı. Büyük savaşçı, o büyük APACHE savaşçısı Şef GERONIMO
*
Dâvâsını ifâde eden
kazanır.
27 Nisan 2013 Cumartesi
Asrı Saadetten "Ahde Vefa"
Asrı Saadetten "Ahde Vefa"
Hz. Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç
girerler. Derler ki 'Ey halife, bu aramızdaki arkadaş
bizim babamızı öldürdü. Ne gerekiyorsa lütfen yerine
getirin.' Bu söz üzerine Hz. Ömer suçlanan gence
dönerek :
...
Söyledikleri doğru mu diye sorar. Suçlanan genç der ki
evet doğru Bu söz üzerine Hz Ömer anlat bakalım nasıl
oldu diye sorar. Bunun üzerine genç anlatmaya başlar,
der ki "Ben bulunduğum kasabada hali vakti yerinde
olan bir insanim ailemle beraber gezmeye çıktık, kader
bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Affedersiniz
hayvanlarımın arasında bir güzel atım var ki dönen bir
defa daha bakıyor, hayvana ne yaptıysam bu
arkadaşların bahçesinden meyve koparmasına engel
olamadım,arkadaşların babası içerden hışımla çıktı
atıma bir taş attı, atım oracıkta öldü.
Nefsime bu durum ağır geldi, ben de bir taş attım,
babası öldü. Kaçmak istedim fakat arkadaşlar beni
yakaladı, durum bundan ibaret" der.Bu söz üzerine Hz Ömer "Söyleyecek bir şey yok, bu
suçun cezası idam.Madem suçunu da kabul ettin" der.
Bu sözden sonra delikanlı söz alarak
"Efendim bir özrüm var" diyerek konuşmaya başlar "Ben
memleketinde zengin bir insanım, babam rahmetli
ölmeden bana epey bir altın bıraktı.Gelirken kardeşim
küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım. Şimdi siz
bu cezayı infaz ederseniz yetimin hakkını zayi
ettiğiniz için Allah(c.c) indinde sorumlu olursunuz,
bana üç gün izin verirseniz ben emaneti kardeşime
teslim eder gelirim, bu üç gün içinde yerime birini
bulurum" der.
Hz. Ömer dayanamaz der ki "Bu topluluğa yabancı
birisin senin yerine kim kalır ki?!"
Sözün burasında genç adam ortama bir göz atar, der ki
"Bu zat benim yerime kalır." O zat Amr Ibni As' dır.
Hz. Ömer Amr'a dönerek "Ey Amr, delikanlıyı duydun"
der. O yüce sahabî "Evet, ben kefilim" der ve genç
adam serbest bırakılır.
Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten
bir haber yoktur. Medine'nin ileri gelenleri Hz.
Ömer'e çıkarak gencin gelmeyeceği, dolayısıyla Amr
Ibni As'a verilecek idam yerine maktulün diyetini
vermeyi teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve
babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz derler, Hz.
Ömer kendinden beklenen cevabi verir der ki :
"Bu kefil babam olsa fark etmez cezayı infaz ederim."Hz Amr Ibni As ise tam bir teslimiyet içerisinde der
ki "Biz de sözümün arkasındayız." Bu arada
kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların
arasından genç görünür. Hz. Ömer gence dönerek der ki:
“Evladım gelmeme gibi önemli bir nedenin vardı, neden
geldin?" Genç vakurla başını kaldırır ve:
AHDE VEFASIZLIK ETTİ demeyesiniz diye geldim der.
Hz.Ömer bu defa Amr Ibni As'a der ki:
"Ey Amr, sen bu delikanlıyı tanımıyorsun nasıl oldu
onun yerine kefil oldun". Amr Ibni As vakurla cevap verir, "Bu kadar insanın
içerisinden beni seçti. İNSANLIK ÖLDÜ dedirtmemek
için kabul ettim" der.
Sıra gençlere gelir, derler ki "Biz bu davadan
vazgeçiyoruz." Bu sözün üzerine Hz Ömer "Ne oldu,
biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz
ne oldu da vazgeçiyorsunuz?"der.
Gençlerin cevabı şu olur :
MERHAMETLİ İNSAN KALMADI DEMEYESİNİZ DİYE ...
http://www.muhabbetfedaileri.com/kıssadan-hisseler-ibretli-öyküler/15121-asrı-saadetten-ahde-vefa/
Ben Büyük Bir Gemide Küçük Bir Civatayım
Ben Büyük Bir Gemide Küçük Bir Civatayım
Ben Büyük Bir Gemide Küçük Bir Civatayım
Vaktiyle koskoca bir gemide küçücük bir civata vardı.
Bu, iki büyük çelik levhayı birbirine bağlayan küçük civatalardan biriydi.
Gemi Hind Okyanusu’nda yol alırken bu küçük civata, birdenbire laçka olmaya başladı, düşme tehlikesiyle karşılaştı.
Öteki civatalar, ’sen düşersen biz de düşeriz!’ diye seslendiler.
Geminin teknesindeki perçinler de, ‘ Biz de çok sıkışığız, biz de laçka olalım’ dediler.
Bunu duyan demir kaburgalar ise ‘Ne olur yapmayın’ diye yalvardılar.
‘Siz tutmazsanız biz mahvoluruz!’.
Derken, küçük civatanın niyeti yıldırım hızıyla bütün gemiye yayıldı.
Gemi titremeğe başladı.
Bunun üzerine bütün kaburgalar, levhalar, civatalar, en küçük perçinler elele verip küçük civataya bir elçi gönderdiler.
Küçük civata yerinde kalmalıydı.
Aksi halde gemi parçalanacak, içlerinden hiçbiri vatana kavuşamayacaktı.
Küçük civata kendine bu kadar önem verilmesine çok sevindi ve olduğu yerde kalacağını bildirdi.
R. Kipling
Ahi Evran kimdir ?
Ahi Evran
Büyük velîlerden. Kelam, tefsîr, tasavvuf ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi, tabib. Anadolu’daki Ahîlik esnaf teşkilâtının kurucusu. Asıl ismi Mahmûd bin Ahmed’dir. Herkesin korkup kaçtığı evran denen büyük bir yılanın onu görünce sakinleşmesi ve itâat etmesi dolayısıyla “Evran” diye anılmıştır.
1171 (H.567) yılında İran’da Batı Âzerbaycan taraflarındaki Hoy kasabasında dünyâya geldi. İmâm-ı Fahrüddîn Râzî’den çeşitli ilim dallarında dersler aldı. Ahmed Yesevî hazretlerinin talebelerinin ders ve sohbetlerine devâm ederek tasavvuf yolunda ilerledi. Büyük İslâm âlimi Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Hac yolunda Evhadüddîn Hâmid Kirmânî ile tanışıp, onun talebelerinden oldu. Evhadüddîn Kirmânî’nin vefâtına kadar da yanından ayrılmadı. Konya’daki Anadolu Selçuklu Devleti idârecileri arasında büyük nüfûz sâhibi olup, Bağdat’a elçi gönderilmiş olan Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin babası, Mecdüddîn İshak’ın dâveti üzerine, Muhyiddîn ibni Arabî ve hocası Evhadüddîn’le birlikte Anadolu’ya geldi. Hocasının kızı Fâtıma Bacı ile evlendi. Yazmış olduğu pek kıymetli eserlerinden Mürşid-ül-Kifâye ve Yezdân-Şinaht adlı kitaplarını Sultan Alâeddîn Keykûbâd’a takdim etti.
Bundan sonra kayınpederi Evhadüddîn’le Anadolu şehirlerini dolaştı. Esnafa bilhassa İslâmiyetin alış-veriş bilgileri hakkında vaazlar verdi. Nasîhatlar etti. Kendisine sual sorup nasîhat isteyenlere:
“Ey Ahî (Kardeşim)! Alış veriş ilmini bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz. Haram lokma yiyen ise ibâdetlerinin sevâbını bulamaz. Zahmetleri hep boşa gider. Sonunda büyük azaba yakalanır ve pişman olur.” buyururdu.
Ahî Evran ayrıca gittiği yerlerde esnafı bir çatı altında toplayıp teşkîlâtlandırıyordu. Böylece Anadolu şehirlerinde Ahi teşkilatlarının kurucusu oldu. Hocası Evhadüddîn’in vefâtından sonra Kayseri’ye yerleşen AhiEvran bütün Anadolu ahilerinin şeyhi kabul edildi.
Ahî teşkilâtına girebilmek için ilim ve sanatla meşgûl olmak lazımdı. Ahî Evran’ın etrafında ve her şehirde bulunan ahîler her cumâ gecesi aralarında toplanırlar. Kur’ân-ı kerîm, hadîs ve fıkıh kitapları, menkıbeler okurlar ve ahlâk konularında sohbet ederlerdi.
Ahî Evran hazretleri Kayseri’ye yerleştikten sonra debbâğlık yapmaya ve elinin emeği ile geçimini temin etmeye başladı. Bu arada halkı irşâd etmeye, bilgi ile yetiştirmeye çok önem verirdi. Yetiştirdiği talebeleri Anadolu’nun dört bir tarafına gönderirdi. Bu talebeler onun emriyle gittikleri yerlerde zâviye kurup irşâd halkasını genişletmeye çalışırlardı. Böylece zamanla sevenleri yüz binlere ulaştı.
Bu sırada Doğudan Batıya bütün Türk alemi Moğol tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Moğollar geçtikleri her yerde kan, gözyaşı ve parçalanmış cesetler bırakıp, beldeleri ve hâneleri virân ediyorlardı.
Yaklaşan bu büyük tehlikeye karşı Ahî Evran hazretleri halkı uyandırmaya ve sevenlerini karşı koymaya çağırdı. Onlara şöyle nasihatlarda bulundu:
“Ey Ahîler! Mücâhitler, yiğit, arslan yürekli olur. Düşmandan korkmaz, kaçmaz ve ona boyun eğmez. Yağmada kurt gibi saldırsalar hiç sarsılmaz. Atılan oklara ve kılıç darbelerine metânetle karşı koyar. Savaşırken safta, namazdaki gibi sessiz olup, komutanına itâatte cemâatin imâma uyması gibidir. Düşmanına karşı haykırışı gök gürültüsü gibi olmalıdır. Düşmandan korkmayın, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyamamaktan korkun. Vatan sevgisinin îmândan olduğunu unutmayın!”
Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edip, takdirine râzı olan ve hocalarına itâat eden bu mübarek insanlar sürüler halinde Anadolu’ya akan Moğol putperestlerine karşı kahramanca mücâdele ettiler. Onların zulüm ve katliamlarından yılmadılar. Anadolu’yu bir şefkat diyarı haline getirdiler.
Ahî Evran hazretleri Anadolu’nun bu karışıklık zamânında Anadolu Selçuklu Devleti’ne karşı meydana gelen bir hâdise bahânesiyle iftirâya uğradı ve tutuklanıp hapsedildi. Beş sene hapiste kaldı.
Beş yıllık tutukluluk süresini bitirdikten sonra Denizli’ye gitti. Bir müddet sonra Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin isteği üzerine, diğer ulemâ ile birlikte Konya’ya döndü. Konya’da bir müddet ikamet edip, müslümanları irşâd ile meşgûl olup, vâz ve nasîhatta bulundu.
Daha sonra, Kırşehir’e (Gülşehir’e) yerleşti. Menâhic-i Seyfî adlı Şâfiî mezhebi ilmihâl bilgilerine dâir eserini, Kırşehir emîri Seyfeddîn Tuğrul’a takdim etti. Vâzlarındaki sâdelik, herkesin anlayabileceği şekilde meseleleri îzah ederek yazdığı kitaplar, kendisinde görülen kerâmetler, ahlâkının güzelliği, dünyâ malına ehemmiyet vermeyip, yalnız Allahü teâlânın rızâsı için çalışması, herkesin sevgisini kazanmasına vesîle oldu. Çevresinde pek çok kimse toplandı. İslâmiyete yaptığı hizmetler dolayısı ile Nâsırüddîn lakabını aldı. Doksan üç yaşlarında iken onun nüfûzundan ve sevenlerinin çokluğundan korkan ve Moğolların baskısına dayanamayan Kırşehir emiri Nûreddîn Caca tarafından 1262 (H.660) yılında Kırşehir’de şehîd edildi.
Talebeleri Ahî Evran hazretlerinin yolunu devam ettirdiler. Bu arada Ahî Evran’ın hanımı Fâtıma Bacı’nın yetiştirdiği bacılar da elde ettikleri mümtâz İslâm kültürünü, bacıdan bacıya naklettiler. Söğüt civârında, Bizans hududunda gelişmeye başlayan Osmanlı Beyliği emrine koşuşan ahîlerden bir kısmı, uçlara yerleşip tekkeler ve zâviyeler kurdular. Bir ahî şeyhi olan, Şeyh Üdebâli ile Osman Bey arasında akrabâlık tesis edildi. Doğudan gelerek Osmanlılara katılan Türkmenleri terbiye ettiler, yetiştirdiler. Onlara İslâmî bilgileri öğretip, gazâ rûhunu aşıladılar. FâtımaBacı’nın yetiştirdiği bacıların meydana getirdiği Baciyân grubu da yeni gelenlerin kadınlarına İslâmiyeti öğreterek, dîn-i İslâmı hakkıyla yaşamaları için gayret ettiler. Üç kıtada altı asır at oynatacak istikbâlin Osmanlı neslinin temelini kurmakta, onlara yardımcı oldular. Osmanlılar da onların kadr-ü kıymetini devamlı şekilde takdir ettiler. Onlara hürmet gösterip vatandaşlarının onlar tarafından yetiştirilmesini kolaylaştırdılar.
AHÎ NASIL OLMALIDIR
İslâm âleminde daha önce de mevcut bulunan, cömertlik, mertlik, mürüvvet mânâlarına gelen ve güzel ahlâkın en yüksek mertebesi şeklinde bilinen fütüvvet teşkilâtı ile Ahî Evran’ın nasihatlarından Ahîlik teşkilâtının umdeleri, şartları, ortaya çıktı.
“Ahî ve şeyh helâlinden kazanmalıdır. Teşkilât mensuplarının hepsi sanat sâhibi olmalıdır. Cömert olup yoksullara yardım etmelidir. Âlimleri sevmeli, gereken hürmeti göstermelidir. Namazlarını zamânında kılmalı, kazâya bırakmamalıdır. Alçak gönüllü olmalı, fakirleri sevmelidir. Nefsine hâkim olup, haramlardan kaçınmalıdır. Beylerin, zenginlerin kapısına gitmemelidir.”
Bir Ahînin üç şeyi açık olmalıdır:
1) Cömert olup eli açık olmalı, fakat isrâf etmemelidir.
2) Misâfire kapısı açık olmalı, gelene ikrâmda kusûr etmemelidir.
3) Sofrası açık olmalı, aç geleni tok döndürmelidir.
Üç şeyi de kapalı olmalıdır:
1) Gözü; harama ve başkasının ayıbını görmeye kapalı olmalıdır. Kimseye sû-i zan etmemeli, yabancı kadına, kıza ve başkasının bakması haram olan yerlerine bakmamalıdır.
2) Dili bağlı olmalı, kimseye kötü söylememeli, lüzumsuz yere konuşmamalıdır.
3) Beli bağlı olmalı, kimsenin nâmusuna, ırzına, haysiyet ve şerefine göz dikmemelidir
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)