Göbekli Tepe - Gizemli Kutsal Alan
Harabeliğin plato benzeri çevresi ile M.Ö. 10. Bine tarihlenebilen büyük dikili taşlı yuvarlak yapılar… Değerlendirilen tabakalanma, yenisinden eskisine doğru sıralandığından, burada söz konusu olan III. Tabakadır.
Bununla birlikte, yapıların, etrafı çevreleyen tepe zirvesindeki tabakalarla olan zamansal ilişkileri pek net değildir. Acaba yapılar, Hellen tiyatrolarında olduğu gibi var olan çukurluklara mı yerleştirilmişti, yoksa bu çukurluklar daha sonraki inşa çalışmalarında bu alanın boş bırakılmasından mı doğmuştu? Aynı zamanda A,B, C ve D Yapıları arasındaki zamansal ilişki de şimdiye kadar cevapsız kalmıştır. Bu yapılar, eş zamanlı ya da aşamalı bir zamanlamayla inşa edilmiş olabilir. Şimdiye kadar I. Ve II. Geç tabakalar incelemenin dışında bırakılmıştır. Tabi ki bu nedensiz yapılmamıştır. En geç olan I. Tabaka, bir yapı tabakası değil ama tersine sadece doğal şartların ve tanımın neden olduğu yoğun erozyonla tepe yüzeyinde oluşmuştur; çünkü bu nedenle kaldırılan malzeme yeniden yamaç eteğinde toplanmış ve orada 3 m. yüksekliğe kadar ulaşmıştır.
Bununla birlikte Göbekli Tepe’nin höyük kütlesi net bir görünüm halinde şekillenmemiştir. Burada, çok sayıda küçük tepecik ve onların arasındaki çukurluklardan oluşan bir çevre söz konusudur. Ve tam da burada, doğal olarak, I. Tabakanın yoğun katmanlarını görüyoruz. Şimdiye kadar III. Tabakada ortaya çıkarılan görkemli dikilitaşlı yuvarlak yapılar, höyüğün güney kanadının iki bölüme ayrıldığı ve güneyde bir vadiye açıldığı yerde, derin bir çukurlukta bulunmaktadır. Batı, kuzey ve doğuda dikçe yükselen höyük zirvesiyle çevrilmiştir. III. Tabakaya ait yapıları taş, sediment ve benzeri maddelerle doldurulmuş olarak bulmamız, sadece topografik nedenlerle gerçekleşmiş, dolgu maddesinin, doğal olaylar, hava etkisi ve erozyonla oraya taşınmış olması olabilirdi. Buna rağmen III. Tabakaya ait yapılardaki dolguların, büyük oranda insanlar tarafından gerçekleştirildiğini tespit ettik. Bu yapılar Taş Çağı insanı tarafından doldurulmuştu. Ancak bilinçli yerleştirilmiş dolgunun üstünde, yeniden güçlü bir tabaka yer almakta. Bu nedenle, ilk Taş Çağı buluntularına rastlamak için normal koşullarda metrelerce derinlikte kazmak gerekmekteydi. Buna rağmen az rastlanılır bu olay nedeniyle, daha önce sözünü ettiğimiz III. Tabakaya ait 43 adet “T” başlı dikilitaş, özgün yerlerinde – in situ – çok iyi şekilde korunagelmişti.
Bu ilginç davranışın nedeni ne olabilir? Yapılar, dolduruluncaya kadar ne kadar süre ziyaret edilebilir durumda kaldı? Acaba doldurma işlemi bir “final” miydi? İnsanlar “zamanın değiştiğinin” ve yeni bir kültür evresine ulaştıklarının bilincinde miydiler? Eskiye ait olanların yıkılmasından vazgeçilmiş ve aynı zamanda bu kutsal alana, düzenli bir gömmeyle veda mı edilmişti?
Şanslı bir şekilde A ve B yapılarının batısındaki alanda geç dönemde, en azından kesin olarak Çanak Çömleksiz Neolitiği (PPNB) tarihlenebilen dolgunun üstünde, inşa çalışmalarının neden olduğu bölgesel bir birikme söz konusudur. Bu inşa evresi II. Tabaka olarak adlandırılmaktadır. Bu tabakanın buluntuları, gerçi büyük oranda geç döneme ait III. Tabakadan ayrılmaktadır, ama büyük oranda konuyla ilgili olgular burada da saptanmaktadır. III. Tabakanın ana sembolü olan T biçimli dikilitaş, II. Tabakada da devam etmektedir. Dikilitaşlar bundan sonra “sadece” 1 – 2 m. uzunlukları ile, gerçi eski dönemlere ait büyük heykellerin gölgesinde kalsalar da, taştan yapılma insan biçimli varlıkların devamlılığını göstermektedir. Böylece III. Tabakanın gömülmesi, Göbekli Tepe’deki uygulanan kültün son bulması ile aynı döneme denk gelmemektedir.
Peki, şimdi öyleyse Göbekli Tepe yapılarını, etrafındaki kültürel bağlamda nasıl algılamalıyız? Kendilerini Taş Çağı toplumsal yapısında nasıl bir yere koymaktaydılar? Bu düşüncelerin çıkış noktası olarak, Tübingenli Eski Çağcı Frank Kolb’un bir başka Eski Çağ araştırmacısına sert eleştiriler yönelten önemli eseri Eski Çağda Kent isimli eserindeki açıklamalarına yer vereceğiz: “… Lewis Mumford, kenti başlangıcından günümüze kadar ele aldığı dev eseriyle, Eski Çağ’a ait ayrıntılı açıklamalarına rağmen ilgilenmeyeceğim. Eski Çağ kent tarihinin tanımlamasını da büyük oranda etkileyen, temelde olumsuz olan kentin tarihsel önemi dışında, sadece bazı sonuçları, yeni tarihsel araştırmaların son durumunu yansıtmaktadır.”
Mumford’un konuya alışık olmadık ve genelde kışkırtıcı şekilde yaklaştığı konusunda hiç kuşkusuz Kolb haklı. Ama Mumfold’un, köyün, kentin kökenini oluşturmadığı, tam tersine kutsal alan ve toplanma yerlerinin kentin kökünü oluşturduğu tezi ise oldukça dikkat çekiyor: Bir kentin özü Mamford’a göre, köyün özünden temelden farklıdır. Köy, yabancıya karşı kuşku ve düşmanca, buna karşılık kent daha dostane yaklaşmaktadır, çünkü kent yabancıyı adeta beklemektedir. Bu nedenle kent, gittikçe büyüyen bir köyden değil, bulunduğu yerin çok daha farklı doğası nedeniyle, daha doğrusu sürekli yeniden dönülüp gelinen bir toplanma yeri işlevi dışında, ayrıca doğal olarak iletişim ve değiş tokuş merkezi olan – fikirlerin, malların ve insanların buluştuğu – kutsal mekanlardan doğmuştur.
Gerçekten de aşırı örneklerde, merkezler, nerede olduğu belirli topluluklar tarafından bilinen ve sadece belirli dönemlerde, büyük insan gruplarını alabilecek kadar yeterli mekan sunan, oturulmayan diğer yerler de olabilir. Dini kutlamaların görünüşü, bu tür yerlerin temel özelliklerini oluşturmaktaydı. Böylelikle ritüel merkezlerinin yerleşik yaşamdan önce var olduğu ve en eski köylerden çok eskiye gittiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bunlar işlevlerini, en azından temel ihtiyaçlarını, yani sözel iletişimini takasla yerine getiren avcı – göçer gruplar için ancak yeteri kadar gerçekleştirebiliyordu.
Mumford’un tezleri neredeyse hiç kabul edilmemekte. Genel olarak “kent” konusundaki yazılı eserlere bakıldığında, “köyün” bir görüngü olarak sadece ikinci derecede ele alındığını görmekteyiz. Mumford, bu noktada hiç kuşkusuz oldukça özenli çalışmıştır. Köy ve kent arasındaki temel ayrılığı sadece kentsel bakış açısıyla ele almıyor. Bir köyün var olması, en azından komşu köylerin olabileceğini de akla getirmektedir.
Bu bağlamda yeniden Çatalhöyük’ü düşünelim. Burası, bir prehistoryacının kenti tanımlamak için seçeceği bir yer için pek çok şartı yerine getirmektedir. Ama biz hata yapmamak için Frank Kolb ve Bernard Hansel’in ölçütlerini sıralayalım: 1-) Yerleşim alanlarının büyüklüğü ve yoğunluğu, 2-) Merkezi işlevi (özellikle ekonomik açıdan), 3-) yüksek kalitedeki mesleki uzmanlaşma, 4-) Yapısal düzen ve ayırt edilebilirlik, 5-) uzun dönem varlığını sürdürebilme,
Hiç kuşkusuz Çatalhöyük, yerleşik yaşayan insanların olduğu, kapalı, büyük bir yerdi. Bu bölgedeki insanlar için merkezi bir işleve sahip olduğunu, buranın ekonomik tarafı için bir şey söylemek çok zor da olsa, tartışmaya bile gerek yok. Yaşayan halkın süreğen sosyal ve mesleki ayrışımı ile ilgili ölçütte ise durum biraz farklı gözüküyor. Büyük, iki tarafı çalışılmış kesici hançer ve buna ait üstünde figüratif kazımaların olduğu kemik sap, uygun iklimsel koşullar nedeniyle günümüze kadar ulaşan tahta kaplar, bunun da ötesinde keşfedilen duvar resimleri ve evin içinde zahmetle, çok yüzeyli şekilde yapılan plastik tarzdaki kalıplar; bütün bunların herkes tarafından yapılabileceğini kimse ciddi şekilde bekleyemez. Bu eserleri yapabilmek için, belirli işleri profesyonelce yapan uzmanların çalışması gereklidir. Yapısal düzen ve ayırt edilebilirlilik ve yerleşmenin uzun zaman varlığını sürdürebilmesi Çatalhöyük’de söz konusudur.
Bu aradaMellaart’ın Çatalhöyük’e bakarak – Almancada sürekli hatalı şekilde “Taş Çağı’ndan bir Kent”olarak belirtilmektedir – kullandığı “town” kavramı, “köy” anlamını da aşar, ancak Almancadaki “kent” kavramı ile de aynı değildir. Kolb ve Hânsel’in dile getirdiği gibi en azından bu, Taş Çağı yeri bağlamında “kent” kavramının dile getirilmesi, tümüyle yanlış değildir. Bu ilginç soruyla biraz daha ilgilenelim ve Çatalhöyük görüngüsünü bu bakış açısıyla daha yakından inceleyip inceleyemeyeceğimize bakalım.
1995’ten günümüze kadar Ian Hodder başkanlığında gerçekleştirilen yeni çalışmalar, geniş Konya Ovası’nda bu döneme ait, ne daha büyük ne daha küçük, ne köy ne kent benzeri başka bir yerleşme olmadığı sonucunu ortaya koymuştur. Çatalhöyük, sadece bir köy gibi görülmek istendiğinde, tek başına olmasıyla hiç alışılmadık bir görüngüdür; çünkü köyün kavramsal tanımlaması da haklı olarak, belirli bir bölgede buna benzer bir yerleşim sisteminin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Terminolojik olarak “kent” ya da kent benzeri yapılarla ilişkilendirmeye kalkıştığımızda ise yeniden yöreye ait köylerin hatta belki de uzakta olan diğer kentlerin yokluğu göze çarpmakta. Burada bu yerin çok ilginç olan özelliklerine değinmeden bile Çatalhöyük’te, “köy” ve “kent”in de ötesinde bir görüngünün söz konusu olduğunu sezinlemekteyiz.
Eriha ile sadece görünüşte olan karşılaştırma, bizi daha ileriye götürmez. “Kule” ve “duvar”ın, savunma sistemi olarak kabul edilemeyen yorumu göz önünde bulundurulduğunda, tam da Eriha’nın “en eski kent” olduğu inancında temel kriter olan bu iki öğe nedeniyle, bu yerleşme dışarıda kalmaktadır. Bundan sonraki bölüme geçmeden önce, Mumford’un kafasında canlandırdığı gibi, şimdiye kadar merkezi bir kutsak yer olduğu net bir şekilde görülebilen Göbekli Tepe’ye geri dönelim.
Göbekli Tepe, Yukarı Mezopotamya’nın kalbinde merkezi bir yerde bulunmaktadır. Buradan bakıldığında, güneyde Harran Ovası’ndan Suriye’ye kadar; kuzeyde ise uzaklarda, doğal çekiciliği daha önce Helmuth von Moltke tarafından ayrıntılarıyla çok güzel anlatılan, artık aktif olamayan etkileyici volkanik Karacadağ görülmektedir. Batı ve kuzeyde ise, neredeyse yılın her döneminde karlarla kaplı Doğu Toros Sıradağları ufku sınırlamaktadır.
Göbekli Tepe yapılarında nelerin gerçekleştirilmiş olduğunu teker teker söyleyemesek de, buranın bir kült yapısı olarak yorumlanması gereği kesindir: Neolitik yerleşme ve konutların nasıl olduklarını bilmekteyiz. Bunların Göbekli Tepe’de kastettiklerimizle hiçbir ilişkisi yoktur. Anıtsal dikilitaşlar ve bunların oluşturduğu yuvarlak yapılar, ama aynı zamanda heykeller ve kabartmaların tarzı, karşımızda Neolitik Çağ’a ait kutsal bir merkezin olduğu görüşünü doğrulamaktadır. Dikilitaşlı yuvarlak yapıların, o dönem insanlarının çoğunluğu için bir tabu bölge olup olmadığı ya da bunların etrafında canlı bir şekilde toplanılıp toplanılmadığı konusunda henüz kesin şeyler söyleyemiyoruz. Ancak kesin olan ise, dikilitaşların, büyük çapta plan ve düzenlemeyi gerektiren çok sayıda kişinin katılımı olmadan gerçekleştirilemeyeceğidir. “Göbekli Tepe inşa projesi” ve bununla bağlantılı olan zorunlu inşa lojistiği, bizi, M.Ö. 10. Ve 9. Binde, normalde büyük olasılıkla bağımsız olarak hareket eden grupların, yapıların gerçekleştirilmesi için gerekli insan gücünü sağlayabilmek için, uzlaşarak bir araya geldikleri sonucuna götürmektedir.
T biçimli dikilitaşların açık bir biçimde stilize edilmiş insan benzeri varlıkları gösterdiğini ortaya çıkaran farklı araştırmalar, bunların önemini daha da vurgulamaktadır. Bu insan biçimli dikilitaşlar, tanrılar, atalar ya da diğer varlıkları temsil ediyor olabilir: ama her ne olursa olsun, en azından inşa edilmelerinin, Göbekli Tepe’de etkin olan insanların hayatında büyük bir rol oynadığı netleşmektedir. Göbekli Tepe’deki jeomanyetik çalışma sonuçları, bilinen yapıların dışında, daha en az 15 yapının, toplam olarak da 200’den fazla dikilitaşın olduğunu bize göstermiştir.
Taşocaklarındaki çalışmaların, tonlarca ağırlıkta monolitik ve çoğunlukla her yüzeyi büyük bir özenle işlenen kireçtaşından yapılma dikilitaşların taşınması ve dikilmesinin, daha önce de bir çok kere belirttiğimiz gibi az insanla gerçekleştirilmesi imkansızdır. Bu, tarz ve iş gücü olarak, Mısır firavunları zamanındaki obeliskleri ( dört köşeli, yukarı doğru sivrileşen büyük dikilitaşları) akla getirmektedir.
Artık Göbekli Tepe’de karşımızda bir ritüel merkezin – hem de merkez kavramının vurgulandığı bir yer anlamı da –olduğunu haklı nedenlerle kabul edebiliriz. Böylece, buranın çevresindeki yerleşmelerde, insanların yerleşik hayata geçme sürecinin gerçekleşmekte olduğunu öne sürebiliriz: Çayönü, Nevali Çori, Tell Abr, Mureybet, Jerf el – Ahmar, Tell Qaramel ve hiç kuşkusuz henüz bilmediğimiz pek çok diğer yerdeki insanlar, yapıları inşa etmeye devam etmiş ve burada belirli bir nedenle, hep birlikte ya da temsilcileri tarafından ritüellerini gerçekleştirmişlerdir.
Sözü geçen yerler, yaklaşık 200 km’lik bir alan içinde yer almaktadır. Sosyal, kültürel ve ekonomik bakımdan bir merkeze bağlı böylesi bir iç bölgenin varlığı gerçekçi gözüküyor; çünkü bizler buralarda sadece, Yukarı Mezopotamya etkisindeki Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ’a (PPN) ait ve büyük oranda birbirleriyle ilişkisi olan maddesel kültür öğelerini değil, ama aynı zamanda Göbekli Tepe’de anıtsal biçimde karşımıza çıkan sembolleri, genelde sadece minyatürize edilmiş olsalar da bulmaktayız.
Göbekli Tepe’yi, yakınındaki yerleşmeler bağlamında anlamak için gerekli olan bir sonraki adımı da atalım: Urfa’nın çevresinde T biçimli dikilitaşı olan diğer buluntu yerlerin keşfedilmesi, her geçen gün daha da yoğunlaşan bu bölgeye ait buluntu haritası ve T biçimli dikilitaşların olmadığı diğer bölgeler, Hellen tarihindeki çok belirgin bir görüngüyü aklımıza getirmektedir. Hellenler kült birliklerini Amphiktyonia olarak tanımlamışlardır. Bu kelimenin nereden geldiği tam olarak açıklanmamış da olsa, özünde “çevresinde yerleşmeyi” de taşıyor olmalıdır. Başlangıçta bu kavram, sadece Delphoi’daki Apollon Tapınağı merkezindeki kült birliği için kullanılmıştır, ancak daha sonraları bu kavram diğer birlikleri de kapsayacak kadar gelişmiştir. Günümüz tarihçileri amphiktyonik yapıların Sümerler, Filistinliler ve İsraillilerde olduğunu tahmin etmektedirler. Amphiktyonia için gerekli olan temel öğe, süreli merkezi bir kutsal alanın varlığıdır. Amphiktyonia öncelikle bir kült organizasyonudur, ancak kült alnı için sosyal ve askeri konuları da ön plana çıkartabilir.
Acaba Göbekli Tepe’de merkezi kutsal alan etrafındaki bir “Taş Çağı amphiktyoni” nin merkezi kutsal alanı mıydı? Gerçi şu ana kadar ortaya çıkan buluntu durumu, b öylesi sınırsız açıklamaları oldukça zor karşılayabilecek olsa da, buna rağmen T biçimli dikilitaş buluntu yerlerinin dağılımı, Urfa Bölgesi’nde Göbekli Tepe’nin çevresinde yoğunlaşıldığını bize göstermektedir. Diğer T biçimli dikilitaş yerlerinin hangi rolü üstlendiklerini bilmiyoruz. Ancak sadece Göbekli Tepe’de görkemli bir donanım görebildiğimiz için, buranın T biçimli dikilitaş buluntu yerleri sıralamasında ön plana çıktığı oldukça kesin gözüküyor. Bu tarihsel amphiktyonia görüngüsünü aklımızda tutalım. Bu, Yukarı Mezopotamya’da Taş Çağı’nın durumu ile ilgili yapılacak yorumlarda, karşımıza çıkacak soruların cevaplanmasında bize yardımcı olacaktır. Gözlemlerimizi, grupları birleştiren ve aralarındaki iletişimi açıkça yönlendiren, çok büyük olasılıkla merkezi olan unsurda yoğunlaştıralım. Bu unsurun, farklı bölgelerdeki yerleşik grupları birleştiren, ortak bir din ve merkezi bir kült alanı olduğunu düşünüyorum ve bizlerin Göbekli Tepe’de böylesi bir unsuru bulduğumuz konusunda iyimserim.
Yukarı Mezopotamya’daki Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ’da (PPN) 9000 yıl sonra Hellen yurdunda gördüğümüz amphiktyonia benzeri oluşumlar – ve doğal olarak çok üstün bir gelişim evresinde olmasa da – bir kült birliğinin varlığını kabul ettiğimizde, bu dönem gruplarının kendi aralarındaki iletişim sistemi konusundaki soruların çoğu kendiliğinden cevaplanmış olmakta. Artık burada, difüzyonist (yayılmacı) bakış anlamında her şeyi etkileyen bir merkezin mi, yoksa “yüzlerce merkezin” mi olup olmadığı sorusu önem taşımaktadır. Kendilerini ritüel bir merkeze bağlı hisseden ya da kendilerine ait merkezleriyle kendi içlerinde rekabet eden, kaç tane topluluğun var olduğu sorusunu cevaplamak zorunda değiliz. Bu soruların cevaplanmasından tümüyle bağımsız şekilde, böylesi ritüel merkezlerin, olası ortaklaşa bir çalışma için gerekli olan insan, grup ve organizasyonlar arasında karşılıklı ilişkiyi sağlayabilecek olağanüstü bir öncülük sunduğunu görebiliriz: Böylesi merkezlerin varlığını kabul ettiğimizde, onları, büyük boyuttaki dikilitaşlı yuvarlak yapıların yapımının yanı sıra zaten kendisini doğal çevre kontrolünün sonucu olarak belirgin bir üslupta gösteren, büyük alanlarda başarılı av tekniklerinin etkileyici gelişiminin de bir çıkış noktası olarak görmek kolaylaşır. Ve bu doğal çevre kontrolü, bahçecilik tarzındaki tarımı değil de, olası hasat ürünlerinin hayvanlar aleminden korunmasını gerektiren, büyük alanların sürülmesiyle tahıl ekimi şeklinde gerçekleştirilmiş ilk çabalara da işaret ediyor olabilir.
Bu tür birleşmelerin temel başarısı, böylesi merkezlerde bir araya gelen gruplarla, var olan ve buna yenisi eklenen bilgi ve pratiğin çoğalması ve yayılımıdır. Böylelikle sadece teknik, avcılık ya da yabani tahılın ekimi ile ilgili sorunlar çözülmüyordu. Bu değiş tokuş aynı zamanda düşünsel değerleri de kapsamakta ve geliştirmekteydi. Evet sonuç olarak: Katılan herkesin anlayabildiği bir sembol sistemini geliştirmekteydi. Göbekli Tepe’de çok sayıda dikilitaşın üzerinde sıralanmış soyut işaretler ve hayvan betimleri olduğunu hatırlayalım. Gördüğümüz gibi burada, aceleyle kazınmış işaretler değil, sığ kabartmalar söz konusuydu. Özellikle sık karşılaşılan ise H biçimli semboller ve 90 derece çevrilmiş H biçimli semboller ile yılanlar ve dört ayaklılardır. Çok sayıda işaret ve işaretler arasındaki ilişki, minyatür biçimlerle, taş levhalar ve gövde yüzeylerinde kazı çizgiler şeklinde tekrarlanmaktadır. “Hiyeroglif” kelimesinin kullanılmasında, sürekli bir kısa devre tehlikesi ile karşı karşıya kalabileceğimizin bilincinde olarak; burada neredeyse Eski Mısır’da fonetik olarak da okunabilen bir “hiyeroglif yazısı”nın söz konusu olduğu şeklindeki bir yanlış anlamayı da dışarıda bırakmak zorundayız. Buna rağmen “Neolitik hiyeroglif” tanımlaması, “kutsal işaretler” anlamında kullanılması halinde buluntu durumuna da uymaktadır. Sonuç olarak elimizde, tekrarlanan, anıtsal betimler tarzında işaretler dizisi var. Ve bu işaretlerin görkemli insan biçimli dikilitaşların üzerine yapılması, hiç kuşkusuz onların, o dönem insanları için anlamlarını, insani etki alanının ötesine taşımıştır. Bu açıklamalar, karşımızda, dikilitaşlar ve işaretlerle çercili, kullanılan “hieros” (kutsal) kelimesine uygun, doğaüstü bir atmosferin hüküm sürdüğü bir yerin bulduğunu kabul etmeye yetmelidir.
Bugün artık, M.Ö. 8. Binyıl başında inşa çalışmalarının ve aynı zamanda açıkça görüldüğü üzere yapıların kullanımının da sona erdiğini bilmekteyiz. Avcı topluluklar, tarım toplumunu kabul etmişlerdi ve insanlar yerleşik hayata geçmişlerdi. Tarım toplumlarının yerleşmesi, tarıma elverişli bereketli toprakların yer aldığı vadilerin iç bölgelerinde yer almaktaydı.
Günümüzde artık Yukarı Mezopotamya Bölgesi’ndeki pek çok yerde olduğu gibi, Göbekli Tepe’nin görüş uzaklığı içerisindeki bir ilk Neolitik “vadi yerleşmesi” ni, Harran Ovası’nın kuzeybatı köşesinde yer alan Gürcü Tepe’de tespit edebilmekteyiz. Burada tarım ve hayvancılığın başlangıcı için gerekli koşulların ideal şekilde bir araya geldiği ekolojik ortamı bulabilmekteyiz. Göbekli Tepe’de ise bunun tam tersi ekolojik ortam söz konusudur: Yakınında ekime elverişli toprak ve suyun olmadığı dağ arazisi. O dönem insanları, bu eski kült yerini terk etmiş ve buradan umudunu keserek, yakınlardaki çok şey vadeden yerleşmelere göç etmeden ve çiftçi olarak yaşamaya başlamadan önce, anıtlarını moloz ve taşla doldurarak geçmişlerini gömmüşlerdir. Böylece, avcıların kutsal alanda uzun süre yanan ateşleri sonsuza kadar sönmüştür. Elde edilen sonuçları Yukarı Mezopotamya’nın tüm çevresine yansıtmaya cesaret ettiğimizde; karşımıza Robert Braidwood’un Early Village Farming’deki (Erken Köy Tanımı) resmiyle, çok önemli noktada çelişen bir durum çıkmaktadır: Eski köyler, bir gelişmenin başlangıcından daha çok sonunda yer almaktadır.
Yeni geçim stratejilerine zamanla yavaş yavaş uyum süreci, tarımsal bilgilerin azar azar elde edilmesiyle geçim kaynaklarında usulca meydana gelen değişmelerle gerçekleşmemiştir. Bunun yerine, kendisini görkemli yapılarla açığa çıkaran Göbekli Tepe avcı toplumunun güçlü elitleri, yeni hayat tarzını geliştirmeyi kendi başlarına başlatmışlardır. Ortaya çıkışları, daha önce de gösterildiği gibi, dar bir bölgede yoğunlaşmış insan yığınlarının belirli bir zamandaki ihtiyaçlarına bağlı olarak gerçekleşmiş olması, böylelikle açıklanabilir. Doğa tarafından zorlanan yeni yaşam stratejileri değil, aksine dini davranış tarzıyla ortaya çıkan toplumsal baskı, açıkça yeni geçim stratejilerinin gelişmesine neden olmuştur. Göbekli Tepe tapınaklarının sonu, devrimsel bir olay ya da var olan elitlerin akıllıca sağladıkları dengenin etkisiyle gerçekleşmiş olabileceği düşünülebilir. Her ne olursa olsun bu, Gordon Childe’ın bile düşündüğünden çok daha fazla önem taşıyan dramatik bir şekilde oluşan gerçek bir “Neolitik devrim”dir. “Avcı” önemini kaybetmiştir; azalan önemiyle, dini ritüel ve zorlamalar da anlamını yitirmeye başlamış ve bununla birlikte kült yapılar kaybolup gitmiştir.
Belki Childe, daha o zamanlar konunun özüyle ilgili olguları kavramış, ancak yaşadığı dönemde Ön Asya’daki ilk Neolitik Çağ’a ait yerleşmelerin hiç biri bilinmediğinden, sadece olayı iyi bir şekilde meddeselleştirememiştir. Devrim kavramı en azından “gelenekselin tersine çevrilmesini” dile getirmektedir; yeniden yaratmayı değil. Evet, büyük olasılıkla Childe, ilk köylerin ilkel başlangıçlardan doğmadığı, tersine koşulların dönüşümünü gösterdiği konusunda doğru düşünmüştü. Böylece bir başka şeyle birlikte ortaya çıkması, bir anlamda hiç kuşkusuz yaşam standartlarının ilkelleşmesi anlamına da gelmektedir; yani istenildiğinde bu dönem Çanak Çömlekli Neolitik Karanlık Çağ’ı, Dark Ages Pottery Neolithic olarak isimlendirilebilir. Bu sade kalıntılar, yalın çanak çömlekler insanı tümüyle şaşırtarak, o dönemlerde her şeyin ilk başlangıcının çok, ama çok basit koşullardan doğduğu gibi yanlış varsayımlara götürebilir.
Göbekli Tepe’deki gibi bir anıt, Paleolitiğe kadar ulaşan bir “ön tarih” olmadan düşünmek çok zor. Yukarı Mezopotamya Üst Paleolitiği kısa bir dönem öncesine kadar neredeyse hiç bilinmiyordu. Bizler, en azından Fırat ve Dicle arasındaki Üst Paleolitiğin sonunu yeteri kadar araştırmadığımız sürece, Ön Asya Neolitikleşmesini anlamakta zorluklar çekeceğiz. Ortaya çıkan buluntular ışığında, Neolitikleşmenin anlaşılmasındaki çözümün; bu süreçte daha çok marjinal bir anlam kazandığı ortaya çıkan Güney Levant’taki Natuf Kültürü yerine, bu bölgede olduğunu düşünmekteyim. Yukarı Mezopotamya’da Üst Paleolitik ve Epipaleolitiğin eksiksiz bir şekilde Güney Levant’ta kesişmesi beklenmemelidir. Gözlenen bu görüngüler arasındaki boşluğu hangi sonuçların dolduracağını tahmin etmek bile neredeyse imkansız gibi gözükmektedir.
Fırat ve Dicle arasındaki yukarı bölgenin, Bereketli Hilal’in ya da diğer taraftan formüle edildiği gibi “Altın Üçgen’in” karnı olduğu bir resim gibi ortaya çıkmaktadır. Bu bölge çok geniş ve arkeolojik açıdan çok az araştırılmıştır. İşte tam burada, heykeller ve kabartmaların şimdiye kadar hiç bilinmeyen dünyasına işaret eden Urfa ve görkemli yapılarıyla Göbekli Tepe yer almakta. Bu yapılar, ürkütücü bekçi figürlerinin yanı sıra henüz bilinmeyen bir resim dilinin repuartarı ve içeriğine ait, karışık ve kısmen gerçek dışı gibi gelen betimlere sahiptir. Nerdeyse, Hieronymus Bosch’un alegorik (mecazi) resimlerinden birindeki garip bir resimler senaryosunun kendini yayması gibi; yapıldığında orada olanlar tarafından okunması oldukça kolay ama bilmeyenler için tehlikeli, ürkütücü, korkunç ya da barışsal anlam içeriklerini aktaran bir durum söz konusudur. Burada bir başka dünyanın içeriği en azından onun hayvanlar tarafından temsili, ilk olarak bitirildiğinde orada olmayan kişiler için de netleşmektedir. Ancak tanrısal özün( numen ) daha Göbekli Tepe’de henüz isme (nomen) dönüşüp dönüşmediğini; burada sadece ruhlar, cinler ya da diğer transzendental (aşkınsal) güçlerin sahneye çıkıp çıkmadığını; ya da tanrılar ve tanrıçaların da bunun içine karışıp karışmadıklarını, taş kaynaklarımızın özellikleri nedeniyle belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ancak burada tapılanların gerçek yapısı gizli kalsa da, yine de tapmak kavramının, bu Taş Çağ’ı özel yapıları için uygun olduğunu düşünmekteyim. Bizler, Üst Paleolitiğin tüm tanrılarını (pantheon) bilememekteyiz ve büyük olasılıkla da bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz; ancak, Göbekli Tepe araştırmaları sırasında saptadığımız, bu tapınaklarda kendini gösteren kült ve dinin; Yakındoğu’daki Neolitik Dönemin gelişimin güçlü dürtüleri olduğu, gittikçe güçlenmektedir. Bu da insanlık tarihini ve atalarımızın özünü biraz daha açıklığa kavuşturmayı vaat etmektedir ve bu nedenle de Taş Çağı avcılarının kutsal dağında bundan sonra yapılacak çalışmaların dönem hakkında bilgi dağarcığımızı geliştirmekte önemli bir rol oynayacağı kesindir.
Kaynak: Göbekli Tepe, Klaus Schmidt, Arkeoloji ve Sanat Yayınları
Hazırlayan: Bağımsız Rehberler Platformu
Bununla birlikte, yapıların, etrafı çevreleyen tepe zirvesindeki tabakalarla olan zamansal ilişkileri pek net değildir. Acaba yapılar, Hellen tiyatrolarında olduğu gibi var olan çukurluklara mı yerleştirilmişti, yoksa bu çukurluklar daha sonraki inşa çalışmalarında bu alanın boş bırakılmasından mı doğmuştu? Aynı zamanda A,B, C ve D Yapıları arasındaki zamansal ilişki de şimdiye kadar cevapsız kalmıştır. Bu yapılar, eş zamanlı ya da aşamalı bir zamanlamayla inşa edilmiş olabilir. Şimdiye kadar I. Ve II. Geç tabakalar incelemenin dışında bırakılmıştır. Tabi ki bu nedensiz yapılmamıştır. En geç olan I. Tabaka, bir yapı tabakası değil ama tersine sadece doğal şartların ve tanımın neden olduğu yoğun erozyonla tepe yüzeyinde oluşmuştur; çünkü bu nedenle kaldırılan malzeme yeniden yamaç eteğinde toplanmış ve orada 3 m. yüksekliğe kadar ulaşmıştır.
Bununla birlikte Göbekli Tepe’nin höyük kütlesi net bir görünüm halinde şekillenmemiştir. Burada, çok sayıda küçük tepecik ve onların arasındaki çukurluklardan oluşan bir çevre söz konusudur. Ve tam da burada, doğal olarak, I. Tabakanın yoğun katmanlarını görüyoruz. Şimdiye kadar III. Tabakada ortaya çıkarılan görkemli dikilitaşlı yuvarlak yapılar, höyüğün güney kanadının iki bölüme ayrıldığı ve güneyde bir vadiye açıldığı yerde, derin bir çukurlukta bulunmaktadır. Batı, kuzey ve doğuda dikçe yükselen höyük zirvesiyle çevrilmiştir. III. Tabakaya ait yapıları taş, sediment ve benzeri maddelerle doldurulmuş olarak bulmamız, sadece topografik nedenlerle gerçekleşmiş, dolgu maddesinin, doğal olaylar, hava etkisi ve erozyonla oraya taşınmış olması olabilirdi. Buna rağmen III. Tabakaya ait yapılardaki dolguların, büyük oranda insanlar tarafından gerçekleştirildiğini tespit ettik. Bu yapılar Taş Çağı insanı tarafından doldurulmuştu. Ancak bilinçli yerleştirilmiş dolgunun üstünde, yeniden güçlü bir tabaka yer almakta. Bu nedenle, ilk Taş Çağı buluntularına rastlamak için normal koşullarda metrelerce derinlikte kazmak gerekmekteydi. Buna rağmen az rastlanılır bu olay nedeniyle, daha önce sözünü ettiğimiz III. Tabakaya ait 43 adet “T” başlı dikilitaş, özgün yerlerinde – in situ – çok iyi şekilde korunagelmişti.
Bu ilginç davranışın nedeni ne olabilir? Yapılar, dolduruluncaya kadar ne kadar süre ziyaret edilebilir durumda kaldı? Acaba doldurma işlemi bir “final” miydi? İnsanlar “zamanın değiştiğinin” ve yeni bir kültür evresine ulaştıklarının bilincinde miydiler? Eskiye ait olanların yıkılmasından vazgeçilmiş ve aynı zamanda bu kutsal alana, düzenli bir gömmeyle veda mı edilmişti?
Şanslı bir şekilde A ve B yapılarının batısındaki alanda geç dönemde, en azından kesin olarak Çanak Çömleksiz Neolitiği (PPNB) tarihlenebilen dolgunun üstünde, inşa çalışmalarının neden olduğu bölgesel bir birikme söz konusudur. Bu inşa evresi II. Tabaka olarak adlandırılmaktadır. Bu tabakanın buluntuları, gerçi büyük oranda geç döneme ait III. Tabakadan ayrılmaktadır, ama büyük oranda konuyla ilgili olgular burada da saptanmaktadır. III. Tabakanın ana sembolü olan T biçimli dikilitaş, II. Tabakada da devam etmektedir. Dikilitaşlar bundan sonra “sadece” 1 – 2 m. uzunlukları ile, gerçi eski dönemlere ait büyük heykellerin gölgesinde kalsalar da, taştan yapılma insan biçimli varlıkların devamlılığını göstermektedir. Böylece III. Tabakanın gömülmesi, Göbekli Tepe’deki uygulanan kültün son bulması ile aynı döneme denk gelmemektedir.
Peki, şimdi öyleyse Göbekli Tepe yapılarını, etrafındaki kültürel bağlamda nasıl algılamalıyız? Kendilerini Taş Çağı toplumsal yapısında nasıl bir yere koymaktaydılar? Bu düşüncelerin çıkış noktası olarak, Tübingenli Eski Çağcı Frank Kolb’un bir başka Eski Çağ araştırmacısına sert eleştiriler yönelten önemli eseri Eski Çağda Kent isimli eserindeki açıklamalarına yer vereceğiz: “… Lewis Mumford, kenti başlangıcından günümüze kadar ele aldığı dev eseriyle, Eski Çağ’a ait ayrıntılı açıklamalarına rağmen ilgilenmeyeceğim. Eski Çağ kent tarihinin tanımlamasını da büyük oranda etkileyen, temelde olumsuz olan kentin tarihsel önemi dışında, sadece bazı sonuçları, yeni tarihsel araştırmaların son durumunu yansıtmaktadır.”
Mumford’un konuya alışık olmadık ve genelde kışkırtıcı şekilde yaklaştığı konusunda hiç kuşkusuz Kolb haklı. Ama Mumfold’un, köyün, kentin kökenini oluşturmadığı, tam tersine kutsal alan ve toplanma yerlerinin kentin kökünü oluşturduğu tezi ise oldukça dikkat çekiyor: Bir kentin özü Mamford’a göre, köyün özünden temelden farklıdır. Köy, yabancıya karşı kuşku ve düşmanca, buna karşılık kent daha dostane yaklaşmaktadır, çünkü kent yabancıyı adeta beklemektedir. Bu nedenle kent, gittikçe büyüyen bir köyden değil, bulunduğu yerin çok daha farklı doğası nedeniyle, daha doğrusu sürekli yeniden dönülüp gelinen bir toplanma yeri işlevi dışında, ayrıca doğal olarak iletişim ve değiş tokuş merkezi olan – fikirlerin, malların ve insanların buluştuğu – kutsal mekanlardan doğmuştur.
Gerçekten de aşırı örneklerde, merkezler, nerede olduğu belirli topluluklar tarafından bilinen ve sadece belirli dönemlerde, büyük insan gruplarını alabilecek kadar yeterli mekan sunan, oturulmayan diğer yerler de olabilir. Dini kutlamaların görünüşü, bu tür yerlerin temel özelliklerini oluşturmaktaydı. Böylelikle ritüel merkezlerinin yerleşik yaşamdan önce var olduğu ve en eski köylerden çok eskiye gittiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bunlar işlevlerini, en azından temel ihtiyaçlarını, yani sözel iletişimini takasla yerine getiren avcı – göçer gruplar için ancak yeteri kadar gerçekleştirebiliyordu.
Mumford’un tezleri neredeyse hiç kabul edilmemekte. Genel olarak “kent” konusundaki yazılı eserlere bakıldığında, “köyün” bir görüngü olarak sadece ikinci derecede ele alındığını görmekteyiz. Mumford, bu noktada hiç kuşkusuz oldukça özenli çalışmıştır. Köy ve kent arasındaki temel ayrılığı sadece kentsel bakış açısıyla ele almıyor. Bir köyün var olması, en azından komşu köylerin olabileceğini de akla getirmektedir.
Bu bağlamda yeniden Çatalhöyük’ü düşünelim. Burası, bir prehistoryacının kenti tanımlamak için seçeceği bir yer için pek çok şartı yerine getirmektedir. Ama biz hata yapmamak için Frank Kolb ve Bernard Hansel’in ölçütlerini sıralayalım: 1-) Yerleşim alanlarının büyüklüğü ve yoğunluğu, 2-) Merkezi işlevi (özellikle ekonomik açıdan), 3-) yüksek kalitedeki mesleki uzmanlaşma, 4-) Yapısal düzen ve ayırt edilebilirlik, 5-) uzun dönem varlığını sürdürebilme,
Hiç kuşkusuz Çatalhöyük, yerleşik yaşayan insanların olduğu, kapalı, büyük bir yerdi. Bu bölgedeki insanlar için merkezi bir işleve sahip olduğunu, buranın ekonomik tarafı için bir şey söylemek çok zor da olsa, tartışmaya bile gerek yok. Yaşayan halkın süreğen sosyal ve mesleki ayrışımı ile ilgili ölçütte ise durum biraz farklı gözüküyor. Büyük, iki tarafı çalışılmış kesici hançer ve buna ait üstünde figüratif kazımaların olduğu kemik sap, uygun iklimsel koşullar nedeniyle günümüze kadar ulaşan tahta kaplar, bunun da ötesinde keşfedilen duvar resimleri ve evin içinde zahmetle, çok yüzeyli şekilde yapılan plastik tarzdaki kalıplar; bütün bunların herkes tarafından yapılabileceğini kimse ciddi şekilde bekleyemez. Bu eserleri yapabilmek için, belirli işleri profesyonelce yapan uzmanların çalışması gereklidir. Yapısal düzen ve ayırt edilebilirlilik ve yerleşmenin uzun zaman varlığını sürdürebilmesi Çatalhöyük’de söz konusudur.
Bu aradaMellaart’ın Çatalhöyük’e bakarak – Almancada sürekli hatalı şekilde “Taş Çağı’ndan bir Kent”olarak belirtilmektedir – kullandığı “town” kavramı, “köy” anlamını da aşar, ancak Almancadaki “kent” kavramı ile de aynı değildir. Kolb ve Hânsel’in dile getirdiği gibi en azından bu, Taş Çağı yeri bağlamında “kent” kavramının dile getirilmesi, tümüyle yanlış değildir. Bu ilginç soruyla biraz daha ilgilenelim ve Çatalhöyük görüngüsünü bu bakış açısıyla daha yakından inceleyip inceleyemeyeceğimize bakalım.
1995’ten günümüze kadar Ian Hodder başkanlığında gerçekleştirilen yeni çalışmalar, geniş Konya Ovası’nda bu döneme ait, ne daha büyük ne daha küçük, ne köy ne kent benzeri başka bir yerleşme olmadığı sonucunu ortaya koymuştur. Çatalhöyük, sadece bir köy gibi görülmek istendiğinde, tek başına olmasıyla hiç alışılmadık bir görüngüdür; çünkü köyün kavramsal tanımlaması da haklı olarak, belirli bir bölgede buna benzer bir yerleşim sisteminin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Terminolojik olarak “kent” ya da kent benzeri yapılarla ilişkilendirmeye kalkıştığımızda ise yeniden yöreye ait köylerin hatta belki de uzakta olan diğer kentlerin yokluğu göze çarpmakta. Burada bu yerin çok ilginç olan özelliklerine değinmeden bile Çatalhöyük’te, “köy” ve “kent”in de ötesinde bir görüngünün söz konusu olduğunu sezinlemekteyiz.
Eriha ile sadece görünüşte olan karşılaştırma, bizi daha ileriye götürmez. “Kule” ve “duvar”ın, savunma sistemi olarak kabul edilemeyen yorumu göz önünde bulundurulduğunda, tam da Eriha’nın “en eski kent” olduğu inancında temel kriter olan bu iki öğe nedeniyle, bu yerleşme dışarıda kalmaktadır. Bundan sonraki bölüme geçmeden önce, Mumford’un kafasında canlandırdığı gibi, şimdiye kadar merkezi bir kutsak yer olduğu net bir şekilde görülebilen Göbekli Tepe’ye geri dönelim.
Göbekli Tepe, Yukarı Mezopotamya’nın kalbinde merkezi bir yerde bulunmaktadır. Buradan bakıldığında, güneyde Harran Ovası’ndan Suriye’ye kadar; kuzeyde ise uzaklarda, doğal çekiciliği daha önce Helmuth von Moltke tarafından ayrıntılarıyla çok güzel anlatılan, artık aktif olamayan etkileyici volkanik Karacadağ görülmektedir. Batı ve kuzeyde ise, neredeyse yılın her döneminde karlarla kaplı Doğu Toros Sıradağları ufku sınırlamaktadır.
Göbekli Tepe yapılarında nelerin gerçekleştirilmiş olduğunu teker teker söyleyemesek de, buranın bir kült yapısı olarak yorumlanması gereği kesindir: Neolitik yerleşme ve konutların nasıl olduklarını bilmekteyiz. Bunların Göbekli Tepe’de kastettiklerimizle hiçbir ilişkisi yoktur. Anıtsal dikilitaşlar ve bunların oluşturduğu yuvarlak yapılar, ama aynı zamanda heykeller ve kabartmaların tarzı, karşımızda Neolitik Çağ’a ait kutsal bir merkezin olduğu görüşünü doğrulamaktadır. Dikilitaşlı yuvarlak yapıların, o dönem insanlarının çoğunluğu için bir tabu bölge olup olmadığı ya da bunların etrafında canlı bir şekilde toplanılıp toplanılmadığı konusunda henüz kesin şeyler söyleyemiyoruz. Ancak kesin olan ise, dikilitaşların, büyük çapta plan ve düzenlemeyi gerektiren çok sayıda kişinin katılımı olmadan gerçekleştirilemeyeceğidir. “Göbekli Tepe inşa projesi” ve bununla bağlantılı olan zorunlu inşa lojistiği, bizi, M.Ö. 10. Ve 9. Binde, normalde büyük olasılıkla bağımsız olarak hareket eden grupların, yapıların gerçekleştirilmesi için gerekli insan gücünü sağlayabilmek için, uzlaşarak bir araya geldikleri sonucuna götürmektedir.
T biçimli dikilitaşların açık bir biçimde stilize edilmiş insan benzeri varlıkları gösterdiğini ortaya çıkaran farklı araştırmalar, bunların önemini daha da vurgulamaktadır. Bu insan biçimli dikilitaşlar, tanrılar, atalar ya da diğer varlıkları temsil ediyor olabilir: ama her ne olursa olsun, en azından inşa edilmelerinin, Göbekli Tepe’de etkin olan insanların hayatında büyük bir rol oynadığı netleşmektedir. Göbekli Tepe’deki jeomanyetik çalışma sonuçları, bilinen yapıların dışında, daha en az 15 yapının, toplam olarak da 200’den fazla dikilitaşın olduğunu bize göstermiştir.
Taşocaklarındaki çalışmaların, tonlarca ağırlıkta monolitik ve çoğunlukla her yüzeyi büyük bir özenle işlenen kireçtaşından yapılma dikilitaşların taşınması ve dikilmesinin, daha önce de bir çok kere belirttiğimiz gibi az insanla gerçekleştirilmesi imkansızdır. Bu, tarz ve iş gücü olarak, Mısır firavunları zamanındaki obeliskleri ( dört köşeli, yukarı doğru sivrileşen büyük dikilitaşları) akla getirmektedir.
Artık Göbekli Tepe’de karşımızda bir ritüel merkezin – hem de merkez kavramının vurgulandığı bir yer anlamı da –olduğunu haklı nedenlerle kabul edebiliriz. Böylece, buranın çevresindeki yerleşmelerde, insanların yerleşik hayata geçme sürecinin gerçekleşmekte olduğunu öne sürebiliriz: Çayönü, Nevali Çori, Tell Abr, Mureybet, Jerf el – Ahmar, Tell Qaramel ve hiç kuşkusuz henüz bilmediğimiz pek çok diğer yerdeki insanlar, yapıları inşa etmeye devam etmiş ve burada belirli bir nedenle, hep birlikte ya da temsilcileri tarafından ritüellerini gerçekleştirmişlerdir.
Sözü geçen yerler, yaklaşık 200 km’lik bir alan içinde yer almaktadır. Sosyal, kültürel ve ekonomik bakımdan bir merkeze bağlı böylesi bir iç bölgenin varlığı gerçekçi gözüküyor; çünkü bizler buralarda sadece, Yukarı Mezopotamya etkisindeki Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ’a (PPN) ait ve büyük oranda birbirleriyle ilişkisi olan maddesel kültür öğelerini değil, ama aynı zamanda Göbekli Tepe’de anıtsal biçimde karşımıza çıkan sembolleri, genelde sadece minyatürize edilmiş olsalar da bulmaktayız.
Göbekli Tepe’yi, yakınındaki yerleşmeler bağlamında anlamak için gerekli olan bir sonraki adımı da atalım: Urfa’nın çevresinde T biçimli dikilitaşı olan diğer buluntu yerlerin keşfedilmesi, her geçen gün daha da yoğunlaşan bu bölgeye ait buluntu haritası ve T biçimli dikilitaşların olmadığı diğer bölgeler, Hellen tarihindeki çok belirgin bir görüngüyü aklımıza getirmektedir. Hellenler kült birliklerini Amphiktyonia olarak tanımlamışlardır. Bu kelimenin nereden geldiği tam olarak açıklanmamış da olsa, özünde “çevresinde yerleşmeyi” de taşıyor olmalıdır. Başlangıçta bu kavram, sadece Delphoi’daki Apollon Tapınağı merkezindeki kült birliği için kullanılmıştır, ancak daha sonraları bu kavram diğer birlikleri de kapsayacak kadar gelişmiştir. Günümüz tarihçileri amphiktyonik yapıların Sümerler, Filistinliler ve İsraillilerde olduğunu tahmin etmektedirler. Amphiktyonia için gerekli olan temel öğe, süreli merkezi bir kutsal alanın varlığıdır. Amphiktyonia öncelikle bir kült organizasyonudur, ancak kült alnı için sosyal ve askeri konuları da ön plana çıkartabilir.
Acaba Göbekli Tepe’de merkezi kutsal alan etrafındaki bir “Taş Çağı amphiktyoni” nin merkezi kutsal alanı mıydı? Gerçi şu ana kadar ortaya çıkan buluntu durumu, b öylesi sınırsız açıklamaları oldukça zor karşılayabilecek olsa da, buna rağmen T biçimli dikilitaş buluntu yerlerinin dağılımı, Urfa Bölgesi’nde Göbekli Tepe’nin çevresinde yoğunlaşıldığını bize göstermektedir. Diğer T biçimli dikilitaş yerlerinin hangi rolü üstlendiklerini bilmiyoruz. Ancak sadece Göbekli Tepe’de görkemli bir donanım görebildiğimiz için, buranın T biçimli dikilitaş buluntu yerleri sıralamasında ön plana çıktığı oldukça kesin gözüküyor. Bu tarihsel amphiktyonia görüngüsünü aklımızda tutalım. Bu, Yukarı Mezopotamya’da Taş Çağı’nın durumu ile ilgili yapılacak yorumlarda, karşımıza çıkacak soruların cevaplanmasında bize yardımcı olacaktır. Gözlemlerimizi, grupları birleştiren ve aralarındaki iletişimi açıkça yönlendiren, çok büyük olasılıkla merkezi olan unsurda yoğunlaştıralım. Bu unsurun, farklı bölgelerdeki yerleşik grupları birleştiren, ortak bir din ve merkezi bir kült alanı olduğunu düşünüyorum ve bizlerin Göbekli Tepe’de böylesi bir unsuru bulduğumuz konusunda iyimserim.
Yukarı Mezopotamya’daki Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ’da (PPN) 9000 yıl sonra Hellen yurdunda gördüğümüz amphiktyonia benzeri oluşumlar – ve doğal olarak çok üstün bir gelişim evresinde olmasa da – bir kült birliğinin varlığını kabul ettiğimizde, bu dönem gruplarının kendi aralarındaki iletişim sistemi konusundaki soruların çoğu kendiliğinden cevaplanmış olmakta. Artık burada, difüzyonist (yayılmacı) bakış anlamında her şeyi etkileyen bir merkezin mi, yoksa “yüzlerce merkezin” mi olup olmadığı sorusu önem taşımaktadır. Kendilerini ritüel bir merkeze bağlı hisseden ya da kendilerine ait merkezleriyle kendi içlerinde rekabet eden, kaç tane topluluğun var olduğu sorusunu cevaplamak zorunda değiliz. Bu soruların cevaplanmasından tümüyle bağımsız şekilde, böylesi ritüel merkezlerin, olası ortaklaşa bir çalışma için gerekli olan insan, grup ve organizasyonlar arasında karşılıklı ilişkiyi sağlayabilecek olağanüstü bir öncülük sunduğunu görebiliriz: Böylesi merkezlerin varlığını kabul ettiğimizde, onları, büyük boyuttaki dikilitaşlı yuvarlak yapıların yapımının yanı sıra zaten kendisini doğal çevre kontrolünün sonucu olarak belirgin bir üslupta gösteren, büyük alanlarda başarılı av tekniklerinin etkileyici gelişiminin de bir çıkış noktası olarak görmek kolaylaşır. Ve bu doğal çevre kontrolü, bahçecilik tarzındaki tarımı değil de, olası hasat ürünlerinin hayvanlar aleminden korunmasını gerektiren, büyük alanların sürülmesiyle tahıl ekimi şeklinde gerçekleştirilmiş ilk çabalara da işaret ediyor olabilir.
Bu tür birleşmelerin temel başarısı, böylesi merkezlerde bir araya gelen gruplarla, var olan ve buna yenisi eklenen bilgi ve pratiğin çoğalması ve yayılımıdır. Böylelikle sadece teknik, avcılık ya da yabani tahılın ekimi ile ilgili sorunlar çözülmüyordu. Bu değiş tokuş aynı zamanda düşünsel değerleri de kapsamakta ve geliştirmekteydi. Evet sonuç olarak: Katılan herkesin anlayabildiği bir sembol sistemini geliştirmekteydi. Göbekli Tepe’de çok sayıda dikilitaşın üzerinde sıralanmış soyut işaretler ve hayvan betimleri olduğunu hatırlayalım. Gördüğümüz gibi burada, aceleyle kazınmış işaretler değil, sığ kabartmalar söz konusuydu. Özellikle sık karşılaşılan ise H biçimli semboller ve 90 derece çevrilmiş H biçimli semboller ile yılanlar ve dört ayaklılardır. Çok sayıda işaret ve işaretler arasındaki ilişki, minyatür biçimlerle, taş levhalar ve gövde yüzeylerinde kazı çizgiler şeklinde tekrarlanmaktadır. “Hiyeroglif” kelimesinin kullanılmasında, sürekli bir kısa devre tehlikesi ile karşı karşıya kalabileceğimizin bilincinde olarak; burada neredeyse Eski Mısır’da fonetik olarak da okunabilen bir “hiyeroglif yazısı”nın söz konusu olduğu şeklindeki bir yanlış anlamayı da dışarıda bırakmak zorundayız. Buna rağmen “Neolitik hiyeroglif” tanımlaması, “kutsal işaretler” anlamında kullanılması halinde buluntu durumuna da uymaktadır. Sonuç olarak elimizde, tekrarlanan, anıtsal betimler tarzında işaretler dizisi var. Ve bu işaretlerin görkemli insan biçimli dikilitaşların üzerine yapılması, hiç kuşkusuz onların, o dönem insanları için anlamlarını, insani etki alanının ötesine taşımıştır. Bu açıklamalar, karşımızda, dikilitaşlar ve işaretlerle çercili, kullanılan “hieros” (kutsal) kelimesine uygun, doğaüstü bir atmosferin hüküm sürdüğü bir yerin bulduğunu kabul etmeye yetmelidir.
Bugün artık, M.Ö. 8. Binyıl başında inşa çalışmalarının ve aynı zamanda açıkça görüldüğü üzere yapıların kullanımının da sona erdiğini bilmekteyiz. Avcı topluluklar, tarım toplumunu kabul etmişlerdi ve insanlar yerleşik hayata geçmişlerdi. Tarım toplumlarının yerleşmesi, tarıma elverişli bereketli toprakların yer aldığı vadilerin iç bölgelerinde yer almaktaydı.
Günümüzde artık Yukarı Mezopotamya Bölgesi’ndeki pek çok yerde olduğu gibi, Göbekli Tepe’nin görüş uzaklığı içerisindeki bir ilk Neolitik “vadi yerleşmesi” ni, Harran Ovası’nın kuzeybatı köşesinde yer alan Gürcü Tepe’de tespit edebilmekteyiz. Burada tarım ve hayvancılığın başlangıcı için gerekli koşulların ideal şekilde bir araya geldiği ekolojik ortamı bulabilmekteyiz. Göbekli Tepe’de ise bunun tam tersi ekolojik ortam söz konusudur: Yakınında ekime elverişli toprak ve suyun olmadığı dağ arazisi. O dönem insanları, bu eski kült yerini terk etmiş ve buradan umudunu keserek, yakınlardaki çok şey vadeden yerleşmelere göç etmeden ve çiftçi olarak yaşamaya başlamadan önce, anıtlarını moloz ve taşla doldurarak geçmişlerini gömmüşlerdir. Böylece, avcıların kutsal alanda uzun süre yanan ateşleri sonsuza kadar sönmüştür. Elde edilen sonuçları Yukarı Mezopotamya’nın tüm çevresine yansıtmaya cesaret ettiğimizde; karşımıza Robert Braidwood’un Early Village Farming’deki (Erken Köy Tanımı) resmiyle, çok önemli noktada çelişen bir durum çıkmaktadır: Eski köyler, bir gelişmenin başlangıcından daha çok sonunda yer almaktadır.
Yeni geçim stratejilerine zamanla yavaş yavaş uyum süreci, tarımsal bilgilerin azar azar elde edilmesiyle geçim kaynaklarında usulca meydana gelen değişmelerle gerçekleşmemiştir. Bunun yerine, kendisini görkemli yapılarla açığa çıkaran Göbekli Tepe avcı toplumunun güçlü elitleri, yeni hayat tarzını geliştirmeyi kendi başlarına başlatmışlardır. Ortaya çıkışları, daha önce de gösterildiği gibi, dar bir bölgede yoğunlaşmış insan yığınlarının belirli bir zamandaki ihtiyaçlarına bağlı olarak gerçekleşmiş olması, böylelikle açıklanabilir. Doğa tarafından zorlanan yeni yaşam stratejileri değil, aksine dini davranış tarzıyla ortaya çıkan toplumsal baskı, açıkça yeni geçim stratejilerinin gelişmesine neden olmuştur. Göbekli Tepe tapınaklarının sonu, devrimsel bir olay ya da var olan elitlerin akıllıca sağladıkları dengenin etkisiyle gerçekleşmiş olabileceği düşünülebilir. Her ne olursa olsun bu, Gordon Childe’ın bile düşündüğünden çok daha fazla önem taşıyan dramatik bir şekilde oluşan gerçek bir “Neolitik devrim”dir. “Avcı” önemini kaybetmiştir; azalan önemiyle, dini ritüel ve zorlamalar da anlamını yitirmeye başlamış ve bununla birlikte kült yapılar kaybolup gitmiştir.
Belki Childe, daha o zamanlar konunun özüyle ilgili olguları kavramış, ancak yaşadığı dönemde Ön Asya’daki ilk Neolitik Çağ’a ait yerleşmelerin hiç biri bilinmediğinden, sadece olayı iyi bir şekilde meddeselleştirememiştir. Devrim kavramı en azından “gelenekselin tersine çevrilmesini” dile getirmektedir; yeniden yaratmayı değil. Evet, büyük olasılıkla Childe, ilk köylerin ilkel başlangıçlardan doğmadığı, tersine koşulların dönüşümünü gösterdiği konusunda doğru düşünmüştü. Böylece bir başka şeyle birlikte ortaya çıkması, bir anlamda hiç kuşkusuz yaşam standartlarının ilkelleşmesi anlamına da gelmektedir; yani istenildiğinde bu dönem Çanak Çömlekli Neolitik Karanlık Çağ’ı, Dark Ages Pottery Neolithic olarak isimlendirilebilir. Bu sade kalıntılar, yalın çanak çömlekler insanı tümüyle şaşırtarak, o dönemlerde her şeyin ilk başlangıcının çok, ama çok basit koşullardan doğduğu gibi yanlış varsayımlara götürebilir.
Göbekli Tepe’deki gibi bir anıt, Paleolitiğe kadar ulaşan bir “ön tarih” olmadan düşünmek çok zor. Yukarı Mezopotamya Üst Paleolitiği kısa bir dönem öncesine kadar neredeyse hiç bilinmiyordu. Bizler, en azından Fırat ve Dicle arasındaki Üst Paleolitiğin sonunu yeteri kadar araştırmadığımız sürece, Ön Asya Neolitikleşmesini anlamakta zorluklar çekeceğiz. Ortaya çıkan buluntular ışığında, Neolitikleşmenin anlaşılmasındaki çözümün; bu süreçte daha çok marjinal bir anlam kazandığı ortaya çıkan Güney Levant’taki Natuf Kültürü yerine, bu bölgede olduğunu düşünmekteyim. Yukarı Mezopotamya’da Üst Paleolitik ve Epipaleolitiğin eksiksiz bir şekilde Güney Levant’ta kesişmesi beklenmemelidir. Gözlenen bu görüngüler arasındaki boşluğu hangi sonuçların dolduracağını tahmin etmek bile neredeyse imkansız gibi gözükmektedir.
Fırat ve Dicle arasındaki yukarı bölgenin, Bereketli Hilal’in ya da diğer taraftan formüle edildiği gibi “Altın Üçgen’in” karnı olduğu bir resim gibi ortaya çıkmaktadır. Bu bölge çok geniş ve arkeolojik açıdan çok az araştırılmıştır. İşte tam burada, heykeller ve kabartmaların şimdiye kadar hiç bilinmeyen dünyasına işaret eden Urfa ve görkemli yapılarıyla Göbekli Tepe yer almakta. Bu yapılar, ürkütücü bekçi figürlerinin yanı sıra henüz bilinmeyen bir resim dilinin repuartarı ve içeriğine ait, karışık ve kısmen gerçek dışı gibi gelen betimlere sahiptir. Nerdeyse, Hieronymus Bosch’un alegorik (mecazi) resimlerinden birindeki garip bir resimler senaryosunun kendini yayması gibi; yapıldığında orada olanlar tarafından okunması oldukça kolay ama bilmeyenler için tehlikeli, ürkütücü, korkunç ya da barışsal anlam içeriklerini aktaran bir durum söz konusudur. Burada bir başka dünyanın içeriği en azından onun hayvanlar tarafından temsili, ilk olarak bitirildiğinde orada olmayan kişiler için de netleşmektedir. Ancak tanrısal özün( numen ) daha Göbekli Tepe’de henüz isme (nomen) dönüşüp dönüşmediğini; burada sadece ruhlar, cinler ya da diğer transzendental (aşkınsal) güçlerin sahneye çıkıp çıkmadığını; ya da tanrılar ve tanrıçaların da bunun içine karışıp karışmadıklarını, taş kaynaklarımızın özellikleri nedeniyle belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ancak burada tapılanların gerçek yapısı gizli kalsa da, yine de tapmak kavramının, bu Taş Çağ’ı özel yapıları için uygun olduğunu düşünmekteyim. Bizler, Üst Paleolitiğin tüm tanrılarını (pantheon) bilememekteyiz ve büyük olasılıkla da bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz; ancak, Göbekli Tepe araştırmaları sırasında saptadığımız, bu tapınaklarda kendini gösteren kült ve dinin; Yakındoğu’daki Neolitik Dönemin gelişimin güçlü dürtüleri olduğu, gittikçe güçlenmektedir. Bu da insanlık tarihini ve atalarımızın özünü biraz daha açıklığa kavuşturmayı vaat etmektedir ve bu nedenle de Taş Çağı avcılarının kutsal dağında bundan sonra yapılacak çalışmaların dönem hakkında bilgi dağarcığımızı geliştirmekte önemli bir rol oynayacağı kesindir.
Kaynak: Göbekli Tepe, Klaus Schmidt, Arkeoloji ve Sanat Yayınları
Hazırlayan: Bağımsız Rehberler Platformu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder