17 Şubat 2013 Pazar

Yaşarken neden Acı Çekeriz?

Neden Acı Çekeriz?

Yaşam bize birçok kaynaktan acı verir. Bunlar fiziksel ve ruhsal acılardır. İnsanoğlunun tarihin başlangıcından beri yaşadığı ve çözüm bulamadığı duygusal acılar ruhumuzun derinliklerinde bir yerlerde izlerini bırakırlar. Sidhatta Godhama (Buda) hayatın “dukha” olduğunu söyler. Dukha, bir çok araştırmacı tarafından “acı” olarak türkçe ve ingilizceye çevrilmiştir. Acının kaynağında ne bizim ne de yaşadığımız çevrenin mükemmel olmaması yatar. Hiç bir zaman da mükemmel olmayacaktır. (ya da zaten mükemmeldir ama biz bunu böyle algılamayız) Yaşadığımız olaylara bakış açımız ve dünyayı kontrol etme isteğimiz bizim hedeflerimize varmamızı engeller. Bu yapı, çoğu zaman gerçekte hedefimizin ne olduğunu belirlememizi bile imkansız hale getirir. Burada hedef kavramı varılacak son noktayı tanımlar. Asıl soru da son noktanın ne olduğuna ilişkin genellikle cevabımızın bulunmamasıdır.

Bize hep ilerlememiz gerektiği öğretilir ve “şeyleri” egomuzun bir parçası haline getiririz. Neler isteriz bir düşünün.
Sağlık
Para
Güzellik
Gençlik
Tecrübe
İktidar
Bu listeye neler neler ekleyebileceğinizi düşünsenize... Bir kere istemeye başladığınızda isteklerinizin bitmeyeceğini kolayca görebilirsiniz. İstemekte tabii ki problem yok, zaten istemeyip ne yapacağız. İstemek doğamızda var ve bizde istemeye devam edeceğiz. Dengeyi bozan ise sahip olduklarımızın farkına varamıyor olmamız ve bunların mutlu olmamızı sağlayamaması. Üstelik isteğimizi elde ettiğimiz de hemen yeni bir istek doğduğu için bu sefer de yeni bir isteğin karşılanamamasının acısını çekeriz.
Felsefeci Diyojen’i bilmeyen yoktur. Diyojen çöplerden yemek toplayan ve sokaklarda uyuyan biridir. Sokaklarda oldukça meşhurdur, ancak onu daha meşhur eden oldukça sivri dilidir. En meşhur hikayesi; Büyük İskender Diyojenin adını duyup ve konuşmalarından haberdar olup onu görmek istemiş. İskender Diyojen’e ; iste benden, ne istersen senindir der. Diyojen de cevabı yapıştırır orada "Gölge etme başka bir şey istemem. Hikayenin devamımnda Diyojen’e derler ki, gel bizim saraydakilere eğitim ver. Böylece çöplerden yemek yemek ve sokaklarda uyumak durumunda olmazsın. Tabi Diyojen de sivri diliyle; sizde benim gibi çöplerden yemek yemeye razı olsanız, aptallara ders vermek zorunda kalmazsınız, diyerek cevabını verir.
Diyojen’in yaşadığı tüm isteklerinden arınmak mıydı? Belki de sadece topluma ayak uydurmayı beceremeyen bir sosyopattı? Ya da gerçeğin özüne ulaşmış çok bilgili bir felsefeci? Kim bilir? Söyleyeceklerimiz sadece, kendi inançlarımız olacaktır. Üstelik kişisel olarak Diyojen’i tanıdığımız da söylenemez. Kesin olan tek şey, Diyojen’in İskender’in verebileceği hiç bir şeye ihtiyaç duymamasıdır. İronik bir değerlendirme ama belki onun isteği de İskender’i reddetmekti. Tabi ki bunu bilmek pek mümkün değil.
“Gitmen gereken yol kalbine baktığında çok açık görünecektir. Dışarı bakan rüyaya dalar, içeri bakan uyanır.” -Carl Gustave Jung
Bu değerlendirmelerden sonra akla gelen hoş ama zor bir soru var.
Eğer acılara sebep oluyorsa, istemek yanlış mı?
Sidhatta Godhama (Buda)’ya göre, bütün acıların kaynağı istemekle ilgili. Ancak O dahi bu istekler olmadan insanoğlunun kendi bilinç seviyesini ileri götüremeyeceğini düşünüyordu. Dolayısıyla istemek nasıl yanlış olabilir ki?
Biraz kendimizi inceleyerek bu soruya belki cevap verebiliriz. Zihin denen yazılımın nasıl programlanmış olabileceğini hepimiz az çok biliriz. Genetik olarak getirdiklerimiz, sonradan öğrendiklerimiz, yaşadıklarımız, yani herşey... Tüm bunlar, bizim inanılmaz teknolojiye sahip yazılımımızı belli davranış kalıplarına yöneltiyor. Ebeveynlerimizi ya da kardeşlerimizi seçemeyiz. Dünyaya geleceğimiz yeri zamanı seçemeyiz. Sonrasında yaşayacaklarımızın önemli bir kısmını seçemeyiz. Sadece, bir süre sonra elimize tuali ve boyayı alıp, yaşamımızı boyamaya başlarız. Boyamaya başlamadan önce öğrendiklerimiz, yapacağımız resmi önemli ölçüde etkiler. Yazılımımız ile şekillenen müthiş hayat resmimiz o kadar eşsiz ve bize özeldir ki, dünya da bir örneği daha bulunamaz.
Yazılımımız, bize kendimizi tamamlamamızı ve mükemmel olmamızı emreder. Diyojen gibi olanlarımız dışında, çoğumuz bu döngünün içerisindeyizdir. Belki dikkatinizi çekmiştir, iki durumu yaşarız; tamamlanmak veya mükemmel olmak!
Mükemmel olmak, sorduğumuz her iki soruya da cevap verebilmek için gereklidir.
1. Beni yeterince seviyorlar mı?
2. Yeterince başarılımıyım?
Düşünün, siz bu iki soruya ne cevap verirdiniz? Bu anlamda ne kadar mükemmelsiniz? Ne kadar sevgi alsaydınız ya da başarılı olsaydınız sonsuza kadar mutlu yaşardınız?
Gol atan bir futbolcunun ya da seyirci önünde şarkı söyleyen bir sanatçının aldığı alkış ve tezahüratların o an için ne derecede yüksek bir mutluluğa yol açtığını hiç farkettiniz mi? O alkış ve tezahürat acılarımızı ne kadar uzun süre kapatırdı? Duyulan tüm çığlıklar ve alkışlar sadece bu iki sorunun o sırada tam olarak karşılanmış olması nedeniyle yükselen mutluluk hormonlarımızın karşı konulamaz sevinç nidalarına yol açması sizce de oldukça beklenen bir davranış şekli değil mi? Ya sonra?
Mutlu olmak için sadece başarı elde edilmesinin yetmemesi, bu başarının dünyaya duyurulmak istenmesinin altında sizce ne var? Bizi tatmin eden başarı mı yoksa başarımızın başkaları tarafından teyit edilmesi mi?
Mutluluk bu denli kısa ve sonuçlara bağımlı olmak zorunda mı?
Acılar ve istekler arasındaki kompleks ilişkiyi incelerken halen istemenin yanlış olup olmadığına ilişkin cevabı tam olarak vermediğimi biliyorum.
Bence istemekte yanlış olan hiç bir şey yok. Problemimiz, sonuçlara bağlanmak.
Eski bir hikaye: Bir karınca Anadolu’dan Hindistana doğru yola çıkmış ve Hindistan’da himalayalara ulaşmanın onun yaşam amacı olduğunu söylermiş. Doğal olarak aldığı tepkilerden bir tanesi de; karıncanın ömrünün buna asla yetemeyeceği hatta Anadolu sınırlarına ulaşmasının bile imkansız olduğuymuş. Karıncaların tüm ömrü 45 ile 60 gün arasındadır. Aslında kendisi de bunun farkındaymış. Yaşamının sonunun bu yolda olacağını bile bile bu yola çıkmasının nedenini şöyle anlatmış.
“Himalayalara gidişim önemli değil, önemli olan benim bu yolda olmam. Bu yolda, oraya yaklaştığım sürece huzur buluyorum. Öldüğümde de çok mutlu olacağım” Karınca sizce istemiyor muydu?
Bence tüm hücrelerine kadar Himalayalar doğru yola çıkmak istiyordu. Bu yolda ömrünü tamamlamak onun 45 günlük ömrünü zaten mükemmel yapacaktı. Ancak, karıncanın mutluluğu sonuca bağımlı değildi. İstediği şey sadece ömrü elverdiği sürece Himalayalara doğru olan adımları atabilmekti.
İşte bu yüzden insanın istemesinin onu mutsuz eden bir şey olduğunu düşünmüyorum sadece neyi nasıl istediğiniz sizin mutlu olup olmadığınızı belirlediğini biliyorum.
Bu noktada isteklerimizi tanımlarken bazı temel kavramları nasıl kullandığımız çok önemli. Ben hedefler yerine hayaller kavramını tercih ediyorum.
Hedef kendi zihnimizce ulaşılabilir bir yeri gösterirken, hayaller ulaşmanın imkansız ya da çok zor olduğu istekleri gösterir. İsteklerimiz, hayallerimiz olarak tanımlanırsa ve ölümümüzden sonra bile devam edeceğine inandığımız şeyler olursa, emin olun sadece yolda olmak, mola verseniz bile sizi her an mutlu yapacaktır.
Artık gerisi size kalmış. Şu andan itibaren isteğinizi bir kağıda yazabilirsiniz. Aşağıdaki örnekler size faydalı olabilir;
- Bir I-phone almayı çok istiyorum
- Yaşam amacıma doğru gitmek istiyorum
- Kendi evim olsun, arabada olursa iyi olur
- Terfi etmek istiyorum
- Tüm insanların mutluluğuna katkı yapmak istiyorum.
- Sadece anı yaşamak istiyorum. (bunu istemenize gerek yok, sadece yapın)
- Dünyayı iyi bir yer yapmak istiyorum
Martin Luther King’in sözüyle makaleyi bitirmek istiyorum.
“Bir gün, dört çocuğumun da derilerinin rengi ile değil de kişilikleri ile yargılanacağı bir ülkede yaşayacaklarına dair bir hayalim var.”
Sizce Martin Luther King’in vizyonu ya da hayali o yaşarken gerçekleşti mi? Ancak yaşarken ne kadar enerji dolu, motive ve tutkulu olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz. Bence ölürken de, yaşarken de çok mutluydu. Çünkü hayaline varamayacağını düşünse de, ilerlediğini biliyordu.
Siz nereye doğru gidiyorsunuz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder