İNSAN AİLESİNİN BİYOKÜLTÜREL
EVRİMİ (B)
Homo habilisler, zamanımızdan önce 2.5 ile 1.6 milyon yılları arasında,
Doğu ve Güney Afrika'da yaşamışlardır. Tanzanya'nın Olduvai George vadisinde,
Kenya'nın Doğu Turkana bölgesinde, Koobi Fora'da ve Güney Afrika'nın Swartkrans
ve Sterk-fontein bölgelerinde çok sayıda iyi korunmuş habilis fosilleri
bulunmuştur. Diğer tüm hominidlerden farklı olarak, homo habilislerin kafatası
kemikleri ince olup, beyinde frontal lobun yer aldığı alın bölgesi gelişmiştir.
Alveolar prognatizma varlığını korumakla beraber, büyük azı dişlerindeki
küçülmeden dolayı, damak uzunluğu azalmış, yüz kısalmıştır. Güçlü çiğneme
kasları yoktur. Diş minesi incedir. Kesici ve köpek dişleri büyüklük ve
lokalizasyon açısından bugünkü insanda olduğu gibidir. Beyin hacimleri ortalama
660 cm3'tür, yani hominidlerinkinden % 50 oranında daha büyüktür.
Doğu Turkana'da bulunan Homo 1470'in beyin hacmi 800 cm3'tür. Kafatasının iç
yüzeyinde beynin bırakmış olduğu izlerden anlaşılacağı üzere, beyin korteksinin
sol yarısında oluşan fronto-orbital oluğun konumu ve yapısı modern insandaki
gibidir. Oysa bu oluk insansılarda yoktur. Beyin kortekslerinin fronto-parietal
ve tem-poral kısımlarındaki Broca ve Wernicke bölgelerinin varlığı habilislerin
konuşma yeteneğine sahip olabileceklerini göstermektedir.
Homo habilis erkeğinin boyu ortalama 1.30, dişisinin boyu ise 1 metre,
ağırlıkları 25-35 kg. arasında idi. Ayak iskeletlerinde, enlemesine ve
boylamasına olan kavis, dik durduklarının en iyi kanıtıdır. Habilislerin bacak
kasları modern insandakinden daha güçlüydü. Dolayısıyla habilisler bizden daha
güçlüydüler ve daha az yoruluyorlardı. Modern insanda kol uzunluğu bacak
uzunluğunun % 70 kadarıdır, habilisde ise bu oran % 95 civarındadır. Bu bedensel
özellik ile, el, kürek ve kol kemiklerindeki anatomik ayrıntılar habilislerin
ağaç yaşantısından tümüyle vazgeçmediklerini göstermektedir.
Tanzanya'nın Olduvai vadisinde Leakey ailesinin yaptığı kazılarda, fosil
yatakları içinde homo habilislerle beraber taş aletler de bulunmuştur.
Zamanımızdan 2.5 milyon yıl öncesine ait bu taş aletlerin üzerinde uygulanan
taramalı elektronik mikroskop analizi neticesinde, bu taşların bilinçli olarak
ve belirli bir tekniğe göre biçimlendirildiği anlaşılmıştır. Jelinek ve
Arsebük'ün tanımlamalarına göre, bu aletler Oldowan endüstrisi olarak
isimlendirilmişlerdir. Oldowan taş endüstrisi dört çeşit aletten ibarettir.
Bunlar, çekiç, tek yüzü işlenmiş satır, iki yüzü işlenmiş satır ve yontulup
biçimlendirilmiş yongadır. Bu aletler keskinliğini kaybetmiş çakıl taşları, lav
kökenli taşlar ve kuvartzlardan hazırlanıyordu. Leakey ve Kottak burada
tasarımın ilk izlerinin görüldüğünü söylerler. Metin Özbek'e göre, doğal
ayıklama süreci, sahip olduğu genetik potansiyeli ile bu yeni canlı karşısında
pek etkin görünmüyordu. Doğa, kendi elleriyle, adeta kendine kafa tutan bir
yaratık dünyaya getirmişti ve onun dizginlerini giderek elinden kaçırıyordu.
Habilisler, taş aletleri ile avcılık ve toplayıcılıkta oldukça etkili olmaya
başlamışlardı. Hayvan karkaslarının derilerini yüzüyor, bitki köklerini
topraktan çıkarıyor, besinlerini eziyor ve kırıp parçalıyorlardı. Bu sayede diş
ve çenelere de fazla yük binmemiş oluyordu.
Yapılan araştırmalarla bugünkü insanların % 90 oranında sağ ellerini
kullandıkları kanıtlanmıştır. Berkeley Üniversitesinden Toth Koobi Fora'da
bulunan aletleri çeşitli yöntemlerle incelemiş ve habilislerin tercihen sağ
ellerini kullandıkları sonucuna varmıştır. Habilisler arasındaki sağ el
yatkınlığı, beynin o dönemlerde sağ ve sol yarım kürelerinin farklı işlevleri
üstlenecek şekilde bir lateralizasyona girdiğinin kanıtıdır, însan ailesinin ilk
temsilcileri olarak kabul edilen homo habilis ve homo ergaster toplulukları
yerlerini, daha iri beyinli, uzun boylu ve daha gelişmiş zekâya sahip homo
erektus ardıllarına bırakarak tarih sahnesinden
silinmişlerdir.
Homo erektus: ilk buluntuları alt pleistosen ile yaşıt olan erektuslar,
Stein ve Rowe'un sistematik ve filogenetik çalışmalarından öğrendiğimize göre,
üst pleistosenin başlarına kadar yaşamışlardır. Tattersall ve Kottak,
erektuslann, insansıların kaba yapılıları ile alt pleistosenin sonlarında
Turkana Gölü çevresinde yan yana yaşadıklarını
belirlemişlerdir.
Zamanımızdan önce 1.8 ile milyon 1.6 milyon yıl arasındaki yaklaşık
200.000 yıl gibi çok kısa bir süre içinde, ilkel anatomili habilis ve ergaster
türlerinden, daha gelişmiş erektusa doğru çarpıcı bir atlama olmuş, fakat
sonraki bir milyon yıl boyunca erektuslarda kayda değer bir biyolojik evrime
rastlanmamıştır. Doğu ve Kuzey Afrika'dan, Hindistan ve Pakistan'a, Avrupa'nın
bir çok yan tropik alanından, Endenozya takım adalarına kadar çok büyük bir
yayılma gösteren homo erektuslar, Wolpoff a göre çeşitli iklimsel koşullarda,
ırksal farklılaşmalarla karşımıza çıkarlar. Larrick ve Ci-ochon'a göre
erektuslar Afrika'dan diğer kıtalara yayılmışlardır. Öte yandan Berkeley'den
Swisher ve Curtis'in Java'da argon-argon tarihleme tekniği ile yaptıkları
çalışmalar, erektusun varlığını 1.8 milyon yıl önceye götürmektedir. Larick ve
Ciochon, Çin'de bulunan zamanımızdan 1.7 milyon yıl öncesine ait fosil
kalıntıların ve taş endüstrisinin erektus aşamasının öncesine ait olduğunu ve
Afrika'dan başlayan büyük göçün habilis ya da ergaster döneminde olduğunu ileri
sürerler. Gibbons ise homo erektuslann, Java'da Çin'dekilerden çok daha eski
dönemlerde yaşadıklarını ileri sürer.
Kuzey Afkrika'dan Güney Afrika'ya kadar çok çeşitli alanlara yayılan,
homo erektuslann, Etyopya'daki Omo Vadisinde 130.000 yıl öncesine kadar
yaşadıkları saptanmıştır. Yapılan jeolojik araştırmalar, alt pleistosende
Cebelitarık Boğazının yerinde karasal bir bağlantının bulunduğunu
kanıtlamaktadır. Avrupa'ya geçişte erektuslar bu bağlantıyı kullanmışlardır.
Nitekim 4. zaman süresince, buzul çağında yaşamış olan mamutlar da Afrika'dan
Avrupa'ya bu yolla gelen fillerin ardıllarıdır. Erektuslann yaşadıkları
çağlarda, Kuzey ve Doğu Afrika ile Güney-Doğu Asya'da sıcak ve yağışlı bir iklim
hâkimdi. Büyük Sahra ormanlarla ve zengin su kaynakları ile kaplıydı. Pleistosen
çağ sürecince son derece önemli iklim değişimleri meydana geldi. Kuzey yarım
kürenin büyük bölümünü etkisine alan buzul çağları başladı. Her buzul dönemini
yağışlı ve ılıman ara buzul dönemleri izledi. Hayvan türleri ve bitki örtüsü de,
bir soğuyan, bir ısınan iklimlere bağlı olarak değişti. Deniz seviyelerindeki
alçalma ve yükselmeler sonucu, kıyı şeritlerinin profilleri de değişti.
Erektuslar, Afrika gibi elverişli bir iklimden sonra, buzul çağındaki Avrupa
içlerinden Sibirya steplerine, Çin'deki soğuk tundra ikliminden, Java'daki
tropik iklime kadar çok değişik iklimlere ayak uydurmak zorundaydılar. Barınak
olarak genelde mağaraları kullanan erektuslara ait ilk kulübe kalıntıları,
zamanımızdan 400.000 yıl öncesine aittir ve Kottak tarafından, Fransa'da Nice
yakınlarındaki Terra Amata adlı eski yerleşim bölgesinde bulunmuştur.
İnsanoğlunun yarattığı oval biçimli bu ilk evlerin kalıntıları içinden taş
aletler, ocak külleri ve pişirilerek yenilmiş olan hayvan kalıntıları ortaya
çıkarılmıştır.
Erektuslar, vücut yapıları olarak modern, fakat kafatası yapıları
bakımından ilkel düzeyde idiler. 727 ile 1225 cm3 arasında değişen
beyin ağırlıkları, ortalama 946 cm3'tü. Erektusların beyin hacmi
habilislerden % 44 oranında daha büyüktür. Beyin korteksieri frontal, temporal
ve parietal bölgelerde önceki atalarına nazaran benzeri olmayan bir gelişme
gösterir. Heim ve Rightmire'ın tespitlerine göre kafatasları üstten bastırılmış
gibi yassı olup, oksipital kemiğin orta hizasında belirgin bir bükülme vardır.
Kaş kemerleri abartılı bir çıkıntı oluşturur. Yüzleri ve burun delikleri
geniştir. Üst çene çıkıntılıdır. Kafatası kemikleri modern insandan çok
kalındır. Alt çeneleri de oldukça iri ve kabadır, menton çıkıntısı yoktur. Güçlü
çiğneme kaslarına ve iri dişlere sahiplerdir. Bilhassa köpek dişleri çok iri
olup, diş kökleri de modern insana nazaran oldukça uzundur. Boy ortalamaları
Çin'de yaşamış olanlarda 1.56 m. Java'dakilerde ise 1.70 m. civarındadır.
Ağırlıkları 80-100 kg. olarak tespit edilmiştir. Erektuslar, dar leğen
kemiklerine ve dar doğum kanallarına sahiplerdi. Dolayısıyla cenin aşamasında
olmayan beyin irileşmesi, çocukluk evresinde devam etmiş
olmalıdır.
Homo erektus sadece alet üretmekle kalmayıp, alet yapan aletler de
üretmeyi başarmıştır, insanoğlunun kültür tarihinin % 99'unu yontma taş çağı
endüstrisi oluşturur. İşte, zamanımızdan aşağı yukarı 1.5 milyon yıl önce,
erektus, simetrik olarak biçimlendirdiği üçgen formunda yeni bir el baltasını
kullanmaya başlayarak aşölyen teknolojisini başlatmıştır. Erektusun ürettiği el
baltasının daima eksantrik bir merkezi ve çepeçevre keskin kenarları olmuştur.
Erektus, bu çok yönlü alet silahı çakmaktaşı ya da bazalttan yapmış, rastgele
taşları kullanmamıştır. Aşölyen teknolojisi, erektuslara Afrika'da, Avrupa'da ve
Asya'da çevreye uyum sürecinde büyük kolaylık sağlamıştır. Kottak'a göre
Java'daki erektuslar da alet yapıp bunları kullanıyorlardı. Fakat Asya'daki el
baltası teknolojisi Afrika'da olduğu gibi gelişmiş ve karmaşık değildir. Homo
erektus çağı olarak bilinen orta pleistosende, erektuslar, ateşi denetim altında
tutmayı da başarmışlardır. Patel'e göre, zamanımızdan önce 385.000 ile 465.000
yıllan arasında Fransa'de Menez- Dregan'da yaşayan erektuslar ateşi bilinçli
olarak kullanmışlardır. Bu mağarada yanmış çakıl taşları ve kömür kalıntılarının
yanı sıra gergedan kemikleri de bulunmuştur. Kottak'ın tespitlerine göre
Fransa'da Terra Amata ve Çin'de Zukudiyen eski yerleşim merkezlerinde de ateş
bilinçli olarak kullanılıyordu. Fransa'da Escale mağarasında 700.000 yıl önce,
Doğu Afrika'da Chesowanja'da 1.5 milyon yıl önce ateş kullanılmıştı. Yaygın olan
görüş, erektusun ateşi üretmediği, sadece kullandığı doğrultusundadır. Taramalı
elektron mikroskop analizlerden tespit edildiğine göre, diş aşınma örüntüleri,
erektuslann yoğun biçimde et yediklerini göstermektedir. Homo erektuslar en
fazla 20-30 yıl kadar yaşayabiliyorlardı, sadece % 5'i 50 yaşına kadar hayatta
kalabiliyordu. Erektuslar, ölülerini gömmüyorlardı. Bazı araştırmacılara göre
erektuslar arasında hemcinslerinin beynini yeme adeti yani kanibalizm vardı.
Örneğin, Zukudiyen mağarasında bulunan 40 kadar kafatasınınn kaidesi bilinçli
olarak kırılmış, içlerindeki beyinler çıkarılmıştır. Yine, ispanya'da Atapuerca
mağarasında 800.000 yıl öncesine ait 6 erektusun kalıntılarını inceleyen
paleontolog Fernandez-Jalvo'da Atapuerca erektuslarının kanibalist oldukları
sonucuna varmıştır.
Homo erektustan Homo sapiense geçiş: Wolpoff, Relethford ve Kottak,
zamanımızdan yaklaşık 200.000 yıl öncesinden itibaren, orta Pleistosenin
sonlarıyla, üst pleistosenin başlarında homo erektusların yerini homo sapiens
türünün arkaik formlarının aldığını söylerler. Kottak, homo sapiensleri, arkaik
ve modern görünümlü homo sapiensler olarak ikiye ayırır. Asya'daki Solo
insanları, Afrika'daki Bodo, Saldanha buluntuları, Mindel ve Riss buzul çağları
boyunca Avrupa'da Petralona, Vertesszöllös, Steinheim, Arago ve La chaise fosil
kalıntıları arkaik homo sapienslerin geniş bir coğrafyada yaşadıklarını
göstermektedir. Genet-Varcin ve Wolpoff arkaik homo sapiensleri neandertallerin
ataları olarak kabul ederler. Bugün, birçok araştırıcıya göre homo sapiensin
evrimi polisantriktir. Ancak, Vandermeersch ve destekçilerine göre, homo sapiens
zamanımızdan 200.000 yıl önce Büyük Sahra'da ortaya çıkmış ve tüm dünyaya
buradan yayılmıştır. Jelinek ve Heim'a göre, 130.000 yıl öncesinden itibaren
yavaş yavaş ortaya çıkan neandertaller, Batı Avrupa'da zamanımızdan 35.000 yıl
öncesine kadar yaşamışlardır. Genet-Varcin'e göre, neandertal sözcüğü sadece
Orta Doğu ve Avrupa için geçerlidir, diğer bölgelerde yaşayanları neandertal
çağdaşları olarak isimlendiriyoruz.
Neandertallerle ilk tanışma 1848 yılında ispanya'da Gibraltar'da olmuş,
arkasından 1856 yılında Almanya'da Neander adlı vadide ve 1908 yılında da Paris
yakınlarında neandertal fosil kalıntıları ortaya çıkarılmıştır. Bugüne kadar 275
neandertal insanı bulunmuştur. Kırım'da, Özbekistan'da, İsrail'de, Irak'ta ve
Antalya Karain mağarasında da yaşadıklarına dair bulgular ele
geçmiştir.
Neandertaller kalın enseli, geniş omuzlu, kalın bacaklı, vücut kasları
oldukça gelişmiş insanlardı. Boylan ortalama 1.52 m., ağırlıkları 73 kg.
civarında idi. Neandertallerin iki cinsi arasında vücut yapısı bakımından bir
fark yoktu. Bacakları gövdelerine oranla Eskimolarda olduğu gibi kısadır. Geniş
göğüs kafesleri güçlü bir solunum kapasitesine sahip olduklarını göstermektedir.
Kafatasları iri ve yassıdır. Tıpkı erek-tuslarda olduğu gibi, göz çukurlarının
üzerinde, alnın bir ucundan diğerine uzanan belirgin kaş kemerleri vardır, iri
olan yüzleri öne doğru çıkıntılıdır. Burun çıkıntılı, burun delikleri geniştir.
Bazı araştırmacılar, iri ve geniş burun ve hacimli üst çene sinüsleri ile,
solunan havanın ısınmasının ve nemlenmesinin kolaylaştığını ve böylece
neandertallerin kuru buzul iklimine biyolojik uyum sağladıklarını ileri
sürerler. Yüz prognatizmasının, beyni soğuğa karşı koruduğu da ileri
sürülmektedir. Neandertaller, çok iri azı dişlerine ve güçlü taçlı ve uzun köklü
kesici dişlere sahiplerdi. Gelişmiş üst çene sinüsü sebebiyle, üst köpek dişi
kökü hizasındaki fossa canina neandertaller-de oluşmamıştır. Neandertallerin
kesici dişlerinde tuhaf bir aşınma vardır. Kottak, bu aşınmanın, neandertallerin
ön dişlerini, giysi amacıyla hazırladıkları hayvan derilerini yumuşatmak için
kullanmalarından oluştuğunu söyler. Patte, Wolpoff ve Kottak, neandertallerin
çok özel bir anatomisini ortaya koymuşlardır. Kalça kemiğinin pübik kısmı
neandertallerin hem dişlerinde, hem de erkeklerinde uzundu. Dolayısıyla, iri
beyinli neandertal yavrusu bu geniş leğen boşluğundan herhangi bir sıkışma
olmaksızın rahatça doğabilmekte idi. Bazı araştırıcılar hamilelik sürelerinin 11
ay olduğunu söylerler. Erişkin neandertallerin beyin hacmi ortalama 1566
cm3'tür. Oksipital beyin lobu modern insandakinden daha gelişmiştir,
bu da gelişmiş bir görme yeteneğini akla getirmektedir. Trinkaus, neandertalleri
izleyen modern görünümlü homo sapienslerde pübik kolunda kısalma olduğunu tespit
etmiştir. Oysa iri beyin aynı kalmıştır. Bu durumda iri beyinli ceninin, dar
doğum kanalına sahip anneden rahatlıkla doğması zorlaşmıştır. Bu nedenle anne
işini kolaylaştıracak bir yardımcıya ihtiyaç duymaya başlamıştır. Liebermann,
neandertallerin gırtlak kapasitelerinin her sesi çıkarmaya elverişli olmadığını,
dolayısıyla konuşma yeteneklerinin çok sınırlı olduğunu ileri
sürmektedir.
Arsebük ve Bordes'den öğrendiğimize göre, neandertaller ve çağdaşları,
orta paleolitik taş endüstrisini yaratmışlardır. Bu kültürün en iyi bilinen
evresi musteriyen teknolojisidir. Neandertaller yonga teknolojisi ile bıçak, uç
kazıyıcı, yan kazıyıcı, testere biçimli kazıyıcı, delici, saplı ve sapsız üçgen
gibi bir çok kullanışlı aleti günlük yaşamlarına katmışlar, yanı sıra ağaç ve
kemikten de aletler yapmışlardır. İspanya'da bir kaya sığınağında bulunan 45.000
yıl öncesine ait tahta kaplar dışında, neandertallerin çanak, çömlek
yaptıklarına dair herhangi bir bulguya rastlanmamıştır. Kap olarak kafataslannı
ya da ağaç kabuklarını kullandıkları sanılmaktadır. Neandertaller, soğuk buzul
ikliminden korunmak için hayvan derilerinden faydalanıyorlardı. Henüz iğneyle
tanışmadıkları için dikişsiz giysiler giyiyorlardı. İri mağara ayısı, tundra
geyiği ve kıllı gergedan gibi kürklü hayvanların postlarını yatak, yorgan
amacıyla da kullanıyorlardı. Hayvan yağlarını ise ateşi sürekli kılabilmek için
kullanmışlardır. Binford'a göre zekâları ve teknolojileri her tür kara hayvanını
avlamaya yetecek ölçüdeydi. Besinlerinin % 99'unu et ve diğer hayvansal ürünler
oluşturuyordu. Dorozynski ve Anderson, 40.000 yıl öncesine ait neandertal
kemiklerinden elde edilen kolajen içindeki nitrojen ve karbon izotoplarının
analizi sonucu neandertallerin, kurt ve tilki arası bir beslenme tipine sahip
olduklarını ortaya koymuşlardır. Bilindiği gibi, kurtlar sadece etle, tilkiler
ise et dışında meyve, bitki tohumu ve hatta ağaç yapraklarıyla
beslenirler.
Irak'ta, Şaindar mağarasının zemininde bulunan çok sayıda küçük çukur
örneğinde olduğu gibi, neandertaller, etlerini ve yakacaklarım stokluyorlardı.
Würm buzulunun yarattığı olumsuz iklim koşullarından ötürü neandertaller dünyası
çok tenha bir dünya olmuştur. Meselâ, Fransa'da, sadece 20.000 neandertalin
yaşadığı sanılmaktadır. Solecki, Genet-Varcin ve Kottak'a göre, ilk mezar âdeti,
neandertallerle karşımıza çıkar. Neadertaller, ölülerini oturdukları mağara ya
da başka bir mekâna, anne karnındaki ceninin pozisyonunda, elleri baş hizasında,
dizler karına çekili olarak gömüyorlardı. Çoğu kez ölülerinin üzerine canlılığı
ve dirilişi simgeleyen kırmızı boya sürüyorlar, bazen de yanlarına öteki dünyada
yardımcı olacağına inandıkları keçi ve geyik boynuzları ya da mamut kürek
kemikleri koyuyorlardı. Erkeği gibi güçlü bir fiziğe sahip ve onunla ava katılan
neandertal kadının süslenmeye vakit ayırmadığı sanılırken, d'Errico ve
arkadaşlarının Fransa'da buldukları hayvan diş ve kemikleri ile fil dişinden
yapılmış kadın süs eşyaları zannedilenin aksine, neandertal kadının süs amaçlı
takılar taktığını ortaya koymuştur. Bazı Batı Avrupa neandertalleri mağara
ayısına saygı duymuş ve onu kutsallaştırmışlardır. Fransa'da Le Moustier'de
neandertallere ait bir aile mezarı bulunmuş, Solecki ise Şanidar mağarasında bir
erkek iskeletiyle beraber en az 8 tür çiçeğin fosilleşmiş polenlerini tespit
etmiştir. Kaburgaları kırılmış ve sonradan kaynaşmış, ayrıca ileri derecede
eklem romatizmalı Fransa La Chapelle aux Saints neandertallinin ve diğer bir
örnek olarak, sol göz çukuru parçalanmış, köprücük, kürek ve pazı kemikleri
kırılıp sonradan kaynaşmış Irak Şanidar I neandertalinin ortaya koyduğu
bulgular, neandertaller arasında sıkı bir dayanışma, hasta ve sakatlarına bakma
âdetinin olduğunu göstermektedir. Öte yandan Gibbons'a göre, Yugoslavya ve
Hırvatistan'da bulunan neandertaller kesin olarak kanibalistti. Fakat
araştırıcılar bu davranış görüntüsünü tüm neandertallere maletmemekte, bunu
ritüelik açıdan yorumlamaktadırlar.
Neandertaller, sert ve soğuk buzul ikliminin her türlü olumsuz koşuluna
büyük bir dirençle karşı koyduktan, sonuçta tam bir biyolojik uyum sağladıktan
sonra, ne genetik ne de kültürel açıdan yeni bir yaşam biçimini başlatacak
performansları kalmamıştı. Kromanyon adı verilen modern homo sapienslerle temas
kurduktan sonra, yaklaşık 7.000 yıl içinde tümüyle yok olmuşlardır. Bu yok
oluşun sırrı henüz çözülebilmiş değildir.
1868 yılında Fransa'da, Cro-Magnon adlı kaya altı sığınağında ortaya
çıkarılan ve 30.000 yıl öncesi ile tarihlendirilen, görünümleri zamanımız
insanından farksız fosiller, modern insanın simgesi haline gelmiştir. Ancak,
Vandeermersch gibi kimi araştırmacılar, modern yapının ilk kez, 150.000 yıl önce
Güney ve Doğu Afrika'da belirdiğini iddia ederler. Lewin, dünyadaki tüm
insanların ortak atasının Afrika'da doğduğunu iddia eder. Stringer, Havva'nın
Afrika'da 200.000 yıl önce yaşadığını mitokondri-yal DNA kuramına göre açıklar.
Berkeley'den Alan Wilson ve Mark Stoneking modern insan türünün ilk ne zaman
arkaik insan türünden ayrıldığını tespit etmek için, yaşayan bir çok ırk
grubundaki mitokondriyal DNA'nın varyasyon hızını incelemişlerdir. Hiçbir
zaman babadan gelen DNA ile karışmayan ve sadece anne tarafından kalıtımı
sürdürülen MtDNA hücre çekirdeğinde yer almaz, dolayısıyla cinsel üreme
sürecinden ve doğal seçilim baskısından etkilenmez. MtDNA'daki mutasyon hızının
her 1 milyon yılda, % 2-4 oranında olduğu ilkesinden hareket eden
araştırmacılar, moleküler saati geriye doğru işleterek, modern insanın ortaya
çıkışını, zamanımızdan 200.000 yıl öncesiyle tarihlendirirler. Wolpoff un başını
çektiği çok merkezli görüşü savunan araştırmacılar ise, mitokondriyal saati
kabul etmezler. Zira MtDNA'daki mutasyon bazı devirlerde çok hızlıdır, bazı
devirlerde ise hiç olmamıştır. Onların düşüncesine göre Afrika zencilere, Asya
sarı ırka ve Avustralya yerlilerine, Avrupa ise beyaz ırka anavatan olmuş,
modern ırklar, yerel arkaik topluluklardan 3 ana kıtada birbirinden bağımsız
olarak gelişmişlerdir.
Genet-Varcin'e göre, modern insanın ortaya çıktığı Würm buzulunun ikinci
yarısında yani zamanımızdan yaklaşık olarak 35.000 yıl öncesinde, Avrupa'da sert
ve soğuk buzul iklimi doruk noktasına ulaşmıştı. Alimen'e göre, ısı sürekli 0
santigradın altında idi ve kışlar 10 ay sürüyordu. Afrika'da ise ılıman ve
yağışlı bir iklim vardı. Büyük Sahra'nın yerinde göller ve ormanlar bulunuyordu.
Bütün bu olumsuz koşullara rağmen kromanyonlar, Avrupa'nın hemen her yerinde,
hatta Genet-Varcin'e göre Sibirya'da bile yaşamışlar ve Avrupa'nın tek fatihi
haline gelmişlerdir. 1.85 metreye sıkça ulaşabilen boyları, kromanyon erkeğinde
ortalama 1.77 metre, kadınında ise 1.67 metredir. Kromanyonlarda, beyin büyük,
alın geniş ve diktir. Ön arka yönde uzun olan kafatası, geniş olan yüzle çok
uyum göstermez. Kaş kemerleri fazla çıkıntılı değildir. Buna karşılık, alt
çenede belirgin menton çıkıntısı oluşmuştur. Göz çukurları dardır. Burun dar ve
çıkıntılı olup, burun sırtı düzdür.
Wolpoff, insan ırklarının ana hatlarının üst yontma taş çağında
belirlendiğini öne sürer. Kromanyon giderek nordik ırk grubuna dönüşürken,
perigordiyen üst yontma taş çağının yaratıcısı olan combe capelle insanları
Akdeniz insanının çekirdeğini oluşturmuşlardır. Komp kapeller kromanyonlardan
daha kısa boyludurlar. Üst yontma taş çağının sonlarına doğru şansölad adlı
üçüncü bir insan tipi gelişmiştir. Şansöladlarda da boy kısa, alın geniştir. Baş
ön arka yönde fazla uzun değildir. Günlük yaşamda taş, kemik ve ağaçdan yapılan
çeşitli etkin aletlerin, insan gücünün yerini almasıyla, üst yontma taş çağının
sonlarına doğru, kas, kemik ve dişlerdeki kaba yapı giderek narinleşmeye
başlamıştır. Genet-Varcin'e göre, üst yontma taş çağında nüfus önemli derecede
artmıştı. Örneğin magdalenyen kültür evresinde dünya nüfusu 10 milyona kadar
ulaşmıştı.
Üst yontma taş çağı perigordiyen, orinyasiyen, solütreyen ve magdalenyen
kültür evrelerine ayrılır, Avrupa'ya dışarıdan gelen orinyasiyen kültür
evresinde dilgi, burin, kazıyıcı, kemikten yapılan kargı ve mızrak gibi alet ve
silahlar karşımıza çıkar. Solütreyen insanı ise ok ve yayı bulmuştur. Bazı
araştırıcıların kazılardan elde ettikleri bulgulara göre, magdalenyen insanı
keskin kenarlı dilgi aletlerini orak gibi kullanarak yabani tahılları biçmiş ve
bu tahılları taş dibeklerde ezmiştir. Üst yontma taş çağının genelinde 92 tip
taş alet tespit edilmiştir. Kromanyon insanı, kaburgadan küreği, ren geyiği
boynuzundan kazmayı, su bardağını, Jelinek'den öğrendiğimize göre solüt-reyen
kültürünün sonlarına doğru yani 17.000 yıl önce atların bilek, kuşların bacak
kemiklerinden ya da fildişinden dikiş iğnesini, 13.000 yıl önce de balık avlamak
amacıyla olta ve zıpkını icat etmiştir.
Kromanyonlar doğal kaynaklan kullanırken oldukça aşırıya kaçmışlardır.
Değişen iklim koşullarının da etkisiyle aşağı yukarı 50 otçul hayvan türü üst
pleistosenin sonlarında yok olmuştur, iyi ve dengeli beslenme sonucunda
kromanyon insanının ömrü uzamış, insanoğlu ilk defa 60 yaşına kadar yaşayabilme
şansını bulmuştur. Kadınların doğurganlık süreleri uzadığı için artan nüfus,
insan ilişkilerinin gelişmesini başlatmıştır.
Kromanyonlar, yaptıkları deniz araçlarıyla, zamanımızdan 30.000 ile
20.000 yıl önce Kore'den Japonya'ya, Bering Boğazı yoluyla Asya'dan Amerika'ya
daha sonra da Avustralya'ya ayak basmışlardır. Avustralya'da en son yapılan
kazılarda elde edilen bulgular ise bu görüşün aksine, Avustralya'da yaşamın
50.000 yıl önce başladığını göstermektedir. 30 ile 25.000 yıl öncesinden,
özellikle magdalenyen evresinden itibaren, kromanyonlar, doğal mağaraları terk
ederek, çadır ve kulübelerde yaşamaya başlamışlardır. Isı kaybını önlemek için
yan yana toprağa gömdükleri kulübelerinin duvarlarım mamutların fildişleri ile
örüyor, sonra hayvan derisiyle kaplıyorlardı. Böyle tek bir kulübenin yapımında
95 mamutun kemiğinin kullanıldığı tespit edilmiştir. Kromanyonlar da,
neandertaller gibi ölülerini gömmüşler, bazen çoklu gömülere de yönelmişlerdir.
Ancak özel mezarlıklar yapmamışlardır.
Mağara resim sanatı prehistoryanın altın çağıdır. Din neandertaller ile,
sanat ise kromanyonlarla başlamıştır diyebiliriz. Cisimlerin üç boyutlu olarak
algılanması ve soyut düşünme kavramı 30.000 yıl önce üst yontma taş çağı insanı
ile beraber ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Kromanyonlar, mağaraların en kuytu ve
karanlık köşelerine duvar resimleri yapmışlardır. Fransa'da 67, İspanya'da 31
resimli mağara belirlenmiştir. 33-30 bin yıl öncesine ait, duvarlarında renkli
olarak yapılmış ağızlan açık mağara ayıları, koşan aslanlar ve kavga eden
gergedanlar bulunan Fransa'daki Chauver mağarası, daha başlangıçtan itibaren
perspektif anlayışının bilindiğini bize göstermektedir. Bu mağaralar arasında en
ünlüsü, mavi, kırmızı ve siyah renkler kullanarak yapılmış, bizon, vahşi at,
kıllı gergedan ve ren geyiği başta olmak üzere, 150 hayvan resmini ve 850
gravürü içeren birçok dehlizi ile Fransa'daki Lascaux mağarasıdır. Yine
Fransa'daki Cosquer, Ebbou ve Niaux ile İspanya'daki Altamira mağaraları,
kromanyon resim sanatının en ilginç örneklerini bizlere sunmaktadır.
Kromanyonlar, boya olarak doğal minerallerden kırmızı için okn, siyah için
manganez dioksidi, aynca limonid ve hematiti kullanmışlardır. Çevresinde yaşayan
av hayvanlarını, doğal boyutları, anatomik ayrıntıları ve olanca canlılığı ile
resmeden üst yontma taş çağı insanı, kendini nedense ya hiç görüntülememiş, ya
da yarı insan, yarı hayvan şeklinde çizmiştir. Magdalenyen kültür evresinde
tapmak amacıyla kullanıldığı kuvvetle muhtemel olan 150 resimli mağara tespit
edilmiştir. Bu mağaralarda genellikle hiç oturulmamıştır. Bazı mağaralarda
insanlar hayvan maskesi altında görüntülenmişlerdir. İspanya'daki Altamira
mağarasında ise çok sayıda geometrik motifler bulunmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder