İNSAN AİLESİNİN BİYOKÜLTÜREL
EVRİMİ (A)
İlk insan ya da insanlar nerede ya da nerelerde, ne zaman, kaç bin ya da
kaç milyon yıl önce, nasıl ortaya çıkmışlardır? Ne şekilde yaşamışlar, nasıl
beslenmişler, nerelerde barınmışlardır? Günümüzün modern insanı ile nasıl bir
benzerlik içindeydiler? Yoksa görünümleri oldukça farklı mıydı? Görünümleri ve
zekâları farklı idiyse, bugünkü Homo Sapiens'e, başka bir deyişle Homo
Cerebralis'e evrimleri ne kadar zamanda ve nasıl oluşmuştur? Çeşitli bilim
dallarına mensup araştırmacı ve uzmanların somut bulgularına ve getirdikleri
yorumlara dayanarak bu sorulara cevap aramaya çalışacağım.
Canlıların yaratıldıktan sonra değişime uğramadıklarını ileri süren ve
türlerin değişmezliğini benimseyen kuramların aksine, evrim kavramı, en temel
ifadesiyle canlıların değişime uğradıklarını, bu değişimlerin ve uzun
birikimlerin sonunda daha karmaşık ve daha çok sayıda cinslerin ortaya çıktığını
ileri süren bir kuramdır. Avrupa'da, 17. ve 18. yüzyılda Rönesans ile başlayan
Bilim Devrimi ile birlikte, yer merkezli, statik evren görüşü de terk edilmeye
başlanmıştır. 17. yüzyılda İngiliz botanik bilgini John Ray'in öncülüğünde bitki
ve hayvan türlerinin sınıflandırılması ve isimlendirilmesi çalışmaları, 18.
yüzyılda Isveç'li doğa bilgini Carolus Linnaeus ile bir sisteme oturmuştur.
Bugün bilim insanları hala Linnaeus'in oluşturduğu farklı organizmaların ortak
özellikleri esasına dayalı mertebelendirme sistemini ve ikili adlandırma
(binomial) dizgesini kullanmaktadırlar. Doğadaki her canlı organizma cins ve tür
olmak üzere ikili isimlendirme sistemiyle tanımlanır. Buna göre insan cins
olarak homo, tür olarak sapiens'tir. Bu biyolojik
kimliğimizdir.
Mayr'a göre canlılardaki türleşme sürecini ele alırken, simpatrik ve
alopatrik tür kavramlarım göz önüne almak zorunluluğu vardır. Simpatrik tür,
aynı ekonişi paylaştıkları halde, aralarında çiftleşip üreyebilme engeli olan
canlılardır. Alopatrik tür ise, aynı türe mensupları oldukları halde, farklı
coğrafi alanlarda yaşayan canlılardır. Doğal engellerin ve zaman faktörünün
etkisiyle, bir topluluğun iki kolu coğrafi olarak ne kadar birbirinden uzakta
ise ve ekolojik koşullar açısından birbirinden ne kadar farklı ortamlarda
yaşıyorlarsa, bunların iki farklı alt tür olarak gelişme olasılıkları o kadar
fazladır. Söz konusu gruplar arasındaki coğrafi engeller çeşitli nedenler ile
ortadan kalktığında, bu iki topluluk karşılaşma olanağı bulur, fakat simpatrik
türler haline geldikleri için, artık aralarında çiftleşip üreme olanağı
kalmamıştır.
İnsan birçok ortak özelliği diğer canlılarla paylaşmaktadır.
Omurgalılarla yakınlığımız olmakla beraber, memeliler sınıfı ile daha fazla
müşterek yönlerimiz vardır. Doğanın bir parçası olan insan, giderek doğadan
kopmuş, biyolojik donanımının ötesinde kendine özgü bazı nitelikleri ile doğayı
gözlemleyen biyo-kültürel bir varlık haline gelmiştir.
18. yüzyıldan başlayarak giderek artan bilimsel geziler, dünyanın
çeşitli bölgelerinde ortaya çıkarılan fosiller, gelişen teknolojiyle hızlanan
yol ve tünel yapımlarında meydana çıkarılanlar, canlı ve cansız doğanın
evriminin birlikte ele alınması gerekliliğini doğurmuştur. Fosillerin ve
jeolojik katmanların incelenmesi sonucu, dünyamızın yaşı ve insanın evrimi
konusunda, iki temel ve birbirine zıt yorum ortaya çıkmıştır. Türlerin
değişmezliği ilkesinin dayanağı olan, Kilisenin yaratılışa ilişkin dogmatik doğa
felsefesine göre, doğal afetler sonrası yeryüzündeki canlıların bir bölümü ya da
tümü yok olmuş, bunların yerine daha gelişmiş yeni türler yaratılmıştır. Bu
görüşün tersi olan dönüşümcülüğe göre ise, eski türler ile yeni türler arasında
bir kesinti söz konusu değildir ve canlıların zaman içinde gösterdikleri
değişimler yeni türlerin oluşmasına yol açmaktadır.
Dünyamızın oluşum başlangıcı olan ve herhangi bir hayat izi görülmeyen
Azoyik dönem günümüzden önce 4.6 ile 3.5 milyar yıllan arasını kapsayan ana
dönemdir. Yaklaşık 3.5 ile 2 milyar yıllan arasını kapsayan Arkeozoyik dönemde
ise sadece bakteriler yaşam sahnesinde bulunmaktadırlar. Yaşamın sadece
denizlerde olduğu ve 2 milyar ile 550 milyon yılları arasını kapsayan
Proterozoyik dönemin sonlarına doğru tek hücreler, birbirleri ile ortaklık
ilişkisi kurarak, yeryüzünün ilk hayvanları olan hücre kolonilerini
oluşturmuşlardır. Son 550 milyon yıllık ana dönem olan Fanerozo-yik dönemde ise,
yaşam denizlerde yeterince çeşitlenmiş, daha sonra da hücreler yeni ve uygun
kombinasyonlara girerek hayatı denizlerden karalara taşımışlardır. Bu ana
dönemin Paleozoyik erası bir çok omurgalı, eklembacaklı ve günümüzde temsilcisi
kalmamış omurgasız canlıların egemen olduğu eski bir dünya alemini simgeler.
Daha sonra gelen Mezozoyik era ise ilk defa çiçekli bitkilerin ve kuşların
ortaya çıktığı ve dinozorlar ile ammonitler gibi kafadanbacaklıların egemen
oldukları devirdir.
Bir görüşe göre, çok büyük bir gök cisminin dünyaya çarpması sonucu,
atmosferi kaplayan toz bulutu ve parçacıkların, güneş ışınlarının dünyaya
ulaşmasına engel olması, diğer bir görüşe göre de, volkanik hareketler, deniz
düzeyindeki önemli değişiklikler ve yeryüzü kaynaklı diğer jeolojik olaylar
nedeniyle, Mezozoyik eranın son zaman dilimi olan kretase'den itibaren yeryüzü
iklimi giderek soğumaya başlar. Başta dinozorlar olmak üzere çok sayıda canlı
yaşam sahnesinden silinir. Günümüzden 65 -75 milyon yıl önce, Senozoyik eranın
başlangıcı olan Tersiyer zaman diliminden itibaren ortaya çıkan boşluğu,
genelleşmiş bir anatomik yapıya sahip, çok ufak, her türlü ortamda rahatça
yaşayabilecek arkaik memeliler doldurur. Primatlar da memeliler sınıfının 33
takımından biri olarak yaşam sahnesindeki yerlerini alırlar. Bunların bir kısmı
çevredeki canlılarla girdiği var olma mücadelesini kaybettiği, bir kısmı da o
çağların değişik ekolojik koşullarına ayak uyduramadığı için yok olup
giderler.
Genet-Varcin'e göre, primat benzeri memelilerin olası en eski
temsilcisi, Kuzey Amerika'da kretase ve paleosen fosil katmanlarında bulunan
purgatorius'tur. Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre, ilk primat benzeri
memeliler tarla faresi iriliğinde olup, uzun bir yüze ve çok küçük bir beyne
sahiptiler. Üçüncü zamanın başlarından itibaren, organizmaları ve davranış
örüntülerindeki esneklikleri ağaçlarda yaşamaya en iyi uyum sağlayabilen formlar
ve bunların soyları hızla tropik, yarı tropik ve savanlık bölgelere yayılır.
Tropik ya da yarı tropik ortamda hem korunma, hem de kolay beslenme açısından
ilk primatlar oldukça şanslıydı. Ne var ki böyle nemli ve sıcak iklimlerde
fosilleşmenin gerçekleşme olasılığı çok zayıftır. Dolayısıyla ilk primatların
Afrika'da mı yoksa Asya'da mı ortaya çıktığı konusunda görüş ayrılıkları vardır.
Üçüncü ve Dördüncü zamanı kapsayan Senozoyik çağın eosen evresinden itibaren
primatlar Asya, Afrika, Avrupa ve Amerika'da geniş bir dağılım gösterirler,
fakat Avusturalya'da hiç yaşamamışlardır. Günümüzde primatların % 80'i
Brezilya'nın yağmur ormanlarında yaşamaktadır.
Prosimiyen olarak adlandırılan ufak primatlar, Güneydoğu Asya'nın birkaç
adasında ve Madagaskar'da, eski dünya primatları ise, Güney ve Doğu Afrika'nın
ormanlık ya da savanlık alanlarında, Asya'da, Himalaya steplerinde ve
Japonya'nın kuzeyindeki adalarda yaşarlar.
14 aile, 55 cins ve 170 civarında tür sayısı ile oldukça zengin
çeşitlilik gösteren primat dünyasının iri primatlarına gelince, şempanze ve
goril Afrika kökenlidir. Kongo, Uganda, Gabon ve Kamerun'da, goriller ise sadece
Batı Afrika'da yaşarlar. Batı Afrika aynı zamanda goril ve şempanzenin ortak
yaşadığı bölgedir. Jibon ve orangutanlar Güneydoğu Asya'da, Borneo ve Sumatra
adalarında yaşarlar. Jibonlar hayatlarının büyük bir kısmını ağaçların 30
metreden yüksek kısımlarında geçirirler.
Bedensel irilikleri açısından primat türleri çok geniş bir yelpaze
oluşturur. Prosimiyen ailesinden olup Madagaskar'da yaşayan microcebus'lann boyu
13 santim, ağırlıkları ise 60 gram kadardır. Buna karşılık 2 metreye varabilen
boy ve 250 kilogramı bulabilen ağırlıklarıyla goriller primat dünyasının en iri
cüsselileri olarak bilinirler. Çoğu memelilerin aksine, insan da dahil tüm
primatların beyin korteksindeki koku alma bölgesi, zamanla önemli bir küçülme
göstermiş, görme duyusunda ise belirgin bir gelişme olmuştur. Tüm primatların el
ve ayaklarında tutucu beş parmak bulunur. Prosimiyen'lerde sivri tırnaklar,
insan dahil tüm iri primatlarda ise yassı tırnaklar vardır. İnsan dışındaki
diğer primatlar bir nesneyi tüm parmaklarıyla kavrarlar, başparmakları
etkisizdir, duyarlı ve rafine bir tutuşa sahip değillerdir. İnsanda, el
başparmağı ve işaret parmağı gelişmiş, ayak başparmağı ise tutucu işlevini
kaybetmiştir.
Üst primatlar kuyruklu ve kuyruksuz olarak iki gruba ayrılır. Kuyruksuz
primatlar insanla birlikte goril, şempanze, orangutan ve jibonlardır. Primatlar
dışındaki bütün memelilerde kol ve bacak kemikleri kaynaşıp bir blok
oluştururlar. Kol ve bacakların-daki eklemleşme sayesinde primatlar, cinslerinin
yaşam seçeneklerinin gerektirdiği her hareketi kolayca yapabilen bir konuma
gelmişlerdir.
Zamanımızdan yaklaşık olarak 25 milyon yıl önce başlayıp, 5.5 milyon yıl
önce sona eren üçüncü zamanın Miyosen çağında yerküre gittikçe soğumaya, tropik
ormanlarla kaplı alanlar kuraklaşmaya başlar. Genet-Varcin, Wolpoff ve Binford'a
göre miyosen çağda hominoid adını verdiğimiz iki önemli insanımsı üst aile
gelişir. Bunlar sivapithecuslar ve driyopithecuslardır. Coppens'e göre meyve
türü besinlerin temelini oluşturduğu değişik bir beslenme alışkanlığı, diğer
primatlara oranla daha gelişmiş ve karmaşık bir beyin korteksiyle donanmış, her
türlü ekolojik ortama kolayca uyum sağlayan bu yeni formların ortaya çıkmasına
neden olmuştur. Hominoid atatürlerinin ortaya çıkmasında ve çeşitlenmesinde
değişik jeolojik ve iklimsel olaylar da önemli rol oynamıştır. Son 50 milyon yıl
içinde ilk defa Afrika ve Avrasya arasında köprü oluşmuş, Arabistan tektonik
platosu da Asya'ya karasal bağlantı ile bağlanmıştır. Zamanımızdan 14 milyon yıl
öncesinden itibaren, sivapithecus hominoidlerini Afrika, Avrupa ve Asya'nın
çeşitli ekolojik ortamlarında görmeye başlıyoruz. Moleküler biyolojik bilgilere
dayanarak Kottak, Asya sivapithecuslarının 16 milyon yıl önce orangutana doğru
evrimleştiğini, Afrika sivapithecuslarmın ise goril-şempanze ve insan ailesinin
ortak atasal formları olabileceğini ileri sürer. Franklin'e ve günümüzde geniş
ölçüde benimsenen görüşe göre ise, ortak atadan ilk kopma jibon ile başlamış,
bunu orangutan izlemiş, 10 milyon yıl önce goril, bu tarihten 100.000 yıl sonra
da şempanze ortak atadan ayrılmıştır.
Texas San Antonio Biyomedikal Araştırma Merkezinden Jeffrey Rogers,
şempanze, goril ve insanın DNA moleküllerindeki dizilim biçimlerine ilişkin
yaptığı çalışmalarda bazı benzerliklerden söz etmektedir. Rogers'a göre, genetik
analizler şempanzenin bir dizilime göre insana, farklı bir dizilime göre gorile
daha yakın olduğunu göstermektedir. Franklin'e göre, moleküler saatin geriye
doğru işletilmesindeki temel ilke, DNA molekülünün belirli bir zaman dilimindeki
değişme hızıdır, insan ve şempanzenin DNA moleküllerinde ve albumin
proteinlerinde % 99 oranında görülen benzerlik, bazı araştırmacılara göre her
şey anlamına gelmez, önemli olan % 1'lik az ama öz ayrılıktır. Filogenetik,
sistematik ve taksonomik olarak insan ve iri primat aileleri arasındaki ilişki,
aynı evrim çizgisi üzerinde düşünülmemelidir. Ne insan iri primatların atasıdır,
ne de primatlar insanın atası olmuşlardır.
Hominid yani insansı ailesinin en eski temsilcisi olan australopithecus
ile ilk tanışma, 1924 yılında, Afrika'nın güneyinde Transvaal eyaletinin Taung
bölgesindeki kireç ocaklarında, 3-4 yaşlarında goril-şempanze-insan arası bir
canlının kalıntılarının bulunmasıyla başlar. 1930'lardan itibaren,
paleoantropolog, jeolog, paleozoolog, pale-obotanist, ekolojist, nükleer fizikçi
ve diğer uzmanların yaptığı sistemli kazılar ve çalışmalar sonucunda, Güney
Afrika'da ve Doğu Afrika'nın Çad, Etyopya, Tanzanya ve Kenya'yı içine alan geniş
bölgesinde, sayıları yüzleri aşan insansı fosiller ortaya çıkarılmıştır. Doğu
Afrika'da kuzeyden güneye uzanan 4.000 km.lik Rift tektonik çöküntüsünde yapılan
karbon izotop analizleri sonucunda, bu bölgenin milyonlarca sene önce sayısız
göl ve akarsu ile kaplı olduğu anlaşılmıştır. Bu su kaynaklarından
günümüze tortusal depo ve sekiler ile kalın tüf tabakaları kalabilmiştir.
Volkanik faaliyetlerden geriye kalan küller, güney Afrika'dakinin aksine,
radyometrik tarihleme olanağı da vermektedir. Aşağı yukarı 4 milyon yıl boyunca,
Doğu, Güney ve Orta Afrika'da yaşamış olan insansılar 7 değişik türle temsil
edilirler. Bu kadar farklı türe rağmen, insansıların küçük beyin, iri yüz ve iki
ayak üzerinde yürüme olarak üç ortak özellikleri vardır.
Australopithecus Africanus (Narin yapılar): Zamanımızdan önce, 3 ile 2
milyon yılları arasında yaşadıkları sanılmaktadır. Ortalama 1.29 metre boyunda,
24-25 kg. ağırlığında idiler. Beyin hacimleri 450 cm^'tü. Öğütücü dişleri modern
insanın iki katı iriliğindeydi. 20 yaş dişleri küçülme eğilimi göstermiyordu.
Köpek dişleri diğer kesici dişlerle aynı hizada idi. Africanusların
kafataslarındaki kas bağlantı izleri belirsizdir. Erkeği ve dişisi arasında
belirgin irilik farkı vardır.
Australopithecus Robustus (Güney
Afrika kaba yapılıları) ve Australopithecus Bo-isei (Doğu Afrika kaba
yapılıları) : Zamanımızdan önce, 2.6 ile 1.2 milyon yılları arasında
yaşamışlardır. Boyları 1.50-1.60 metre arasında idi. Beyin hacimleri 500-600
cm3'tü. İri dişleri, Kafataslarındaki ek kemiksel çıkıntılarının bağlandığı
güçlü çiğneme kasları vardı. Diş aşınma fasetlerinin taramalı elektronik
mikroskobu ile incelenmesi sonucunda, kaba yapılıların dişlerinde çizik ve
çukurlara yoğun biçimde rastlanmış, bunların, fındık ve benzeri sert kabuklu
yemişler ve sert bitki kökleri ile, narin yapılıların ise daha ziyade yumuşak
meyve ve yapraklarla beslendikleri ortaya konulmuştur. Ot ağırlıklı beslenen
canlıların kemiklerinde strontium, et ağırlıklı beslenenlerde ise kalsiyum
oransal olarak fazladır. Uygulanan eser element analizleri sonucu, narin ve kaba
yapılıların omnivor oldukları, yani hem et, hem de otla beslendikleri
anlaşılmıştır. Kaba yapılıların diş minelerinde yapılan C13 izotop analizi de bu
sonucu desteklemektedir.
Australopithecus Afarensis (Doğu Afrika arkaik yapılıları): Zamanımızdan
önce 3.6 ile 3 milyon yıllan arasında yaşamışlardır. Beyinleri 400 cm3'tür. Ufak
yapılıdırlar. Erkeği ve dişisi arasında çok belirgin cüsse farkı vardır. Diş
yapıları daha çok goril ve şempanzelere benzer. Köpek dişleri diğer kesici
dişlerden daha yukarıdadır. 1. alt küçük azı ile alt köpek dişleri modern
insandakine hiç benzemez. 1977 yılında Kenya'm Laetoli bölgesindeki volkanik
tüfler içinde, 70 metrelik bir pist üzerinde bir çocuk ve iki erişkin afarensise
ait ayak izleri bulunmuştur. Laekey ve Tottak'a göre, Hadar ve Laetoli
afarensisleri ve kaba yapılı insansılar dik yürümelerine rağmen, el ve ayak
bilekleriyle parmaklarındaki anatomik ayrıntılardan da anlaşılacağı üzere ağaç
yaşamından tamamı ile kopmuş değillerdi. Narin yapılıların aksine, kaba ve
arkaik yapılı insansılarda oksipital marjinal sinüs, tıpkı modern insanda olduğu
gibi genişlemiştir. Bazı araştırmacılar, bu anatomik özelliğin, iki ayak
üzerinde durma ve yürüme yönünde evrimleşen insansıların, omurga-damar ağına
daha etkin ve düzenli kan akımı sağlamak amacıyla olduğunu
söylerler.
Austrapithecus Bahrelgazalia: Zamanımızdan önce 3.5-3 milyon yılları
arasında, Orta Afrika'da yaşamışlardır. Arkaik yapılılarla
çağdaştırlar.
Genetik olarak insansıların daha iri bir beyne sahip olma yatkınlığını,
anne baseninin boyutları olanaksız kılmıştır. Trinkaus'a göre, beyinsel gelişme
ile beraber anne baseni de evrim sürecinde genişlemiştir. Tobias'a göre,
insansıların beyin korteksi her ne kadar iri primatlardan daha karmaşık ve
gelişmiş olsa da, alın ve şakak bölgesinde son derece yetersiz bir gelişme
vardır. Zekâ kapasiteleri modern insandan hayli düşüktür ve böyle küçük bir
beyinle konuşamamaktadırlar. Yaklaşık 257 iskelet üzerinde yapılan çalışmalar,
insansıların 17-18 yıl yaşayabildiklerini göstermektedir. Son yıllarda Kanadalı
ve İngiliz araştırıcılar, diş minesindeki retzius çizgilerini incelemek
suretiyle, ilk hominid türlerinde, modern insandan daha hızlı bir büyüme ve
gelişmenin olduğunu, dolayısıyla çocukluk evresinin daha kısa olduğunu
bulmuşlardır. Erkek ve dişi arasında görülen belirgin cüsse farkı, erkeğin
birden fazla dişiyle yaşadığı gruplarda görülen ortak biyolojik özelliktir. Buna
göre, insansılarda monogami yani tek eşlilik büyük olasılıkla
yoktu.
Acaba, insansılarda ilk adet görme yaşı kaçtı? Dişilerinin hamilelik
süresi ne kadardı? Kaç yaşında menopoza giriyorlardı? Akrabalık ilişkileri ne
düzeyde idi? Ensent yasağı var mıydı? insanların fizyolojik özellikleri iskelet
sisteminden anlaşılamadığı için bu yönleri ile onları tanıyamıyoruz. insanların,
ateşi bilinçli kullandıklarına dair hiçbir bulgu ele geçmemiştir. Tobias ve
Kottak'a göre, insansılar iri dişleri ve güçlü çiğneme kasları ile besinlerini
çiğ yiyorlardı. Binford, Trinkaus, Larrick, Ciochon ve Kottak'ın yaptığı
araştırmalar, insansıların avlanma dışında et gereksinimlerini leş yiyerek
karşıladıklarını göstermektedir.
Australopithecus Anamensis: Doğu Afrika'da Kenya'nın Turkana gölü
yakınlarındaki Allia Bay ve Kanopoi bölgelerinde, zamanımızdan 3.9 ile 4.2
milyon yıl öncesiyle tarihlendirilen 21 insansıya ait fosil kalıntıları,
araştırmacıları soy ağacının kökeninde daha da geriye götürmüştür.
Anamensislerde köpek dişleri afarensislerden daha iridir, diş mineleri ise
afarensis ve diğer insansılardan daha kalındır. Yapılan incelemeler
anamensislerin de dik yürüyebildiklerini göstermektedir.
Ardipithecus Ramidus: Son yıllarda Etyopya'nın Hadar bölgesinde 4.4
milyon yıl önce yaşadıkları belirlenen 17 insansı kalıntısı bulunmuştur.
Wilford'un 1998'de The New York Times'da yayınlanan makalesine göre ramiduslar,
tüm bilim dünyası tarafından, şimdilik insan ailesinin bilinen en eski
temsilcisi olarak kabul edilmektedirler.
Yetenekli ve becerikli anlamına gelen habilis ismi altında Homo habilis,
ilk kez 1964 yılında Tobias, Leakey ve Napier tarafından bilim dünyasına
tanıtılmıştır. Homo habilis atalarımızın, Kenya'da Doğu Turkana'da en az 700.000
yıl kaba insansılarla bir arada yaşamış oldukları Relethford tarafından
kanıtlanmıştır. O halde kaba yapılıları insanın atasal çizgisi içinde kabul
edemeyiz. Tim White'a göre, Australopithecus afarensis iki kola ayrılmıştır. Bir
kolu kaba ve narin insansılara doğru gelişmiş, diğer kolu ise
3 ile 2 milyon yıl arasında, çağdaşı olan insansılarla arasındaki tüm köprüleri
atarak, insan cinsine doğru evrimleşmiştir. Wolpoff ise, narin yapılılardan bir
kolun insan cinsinin atası olduğunu ileri sürer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder